bişri hafi hz (bazılarını sevmek bile affedilmeye yeter) - Havas Okulu
 

Go Back   Havas Okulu > islam & Tasavvuf > Allah Dostları & Evliyalar

Acil işlemleriniz için instagram: @HavasOkulu
Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Stil
  #1  
Alt 19.01.16, 00:01
Gayretli üye
 
Üyelik tarihi: 25.03.15
Mesajlar: 1,039
Etiketlendiği Mesaj: 214 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart bişri hafi hz (bazılarını sevmek bile affedilmeye yeter)

Sekizinci ve dokuzuncu yüzyıllarda Horasan'ın Merv şehrinde ve Bağdât'ta yaşamış olan büyük velîlerden. İsmi, Bişr bin Hâris Abdurrahmân, künyesi Ebû Nasr'dır. Yalınayak gezdiği için "Hafî" lakabıyla bilinir. Bişr-i Hâfî diye meşhûr olmuştur. 767 (H.150) senesinde Horasan'ın Merv şehrinde doğdu. 841 (H.227) senesinde Bağdât'ta vefât etti. Kabri orada olup ziyâret yeridir.

Îtibârlı bir âileye mensûb olan Bişr-i Hâfî, Merv reislerinden birinin oğludur. Bu sebeple çocukluğu ve gençliğinin bir kısmı bolluk, refâh içinde geçti. Gençliğinde kendisini oyun ve eğlenceye verdi. Dünyânın câzibesine kapıldığı ve nefsin, şeytanın ve kötü arkadaşların teşviklerine kapılarak oyun ve eğlence âlemlerine daldığı gençlik yıllarında, bir gün kapısı çalındı. Hizmetçisi kapıya çıkarak gelen kimseye kimi aradığını sordu. Kapıdaki adam; "Bu evin sâhibi hür mü, kul mu?" diye sordu. Hizmetçi, "Hürdür." diye karşılık verdi. Adam; "Belli!.. Eğer kul olsaydı, kulluğun edebine riâyet edecek oyun ve eğlence ile uğraşmayacaktı." diyerek çıkıp gitti. Hizmetçi içeri girip kapıda olanları Bişr-i Hâfî'ye anlattı. Bişr-i Hâfî, yalın ayak adamın peşinden koştu. Ona yetişerek söylediklerini tekrarlattı. O kimsenin sözlerinden etkilendi, yaptıklarına pişmân olup tövbe etti. Bir müddet sözünde durup oyun ve eğlence âlemlerine gitmediyse de, kötü arkadaşların tesiriyle tekrar eski hayâtına döndü. Babasından kalan serveti için kendisinden ayrılmayan arkadaşları onu bir türlü bırakmadılar.

Bir gün eğlence âlemlerinden sonra sarhoş ve bitkin olarak evine dönerken yolda üstünde Besmele yazılı bir kağıt buldu. İçi sızlayıp yerden aldı. Öpüp, çamurlarını silerek, temizledikten sonra, güzel kokular sürüp, evinin duvarına astı. O gece âlim ve velî bir zâta, rüyâda; "Git Bişr'e söyle! İsmimi temizlediğin gibi seni temizlerim. İsmimi büyük tuttuğun gibi, seni büyültürüm. İsmimi güzel kokulu yaptığın gibi, seni güzel ederim. İzzetime yemin ederim ki, senin ismini dünyâda ve âhirette temiz ve güzel eylerim." dendi. Bu rüyâ üç defâ tekrar etti. O zât sabah Bişr-i Hâfî'yi arayıp meyhânede buldu. Mühim haberim var diye içerden çağırdı. Bişr geldiğinde; "Kimden haber vereceksin?" dedi. "Sana Allahü teâlâdan haber vereceğim." deyince, ağlamaya başladı. "Bana kızıyor mu, şiddetli azap mı yapacak?" dedi. Rüyâyı dinleyince arkadaşlarına; "Ey arkadaşlarım! Beni çağırdılar, bundan sonra bir daha beni buralarda göremeyeceksiniz." dedi. O zâtın yanında hemen tövbe etti. Bu anda ayağında ayakkabı bulunmadığı için, hiç ayakkabı giymedi. Sebebini soranlara, "Allahü teâlâya tövbe ettiğim, günâh işlememeye söz verdiğim zaman yalın ayaktım. O zaman giymediğim ayakkabıyı şimdi giymeye hayâ ederim. Allahü teâlâ Bekara sûresi yirmi ikinci âyetinde meâlen; "Biz yeryüzünü sizin için tefriş ettik, döşedik." buyuruyor. Pâdişâhların mefrûşâtı üzerinde ayakkabı ile yürümek edebe uymaz. Ayağım ile yer arasında bir vâsıta olduğu hâlde onun sergisine basmayı câiz görmüyorum." derdi. Bu zamandan sonra ayakkabı giymediği için kendisine yalın ayak mânâsında "Hâfî" lakabı verildi.

Allahü teâlâya tövbe ettikten ve eski yaşayışını terk ettikten sonra bir müddet memleketi olan Merv'de ilim tahsîliyle meşgûl oldu. Dayısı Ali bin Harşam'a talebe oldu. Onun sohbetlerinde bulunup tasavvuf yolunda ilerledi. İlim yolunda seyâhatlere çıktı. Mekke, Kûfe, Basra, Şam ve Lübnan taraflarına gitti. Gittiği yerlerdeki âlimlerin ve velîlerin ilim meclislerinde ve sohbetlerinde bulundu. Bu yüzden Seyyâh Sûfilerden sayıldı. En sonunda Bağdât'a gelerek yerleşti. Gerek memleketinde, gerek gezdiği yerlerde ve gerekse Bağdât'ta devrinin ileri gelen âlimlerinden ilim tahsîl etti ve hadîs-i şerîf dinledi. İbrâhim Sa'd, Abdurrahmân bin Zeyd bin Eslem, Hammâd bin Zeyd, Şüreyk bin Abdullah, Muâfâ bin İmrân Mûsulî, Vekî bin Cerrâh, Ebû Bekr bin Iyâş, Hafs bin Gıyâs, Abdullah bin Mübârek, Îsâ bin Yûnus, Abdullah bin Dâvûd el-Hayrî, Ebû Muâviye ed-Darîr, Zeyd bin Ebi'z-Zerka onun ilim tahsîl ettiği ve hadîs-i şerîf dinlediği âlimlerden bir kısmıdır.

Onun geldiği yıllarda, dünyâ meraklılarının da âhiret sevdâlılarının da merkezi durumunda bulunan Bağdât'ta, Ahmed bin Hanbel hazretleriyle görüştü. Süfyân-ı Sevrî Fudayl bin Iyâd, Muâfa bin İmrân ve İmâm-ı Mâlik hazretlerinin ilim meclislerinde ve sohbetlerinde de bulunup onlardan feyz aldı. Hadîs ilminde güvenilir âlimlerden olduğu gibi, tasavvufta da yüksek derecelere kavuştu.

Hanbelî mezhebinin kurucusu Ahmed bin Hanbel, Bişr-i Hâfî'yi çok sever, devamlı yanına giderdi. Talebeleri; "Siz âlimsiniz. Hadîste, fıkıhta, ictihadda ve bütün ilimlerde eşiniz yoktur. Niye Bişr-i Hâfî gibi birini sık sık ziyâret ediyorsunuz?" dediklerinde; "Evet, dediğiniz ilimleri ondan iyi bilirim. Fakat o, kalp ilimlerini benden iyi bilir." derdi.

Bişr-i Hâfî'ye, bu ilme, yüksek derecelere nasıl kavuştun diye sorduklarında; "Az yemekle." deyip, "Yiyip gülen ile, yiyip ağlayan aynı olmaz." buyurdu.

İlim ve fazîletteki yüksekliği, haram ve şüphelilerden sakınması sâyesinde insanlar arasında yüksek bir velî, konuşmaları ile, tesirli bir yol gösterici oldu. Mânevî derecesi öylesine yükseldi ki, Halîfe Me'mûn onu ziyâret edebilmek için, Ahmed bin Hanbel'in arabuluculuk yapmasını istedi. Hattâ Halîfe Me'mûn onun hakkında; "Bişr-i Hâfî'den başka bu diyarda (Bağdât'ta) kendisinden hayâ edilip çekinilecek bir kimse kalmadı." demişti.

Dînî ilimlerde yüksek bir âlim, tasavvufta yüksek bir velî olan Bişr-i Hâfî, zamânının tıb bilgilerinde de söz sâhibi idi.

Bir gün Bişr-i Hâfî (rahmetullahi aleyh) rahatsızlanarak tabîb Abdurrahmân'a gitti. Ne gibi yemekler yiyeceğini sordu. Tabîb de; "Bana soruyorsun, fakat tavsiyelerime uymuyorsun." dedi. Bişr-i Hâfî de; "Hayır, uyacağım." deyince, tabîb; "Sirke ve baldan yapılmış sikencübin'i (mayhoş suyu) içer, ayvayı soyup yersin. Sonra da sıcak çorba içersin." dedi. Bunun üzerine Bişr-i Hâfî; "Sikencübinin yerini tutacak daha iyi bir şey bilmez misin?" diye sordu. Tabîb; "Bilmem." dedi. Bişr-i Hâfî; "Ben bilirim." deyince, tabîb söyle bakalım nedir?" dedi. Bişr-i Hâfî; "Hurdeba (günnük otu) sirke ile berâber." dedi. Sonra; "Ayvanın yerini tutacak ondan daha ucuz bir şey bilmez misin?" diye sordu. Tabîb; "Bilmem." deyince; "Ben bilirim." dedi ve keçi boynuzunu anlattı. Keçiboynuzundan daha iyisini sordu. Tabîb, bilmem deyince, ona da nohut suyu ile inek yağını anlattı. Bunun üzerine tabîb Abdurrahmân; "Sen tıb ilmine benden daha iyi vâkıfsın." diyerek bu ilimdeki üstünlüğünü kabûl etti.

Allahü teâlânın emirlerine ve Peygamber efendimizin sünnetine titizlikle uyan, haram ve şüphelilerden şiddetle kaçınan Bişr-i Hâfî hazretleri, bir gece rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Peygamber efendimiz ona; "Allahü teâlânın seni neden üstün kıldığını biliyor musun?" buyurdu. O; "Hayır bilmiyorum yâ Resûlallah!" diye karşılık verdi. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Sünnetime tâbi olman, sâlihlere hizmet etmen, din kardeşlerine nasîhat etmen, Ehl-i beytimi ve Eshâbımı sevmen sebebiyle bu dereceye kavuştun." buyurdu.

Bişr-i Hâfî pekçok kimseye ilim öğretip ders verdi. Nuaym bin Heydâm, Muhammed bin Heydâm, İbrâhim bin Hâşim, Nasr ibni Mansûr, El-Bezzâr, Muhammed bin el-Müsennâ, Sırrî-i Sekâtî, İbrâhim bin Harbî en-Nişâbûrî Ömer bin Mûsâ el-Celâ gibi birçok âlim kendisinden ders alıp, hadîs-i şerîf okumuşlardır.

İnsanlara vâz ve sohbetleriyle pek faydalı olan Bişr-i Hâfî hazretleri, onlara dünyâda ve âhirette kurtuluşa ermenin yollarını gösterdi. Bir sohbetinde;

"Bir gün Bağdât'ta bir adam gördüm. Bin kırbaç dayak yediği hâlde hiç sesini çıkarmadı. Sonra kendisini cezâevine götürdüler. Peşini tâkib ettim ve niçin dövüldüğünü kendisinden sordum. Bir kadına âşık olduğundan bu hâle düştüğünü söyledi. Bu kadar dayak yediği hâlde neden ses çıkarmadığını sordum. Sevgilim bana bakıyordu, dedi. Bunun üzerine kendisine; "Ya Allahü teâlânın seni devamlı gördüğünü bilseydin hâlin nice olurdu?" dediğimde, hemen haykırarak yere düştü ve öldü." buyurdu.

Gençliğimde Abadan'a gitmiştim. Cüzzamlı ve kör bir adamla karşılaştım. Sarası tutmuş, karıncalar vücûduna üşüşmüş etini yiyorlardı. Başını kaldırdım, kucağıma aldım, ayılıp, kendisi ile konuşmayı bekledim. Ayılınca; "Benimle Rabbim arasına giren bu boş adam kimdir? Rabbim beni parça parça yapsa, benim O'na ancak sevgim artar." dedi. Bundan sonra artık kul ile Allah arasında gördüğüm hiç bir hikmeti merak edip de, niçin böyle oluyor? demedim."

"Bir gün evime girince bir zât ile karşılaştım. İzinsiz, evime nasıl girersin, sen kimsin dediğimde; "Ben kardeşin Hızır'ım." dedi. Bana duâ et deyince, O; "Allah'ım!İbâdette bulunmasını buna kolaylaştır." diye duâ etti. Biraz daha duâ et dedim. "Allah'ım! İbâdetinin gizli kalmasını buna nasîb eyle." dedi.

Bişr-i Hâfî hazretleri yüksek hâller sâhibiydi. Bir gece evden çıkarken ayağının biri eşiğin iç, diğeri dış kısmında olduğu halde seher vaktine kadar hayret ve hayranlık içinde bekledi. Kızkardeşinin kalbine; Bu gece Bişr sana geliyor." diye ilhâm olundu. Kardeşi onu beklemeye başladı. Bişr-i Hâfî yorgun ve perişan hâlde çıkageldi. Hemen evin damına çıkmaya gayret etti. Birkaç basamak yukarı çıktı. Ortalık aydınlanıncaya kadar hayran hayran orada kaldı. Namaz vaktinde aşağı inip câmiye gitti. Namazını kılıp eve geldi. Kızkardeşi; "Bu ne hâl böyle?" diye sorunca, Bişr-i Hâfî; "Hatırımdan geçti ki Bağdât'ta Bişr gibi bunca kişi bulunsun, bunlardan kimi yahûdî kimi hıristiyan, kimi de mecûsî olsun, benim ismim de Bişr olsun ve İslâmiyetle şereflenerek bunca yüksek devlete ermiş olayım! Ben ne yaptım ki bu devlete kavuştum, onlar ne yaptılar ki bu devletten mahrûm kaldılar. İşte bu konuyu düşünerek şaşkın bir hâlde kaldım." buyurdu.

Mansûr es-Sayyâd isimli bir zât, bir bayram günü bayram namazını kıldıktan sonra Bişr-i Hâfî hazretlerine geldi. Bişr-i Hâfî ona; "Bu erken vakitte niçin geldin?" buyurdu. Mansur; "Evde un ve ekmek yok onun için geldim." dedi. Bişr-i Hâfî; "Allahü teâlâ düşenlerin yardımcısıdır. Oltanı al ve dereye git. Abdest alıp iki rekat namaz kıl. Oltayı Bismillah diyerek at!" buyurdu. Mansûr es-Sayyâd onun dediklerini yaptı. "Bismillah" diyerek oltayı dereye attı. Büyük bir balık çıktı. Bişr-i Hâfî'ye geldi. Bişr-i Hâfî o balığı satmasını ve ihtiyaçlarını almasını istedi. O kimse balığı satıp ihtiyâcı olan yiyecekleri aldıktan sonra Bişr-i Hâfî hazretlerinin kapısını çaldı. Bişr-i Hâfî ona; "Kapıyı kapat. Elindekileri de hole bırak. Kendin de içeri gel." buyurdu. Mansûr es-Sayyâd içeri girince, Bişr-i Hâfî hazretleri; "Eğer bu isteği nefsimiz bize bildirseydi bu balık çıkmazdı." dedi.

Yine bir sohbetinde buyurdu ki:

"Dünyâda azîz olmak, âhirette selâmette kalmak isteyen, diline sâhib olsun. Şâhitlik yapmasın, halka imâm olmasın, hiç kimsenin yemeğini yemesin. İki şey kalbe kasvet verir. Çok konuşmak ve çok yemektir."

İlme çalışmayı teşvik husûsunda da buyurdu ki:

İlme çalışanın işâreti, dünyâdan kaçmaktır, dünyâyı sevip onda kalmak değil."

"Kendisiyle amel etmediğin şeyi bırakman daha iyidir. İlim, amel etmektir. Allahü teâlâya itâat ettiğin zaman sana öğretir. Allahü teâlâya isyân edersen, sana öğretmez. İlim, âlimlerin ihtiyaç malzemesidir."

"Kâmil olan Allah yolcusu ile sohbet etmek, Kur'ân-ı kerîm okuyan ile sohbet etmekten daha sevimlidir."

"Mârifetten mahrum kalan kimse, ibâdetinin tadını bulamaz."

"Sizden biri, bir eser yazacak olursa, daha çok mânâ bakımından doğruluğuna dikkat etsin."

"Âlimin sözü doğru, yediği helâl ve dünyâ malına karşı sevgisi yok ise, zühdü, dünyâya düşkün olmaması çok olur. Ne yazık ki, bugün bu üç hasletten birini bile onların birinde göremiyoruz. Bu durumlarıyla onlara nasıl gülelim ve nasıl yüz verelim. Bu vasıfları kendinde bulundurmayanlar, ilim sâhibi olduklarını, nasıl söylerler. Onlar dünyâya sarılır, dünyâyı birbirinden kıskanırlar. Dünyâlık için birbirine hased ederler. Devlet adamlarının yanında birbirlerini çekiştirir ve gıybet ederler. Maksadları, ellerine geçen dünyâlığı, başkalarına kaptırmamak ve fânî şeyleri ellerinden kaçırmamaktır. Yazıklar olsun ey âlimler! Siz peygamberlerin vârisleriydiniz. İlmi alırken birçok vazîfe yüklenmiş oldunuz. Şimdi o vazîfeleri yapmıyorsunuz. İlminizi şeref vesilesi yapıp onunla dünyâlık kazanmaya bakıyorsunuz. Âhirette, Cehennem'e ilk atılan zümre olmaktan nasıl korkmuyorsunuz, anlamıyorum!"

"Bugün ilim, onu vâsıta yapıp karnını doyuranların eline geçti."

Bir sohbetinde de sabırla ilgili olarak şöyle buyurdu:

"Sabır susmaktır. Susmak sabırdandır. Konuşan, susandan daha fazla verâ sâhibi olamaz. Şu var ki, âlim kişi bir yerde konuşur bir yerde susar."

"Sabır güzeldir. Bu ise, insanlara şikâyette bulunmamaktır."

"Emri mârûf ve nehy-i anil-münker yapmak, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmek için, eziyetlere sabretmek gerekir."

Şükürle ilgili olarak Bişr-i Hâfî hazretleri buyurdu ki: "Âzâları içinde yalnız dili ile şükreden kimsenin şükrü az olur. Çünkü gözün şükrü, bir hayır gördüğü zaman onu almak, eğer şer görürse onu örtmektir. Kulağın şükrü, bir hayır işittiği zaman onu ezberlemek, şer işitirse onu unutmaktır. Ellerin şükrü, onlarla hak olandan başkasını tutmamaktır. Mîdenin şükrü, ilim ve hilm ile dolu olmak; ayakların şükrü de, iyilikten başkasına gitmemektir. Kim böyle yaparsa hakîkaten şükredenlerden olur."

Bir sohbeti sırasında da;

"Nâfileler farzların terk edilmesine sebeb olduğu zaman nâfileleri terk ediniz. İyiyi iyi olarak kabul etmeyen, çirkini de çirkin olarak kabul etmez. İhtilâf ve ayrılıkla birlikte îtilâf ve birleşme olmaz.

Biz nîmetler yüzünden değil, nîmetlere karşı az şükrettiğimizden bu hâle geldik. Nitekim biz amelimizin azlığından değil de amelde sıdk ve ihlâsımızın olmayışından bu hâle geldik. Yine bizim uğradığımız musîbetler, günâhlarımızın çokluğundan değil, hayâmızın azlığındandır, istiğfârımızın azlığından değil, vefâmızın azlığından ve süratle günâhlara düşüşümüzdendir. Eğer biz derhâl günahlarımızın cezâsını görmüş olsaydık bütün günâhları bırakırdık.

Ey kardeş! Bunu bil ve içini dünyâ sevgisi ve şehvetinden temizle. Allahü teâlâyı çok zikret. Kalbini iyice temizlediğin zaman, Allahü teâlâ seni hikmetle konuşturur ve sen zamânın bir hakîmi olursun. Fakat dünyâ sevgisi ve şehveti ile birlikte hikmet sâhibi olamazsın." buyurdu.

Talebelerine ve sevenlerine verdiği muhtelif vâz ve nasîhatler sırasında buyurdukları ise şunlardır:

"İnsanlar arasında tanınmak isteyen, âhiretin tadını alamaz."

"Şöhreti seven kimse, Allah'tan korkmaz."

"Övülmekten hoşlanmak kadar ahmaklık düşünülemez."

"Dünyâ ve âhirette elem ve kederlerden kurtumak istiyenler, kötü ahlâk sâhipleriyle görüşmemelidir."

"Tasavvuf nedir?" diye sorulunca, buyurdu ki: "Tasavvuf üç anlama gelir. İlki mârifet nûruna ârif olmak ve verâ hâlini kaybetmemektir. İkincisi, dış görünüşünü bâtıl olan şeylerden alıkoymaktır. Sonuncusu ise kerâmetlerini gizlemektir."

"İnsanlardan biri, Allahü teâlâya tevekkül ettim, diyor. Halbuki Allahü teâlâya karşı yalan söylüyor. Gerçekten Allahü teâlâya tevekkül etseydi, O'nun, hakkındaki muâmelesine de râzı olurdu."

"Hüzün pâdişâhtır. Bir yere yerleşince oraya başka bir şeyin yerleşmesine râzı olmaz."

"Ben, Muâfâ bin İmrân'dan işittim. O da Süfyân-ı Sevrî'den şöyle dediğini işitmiş; insanları memnun etmek, ulaşılamayan gâyedir."

"Süfyân-ı Sevrî bir adamı ziyâret ettiği zaman, Allah seni ateşten korusun diye duâ ederdi."

"El-Evzâî şöyle buyurdu. Bir zaman gelecek ki, ünsiyet sâhibi kardeş, helâl bir lokma ve sünnete uygun bir amel o zaman çok az olacak."

"Kim Allahü teâlâya yaklaşırsa, insanlardan uzak kalır."

"İnsanların sırlarını ortaya çıkaracak sorular sorma."

"Nefsim için en güvendiğim amelim, Peygamber efendimizin Eshâbına sevgi ve hürmetimdir."

"Böbürlenmen, kendi ibâdetini çok, başkasınınkini az görmendir."

"Malınız varken aç sabahlamanızı, malınız yokken tok sabahlamanıza yeğ tutarız."

"Âdemoğlunu dünyâda tâkib eden musîbetlerin başında, sevdiklerinden ayrılması gelir."

"Bir kimse bize, hadîs anlat dediği zaman, anla ki, bize kolaylık göster, demek istiyor."

"Makâmların en yükseği, ölünceye kadar fakirliğe sabretmektir."

"İki haslet vardır ki, kalbe sıkıntı verir: Çok konuşmak, çok yemek."

"Bir kul Kur'ân-ı kerîmi hatmederse, melekler onun iki gözü arasını öperler."

"Kişi gazabını yenmedikçe, takvâ sâhibi olamaz."

"Konuşmak hoşuna giderse sus, susmak hoşuna gidince konuş."

"Kim Allahü teâlâdan dünyâyı isterse, Allahü teâlâ da onun dünyâda uzun zaman kalmasını ister."

"Müminin izzeti, insanlardan uzak durmasıdır. Şerefi ise gece namaz kılarak ayakta durmasıdır."

"Ana ve babanın evlatlarına duâları, bir peygamberin ümmetine olan duâsı gibidir."

"Verâ, şüphelilerden temizlenmek ve her an nefisle muhâsebe etmektir."

"Kötü insanlarla arkadaşlık yapmak, hayırlı insanlara sû-i zana, kötü düşünmeye sebeb olur."

"Cimrinin yüzüne bakmak, insanın kalbini karartır."

"Şâyet insanlar Allahü teâlânın büyüklüğünü düşünselerdi, O'na isyân etmezlerdi."

"Akıllı kimse, hayrı ve şerri bilen kimse değildir. Akıllı kimse hayrı gördüğünde ona tâbi olan, şerri gördüğünde ondan kaçınan kimsedir."

"Ölümü hatırladığın zaman, dünyânın güzelliği ve şehvetleri senden gider."

"Kötülüklerini gizlediğin gibi iyiliklerini de gizle."

"Dünyâyı seven kişi ölümü sevmez."

"Melekler, kendisine hayran kaldığı kulun amelini yükseğe çıkarır ve Allahü teâlânın huzûruna götürür."

"Kişinin ameli az olursa, düşünce ve sıkıntıya mübtelâ olur."

Vaktin kıymeti ile ilgili olarak buyurdu ki:

"Dün öldü, bugün can çekişiyor, yarın doğmadı. Öyle ise şu anı değerlendirmek için amele sarıl."

Neden câmide vâz vermiyorsun diye sorduklarında; "Câmide vâz vermek için câmi hüviyetli olmak, o işin ehli olmak lâzımdır." buyurarak tevâzuda bulundu.

Bişr-i Hâfî cemâatle sohbet ediyor, rızâdan bahsediyordu. Sohbette bulunanlardan birisi; "Ey Bişr! Makam ve îtibâr sâhibi olduğun için halktan hiçbir şey kabûl etmiyorsun. Eğer zühd sebebiyle hakîkaten dünyâdan yüz çevirmişsen, halktan gizlice bir şeyler alıp fakirlere ver ve kendin de tevekkül üzere oturup rızkına râzı ol." dedi. Bu söz üzerine Bişr-i Hâfî buyurdu ki: "Bunun cevâbını dinle. Fukarâ ve dervişler üç çeşittir. Birinci kısım, aslâ kimseden bir şey istemez, verirlerse de almaz. Bunlar hâl sâhibi, rûhâniyet ehli kimselerdir. İzzet ve celâl sâhibi Allahü teâlâdan her ne isterlerse, Allah onu bu kimselere verir. Allahü teâlâ şunu verecek diye yemin edecek olsalar derhâl duâları kabûl edilir. Diğer bir kısmı halktan bir şey istemez ama verildiğinde kabûl eder. Bunlar dervişlerin orta tabakasıdır. Allahü teâlâya tevekkül ederek sükûn, rahat bulurlar. Bu kısım, kudsiyet makâmında ebediyet sofrasına oturmuş bir tâifedir. Üçüncü kısım ise, güçleri yettiğinde sabrederek oturur ve rızkın geleceği vakti gözler. Böyleleri zarûrî ihtiyaçları mecbûr bırakırsa, kalpleri Allahü teâlâya bağlı olduğu hâlde çıkıp halktan isterler." Bu cevâbı alan kimse; "Bu söze râzı oldum. Allah da senden râzı olsun." dedi.

Bişr-i Hâfî hazretleri yerinde ve az konuşurdu. Talebelerine ve sevenlerine buyurdu ki: "Sahîfelerinize ne yazdığınıza dikkat ediniz. Çünkü bu, Rabbinize karşı okunacaktır. Yazık o kimseye ki çirkin söz konuşur. Eğer içinizden biri bir kardeşine içinde çirkin söz bulunan bir yazı gönderse, şüphesiz bu bir hayâsızlık olur. Ya Rabbine karşı kötü söz söyleyenin hâli ne olur?"

Şaşarım o adamın aklına ki din kardeşini arkasından çekiştirir de yüzüne gelince ona sevgi gösterir, hemen onu övmeye başlar. Kim insanların şeref ve haysiyetiyle oynadığı halde, Allahü teâlânın kendisini sevdiğini iddiâ ederse, şüphesiz o bir yalancıdır. Çünkü o bir şeytandır. Şeytan ise Allahü teâlânın düşmanıdır.

Bir kimse Bişr-i Hâfî hazretlerine gelerek; "Ben seni Allah için seviyorum." dedi. O da; "Sen sözünde sâdık ve doğru değilsin. Bâzan akşam olunca ahırdaki merkebini hatırlamak beni hatırlamaktan sana daha mühim göründüğü hâlde, nasıl oluyor da Allah için beni sevdiğini iddiâ ediyorsun?" buyurdu.

Bişr-i Hâfî'nin ilme ve irfâna bağlılığı, şöhret ve riyâset (başkanlık) sevdâsıyla değil, sünnet-i seniyyeye uyma arzûsuyla idi. Nitekim; "Reislik arzûsuyla ilim öğrenen, Allahü teâlâyı kızdıracak bir işle O'na yaklaşmaya çalışıyor demektir. Çünkü ilim sebebiyle reislik istemek gökte ve yerde öfkeyi gerektirir." buyururdu.

Hikmete ermenin yolunun Allahü teâlâya isyânı terk etmekte olduğunu söylerdi. O, ibâdetin lezzetine erenlerdendi. Bu lezzete ermenin yolunu şöyle bildirirdi: "Kendinle arzu ve isteklerin arasına demirden bir perde çekmedikçe, ibâdetten lezzet duyamazsın."

Bir kimse Bişr-i Hâfî'ye gelerek; "Gecenin bir saatinde olsun istirâhat etseniz." dedi. O da; "Allahü teâlâ geçmiş ve gelecek bütün günâhlarını bağışladığı Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, ayakları şişinceye kadar ibâdet ettikleri halde ben nasıl uyuyabilirim? Çünkü ben bir tek günahımın bile, Allahü teâlâ tarafından bağışlanmış olduğunu bilmiyorum."

Talebelerini ellerini açmış duâ ederken görünce; "Duâ, günahları terk etmektir." buyururdu. Rızık konusunda insanları haramlardan ve şüphelilerden sakınmaya teşvik ederdi. Özellikle ticâret erbâbını helâl ve temiz kazanca yönlendirmeye çalışırdı. Bu husustaki âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfleri sık sık tekrar eder; "Ekmeğini nereden kazandığına iyi bak. Kendini Cehennem'e atma." diye nasîhat ederdi.

Amellerin kıymetlisinin üç tâne olduğunu bildirir: "Birincisi mal az olduğunda da cömert olabilmektir. İkincisi, tenhâda da verâ sâhibi olabilmek yâni haramlardan kaçınabilmektir. Üçüncüsü, kendisinden korkulan ve bir şeyler umulan kimsenin huzûrunda da hakkı söyleyebilmektir." buyururdu.

Dünyâya gönül verenlere; "Dünyâya tâlib olan insanlardan dünyâlık istemeye utanmıyor musun? Siz dünyâlığı, dünyâyı yed-i kudretinde tutan Allahü teâlâdan isteyiniz." buyururdu.

"Yediğin neredendir?" diye soranlara şöyle cevap verirdi: "Siz benim nereden yediğimi ne yapacaksınız. Kendinizin ne sûretle yediğinize bakınız. Çünkü gülerek yiyenle ağlayarak yiyen bir olmaz. Az yiyen el, çok yiyene denk olmaz. Yediğiniz ekmeğin nereden olduğuna, çoluk çocuğunun oturduğu evin hangi yoldan kazanıldığına dikkat ediniz." buyururdu.

Allahü teâlâya olan muhabbeti sebebiyle Allahü teâlânın düşmanlarına düşmanlık ederdi ve; "Sevgilini kızdırana muhabbet beslemen sana yakışmaz." buyururdu.

Cömert ve ikrâm sâhibi idi. Fakirlere ve düşkünlere yardım eder, onların ihtiyaçlarını giderirdi.

Nâfile hacca gideceklerden biri Bişr-i Hâfî'ye vedâ için geldi. Ona; "Ben hacca gidiyorum, bir emriniz var mı?" deyince; "Ne kadar harçlığın var?" diye sordu. "İki bin dirhem harçlığım var." diye cevap verdi. Bişr-i Hâfî: "Hacca gitmekle zühdü mü, yoksa Kâbe'ye olan aşkını mı, yoksa Allah rızâsını mı kastediyorsun?" diye sorunca, adam: "Allah rızâsını kastediyorum." dedi. Bunun üzerine Bişr-i Hâfî; "O halde evinde dururken, Allah'ın rızâsını kazandıracak bir şeyi sana söylersem, yapar mısın?" deyince; "Evet yaparım." karşılığını verdi. Bunun üzerine Bişr-i Hâfî;

"O halde sen bu iki bin dirhemi, borcunu ödeyemeyen bir fakire, yiyeceği olmayan bir yoksula, nüfusu kalabalık, geçimi dar olan bir âileye, yetimi sevindiren bir yetim bakıcısına ve bunlar gibi on kişiye yirmişer dirhem ve hattâ istersen hepsini bunlardan birine ver. Zîrâ müslümanı sevindirmek, düşkünlere el uzatmak, sıkıntıyı gidermek ve zayıflara yardım etmek, nâfile olarak yapılan yüz hacdan daha sevaptır. Kalk da dediğim gibi yap. Şâyet böyle yapmak istemiyorsan asıl kalbinde olanı bana söyle." dedi. Vedâya gelen kimse; "Doğrusu kalbimde hacca gitmek tarafı kuvvetlidir." dedi. Bunun üzerine Bişr gülümseyerek adama döndü ve; "Servet, şüpheli şeylerden kazanıldığı takdirde, nefs, kendi arzularından birinin yerine getirilmesini ve sâlih ameller yaptığını göstermek ister. Halbuki Allahü teâlâ, yalnız muttakîlerin, haramlardan sakınanın amelini kabul eder." buyurdu.

Adamın biri elinde bıçak ile bir kadına musallat oldu. Güçlü olduğu için kimse adama engel olamıyordu. Kadın çırpınıp duruyordu. Bu esnâda Bişr-i Hâfî rahmetullahi aleyh oradan geçmekte idi. Adama iyice yaklaşıp bir şey söyledi. Adam birden yere düştü. Kadın kurtuldu. Etrâfındakiler adamın yanına gittiler ve adamın zor nefes aldığını gördüler. Sana ne oldu diye sorulunca, adam; "Bilmiyorum, ihtiyar zât bana; "Senin bu yaptığını Allahü teâlâ görüyor." deyince, ayaklarımın bağı çözüldü ve gördüğünüz gibi yere düştüm. Bu zât kimdir?" dedi. Bişr-i Hâfî'dir dediler. Bunun üzerine adam; "Eyvâh ben onu bir daha nasıl göreceğim." dedi ve kuvvetli bir sıtma hastalığına yakalanarak kısa bir zaman içinde öldü.

Bişr-i Hâfî, Esved bin Sâlim'i, Ma'rûf-i Kerhî'ye yolladı. Esved bin Sâlim ona; "Bişr-i Hâfî, seninle kardeşlik olmak istiyor. Bunu açıkça size söylemekten çekindiği için, beni size gönderdi. Kendisini kardeşliğe kabûl etmenizi diliyor, fakat bâzı şartları da vardır. Onlar da: Bu kardeşliğin duyulmaması ve karşılıklı ziyâret ve görüşme yapılmamasıdır; zîrâ o, fazla iltifattan hoşlanmaz." dedi. Bunun üzerine Ma'rûf-i Kerhî;"Fakat ben kardeş olduğum kimseden gece ve gündüz ayrılmak istemem." dedi ve Allah için sevginin fazîletini anlatan birçok hadîs-i şerîf okudu. Sonra; "Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem, hazret-i Ali'yi kendine kardeş yapmakla, onu ilimde kendisine ortak etti. En sevimli kızını ona verdi. Şimdi sen şâhid ol, mâdem ki seni gönderdi. Ben de onu Allah için kardeşliğe kabûl ettim. O, beni ziyârete gelmezse de, ben onu ziyârete giderim. Ona söyle sohbetlerde buluşalım. Hâlinden hiçbir şeyi benden saklamasın, her hâlini bana bildirsin." dedi. İbn-i Sâlim, durumu Bişr-i Hâfî'ye anlatınca, râzı oldu ve memnuniyetle kabûl etti.

Bir gün Bişr-i Hâfî'nin eşyâsını çaldılar. Ağlamaya başladı. "Mal için ağlanır mı?" denilince; "Mal için değil, hırsızın günah işlediğini, kıyâmet gününde bunun azâbını çekeceğini düşünüp ağlıyorum." dedi.

Adamın biri Bişr-i Hâfî'ye gelip; "Bana vasiyet et." dedi. Bişr-i Hâfî ona; "Şöhretten sakın, helâl lokma yemeye gayret et." dedi.

Büyüklerden bir zât anlatır: Bişr-i Hâfî'nin yanında idim. Hava çok soğuk idi. Gâyet ince giymiş, titriyordu. Yâ Ebâ Nasr bu havada çok kalın giyerler, siz giydiklerinizi çıkardınız dedim. "Fakirleri hatırladım. Malım, param yok ki onlara yardım edeyim. İstedim ki, ben de onlar gibi olup, sıkıntılarını çekeyim." dedi.

Bişr-i Hâfî bir gün kabristandan geçiyordu. Mezardakilerin hallerini Allahü teâlâ gösterdi. Mezarları üzerinde bir şeyi paylaşıyorlardı. "Yâ Rabbî! Bunların ne yaptıklarını bana bildir." dedi. Git, kendilerine sor diye bir ses duydu. Gitti sordu. Bir hafta önce, bir kimse üç İhlâs-ı şerîf okuyup bize gönderdi. O günden beri onun sevâbını taksim etmeye çalışıyoruz, henüz bitiremedik." dediler.

Hasan Hayyât anlatır: Bir gün Bişr-i Hâfî'nin yanında idim. Birkaç kişi gelip, Bişr-i Hâfî'ye selâm verdi. Bişr-i Hâfî onlara siz kimsiniz deyince; "Biz Şam'dan geliyoruz, hacca gidiyoruz. Duânızı almak için size uğradık." dediler. Bişr-i Hâfî onlara; "Allahü teâlâ sizden râzı olsun." dedi. Onlar; "Bizimle hacca gelmek istemez misin?" diye sorunca; onlara; "Üç şartla: Yanımızda bir şey taşımayacağız, hiç kimseden bir şey istemeyeceğiz, eğer birisi bize bir şey verirse kabûl etmeyeceğiz." dedi. Onlar; "Yanımızda bir şey taşımamaya evet! Kimseden bir şey istememeye de evet! Fakat bize verileni kabûl etmemeye gelince, buna gücümüz yetmez." dediler. Bunun üzerine Bişr-i Hâfî; "Siz Allahü teâlâya değil, hacıların azığına güvenerek yola çıkmışsınız." buyurdu.

Bişr-i Hâfî, hazret-i Âişe'den rivâyet edilen şu hadîs-i şerîfi nakletti: Hazret-i Âişe buyurdu ki: "Ben bir gün Resûlullah'dan sallallahü aleyhi ve sellem suâl ettim: "Yâ Resûlallah kadınların üzerinde cihâd var mıdır?" Resûlullah efendimiz buyurdu ki: "Kadınlar üzerinde de cihâd vardır. Lâkin o cihâdda harb etmek yoktur." Ben de; "O cihâd nedir?" dedim. Resûlullah; "Ocihâd hac ile umredir." buyurdu.

Rivâyet ettiği başka bir hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz; "Tencerede bir şey pişirdiğin zaman, suyunu çoğalt ve komşulara dağıt." buyurdu.

Diğer bir hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz; "Kula her taraftan belâ gelmedikçe, îmânın tadını tadamaz." buyurdu.

Bişr-i Hâfî hazretleri hiç evlenmemişti. Kendisine; "Niçin evlenmiyorsun?" diye soranlara; "Bana ömrüm kadar bir ömür daha verilseydi, evlenebilirdim. Zîrâ ömrümde ancak Allahü teâlâya kulluk vazîfelerimi yapabiliyorum."buyurdu. "Eğer sen evlenseydin kulluğun tam olurdu." deyince de; "Kendi hakkımı yerine getirmekten korkuyorum da onun hakkını nasıl yerine getirebilirim." buyurdu. "Niçin evlenerek Sünnet-i seniyyeye muhâlif olmaktan kurtulmuyorsun?" diyenlere de; "Ben farzlarla meşgûl oluyorum. Zîrâ farzları yerine getirmek, sünnetten evlâdır." buyurdu. Bişr-i Hâfî hazretleri; "İki yüz yılından sonra sizin en iyiniz, hafîfülhaz olandır, yâni zevcesi ve çocuğu olmayandır." hadîs-i şerîfini kendine delil olarak almıştı.

Bişr-i Hâfî hazretleri ilim, irfân ve fazîlet sâhibi olup, güzel ahlâklı idi. Onun üstünlüğünü herkes kabûl ederdi, hâlleri ve yaşayışı ile ilgili olarak Abbâs bin Dehkam diyor ki: "Dünyâya geldiği gibi ölen tek insan Bişr-i Hâfî'dir. Dünyâya malsız geldi ve malı olmadan gitti. Ölüm döşeğine yattığı sırada biri gelerek ondan bir şey istedi. Onun bir gömleği vardı. Onu da çıkardı, dilenciye verdi ve bir başka kimseden ödünç gömlek aldı ve o şekilde öldü. Yâni ölünce bir gömleği de yoktu. Gömleksiz geldi, gömleksiz gitti."

İbrâhim Harbî şöyle der: "Ben üç büyük zât gördüm. Bu üç kişinin benzeri yoktur; Birincisi Ahmed bin Hanbel'dir ki, anneler onun gibisini doğurmaktan âciz kalır. İkincisi Bişr-i Hâfî'dir ki, asrından eski devirlere kadar akıllı bir zâttır. Üçüncüsü Ebû Ubeyd Kâsım bin Sellâm ki, sanki o, ilmi kendisinde toplamış bir dağ gibidir. Bişr-i Hâfî hiçbir müslümana gıybette bulunmadı. Eğer onun aklı Bağdât halkına dağıtılsa, hepsi akıllı olurdu."

Bilâl el-Havvâs şöyle anlatır: "Bir gün Sina Çölünde yürüyordum. Yanımda bir zât belirdi. Kimsin deyince, "Kardeşin Hızır'ım." dedi. Sana suâl sormak istiyorum deyince; sor dedi. "İmâm-ı Şâfiî hakkında ne dersin?" diye sordum. "Dünyâdaki dört büyük âlimden biridir." diye cevap verdi. "Ahmed bin Hanbel hakkında ne düşünürsün?" dedim. "Sıddık (doğru, samîmi) bir zâttır." dedi. "Bişr-i Hâfî hakkında ne söylersin?" deyince; "Ondan sonra onun gibi bir zât gelmedi." dedi.

Bişr-i Hâfî'nin üstünlüğünü âlimler, velîler kabûl ettiği gibi, diğer insanlar ve hattâ hayvanlar bile kabûl ederdi. O Bağdât'a geldikten sonra hayvanlar sokakları kirletmez oldu. Çünkü Bişr-i Hâfî hazretleri sokaklarda yalınayak geziyordu. Bağdât halkından biri bir gece hayvanıyla Bağdât sokaklarında giderken, hayvanın sokağı kirletmesi üzerine; "Eyvah Bişr-i Hâfî öldü." diyerek üzüldü. Araştırıp öğrendi ki hakîkaten Bişr-i Hâfî vefât edip, Allahü teâlânın rahmetine kavuşmuştu.

Bişr-i Hâfî hazretlerinin hastalığı sırasında talebelerinden birisi onu ziyârete gitti. Bişr-i Hâfî'ye; "Bana nasîhat et." dedi. Bişr-i Hâfî buyurdu ki: "Bir karınca vardı. Yazın tâneleri toplar, kışın yerdi. Bir gün topladığı tâneyi yemek üzere ağzına aldı. Tam bu sırada gelen bir kuş onun ağzındaki tâneyi kaptı. Karınca topladığı şeyi yiyemedi ve emeline kavuşamadı. Dünyâda insanlar da böyledir. Mal ve servet toplarlar. Onları ya başkaları alıp tüketir veya ölüm kuşu gelip o kimseyi alır da dünyâdaki emeline kavuşamaz. Hal böyle olunca, dünyâya gönül vermemeli, âhiret için hazırlanmalıdır."

Bişr-i Hâfî hazretleri bütün ömrünü ilim öğrenmekle ve öğretmekle geçirdi. Şüphelilerden son derece sakınırdı. Konuştuğu zaman etrâfa ilim, ahlâk, hikmet kokuları yayılırdı. Tasavvuf yolunda büyük makâmlara erişmişti. 841 (H.227) senesi Rebîülevvel ayında Bağdât'ta vefât etti. Vefât ettiğinde cenâzesini sabah evden çıkardılar. Fakat çok kalabalık olduğundan kabristana gece varabildiler. Kendisini rüyâda görüp; "Allahü teâlâ sana ne muâmele etti?" diye sorduklarında; "Benim cenâzemde bulunanı ve kıyâmete kadar beni seveni affeyledi." buyurdu.

EVLİYÂNIN İŞİNE KARIŞILMAZ

Ebû Abdullah Kâdî, Bişr-i Hâfî hazretlerinin yardımseverliğiyle ilgili bir kerâmetini şöyle nakletti:

Babamın şöyle anlattığını işittim: Bağdât'ta bir tüccar arkadaşım vardı. Çok zengin idi. Bir gün baktım bütün malını mülkünü fakirlere dağıtmış, iyi bir müslüman olmuştu. Bunun sebebini sorduğumda, bana şöyle anlattı: "Bir gün Bağdât'ın bir câmisinde Cumâ namazı kılmaya gittim. Namazı kıldıktan sonra gördüm ki, Bişr-i Hâfî câmiden çıktı. Acele acele bir yere gidiyordu. Ben kendi kendime, zühd ve takvâ sâhibi, dünyâya düşkün olmayan, haramlardan sakınan bir zât nereye acele acele böyle gidiyor diye merak ederek onu tâkib ettim. Gördüm ki, önce bir fırına gidip ekmek aldı, sonra kebap yapan bir yere gidip kebab aldı. Daha sonra helvacıdan helva aldı. Ben kendi kendime böyle bir zâtın bunları alıp yiyeceğine kızdım. Fakat nasıl yiyeceğini merak ederek tâkibe devâm ettim. Bir süre sonra bir köye vardı. Köyün câmisine girdi. Baktım ki câmide yatalak bir hasta vardı. Bişr-i Hâfî aldıklarını lokma lokma bu zâta yedirdi. Ben bu arada köyü merak edip neresidir diye biraz dolaştım. Sonra hastanın yanına gittim. Bişr-i Hâfî'yi sorunca, Bağdât'a gitti dedi. Burası Bağdât'a ne kadar uzaklıktadır diye sordum. Bana 40 fersahdır (240 km) dedi. Ben bunu duyunca, benim bu yolu gidecek param yok. Burada kimseyi tanımam ve bu yolu yürüyemem dedim. Hasta şahıs, bekle Bişr-i Hâfî haftaya gene gelir dedi. Bekledim. Cumâ günü tekrar geldi. Hastayı aynı şekilde tekrar doyurdu. Giderken, o şahıs Bişr-i Hâfî'ye:

"Bu adam Bağdât'tan senin arkadaşın, geçen hafta seninle berâber gelmiş. Bir hafta burada kaldı. Onu tekrar yerine götür." dedi. Bana; "Sen benimle niye buraya geldin?" dedi. Ben özür dileyerek, hatâmı söyledim ve af diledim. "Haydi kalk ve yürü." dedi. Akşama kadar yürüdük. Akşam olmak üzere iken bana; "Sen Bağdât'ın hangi mahallesinde oturursun." dedi. Ben falan mahallede otururum deyince, o mahallenin yolu burasıdır. Git ve arkana bakma dedi. Ben ondan sonra tövbe ettim ve bir daha böyle işlere karışmadım." dedi.
Alıntı ile Cevapla
  #2  
Alt 19.01.16, 11:48
Vefalı Üye
 
Üyelik tarihi: 19.08.14
Bulunduğu yer: United States
Mesajlar: 2,809
Etiketlendiği Mesaj: 63 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

Soluksuz okudum ve soluksuz okumanızı tavsiye ederim, bişri hafi çıplak ayakla gezdiği için hayvanların o bölgeye pıislememesi de ayrı bir keramet.

Bende şaşırarak dinledim bu hikayeyi TV'den izlemiştim ve duygulandım.

Rabbim bizlerede böyle teslimiyet nasip etsin, onların hatırına bizleride Salih kullarından kılsın inşallah. Allah CC. Razı olsun
Alıntı ile Cevapla
  #3  
Alt 19.01.16, 16:00
Gayretli üye
 
Üyelik tarihi: 25.03.15
Mesajlar: 1,039
Etiketlendiği Mesaj: 214 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

Bilâl el-Havvâs şöyle anlatır: "Bir gün Sina Çölünde yürüyordum. Yanımda bir zât belirdi. Kimsin deyince, "Kardeşin Hızır'ım." dedi. Sana suâl sormak istiyorum deyince; sor dedi. "İmâm-ı Şâfiî hakkında ne dersin?" diye sordum. "Dünyâdaki dört büyük âlimden biridir." diye cevap verdi. "Ahmed bin Hanbel hakkında ne düşünürsün?" dedim. "Sıddık (doğru, samîmi) bir zâttır." dedi. "Bişr-i Hâfî hakkında ne söylersin?" deyince; "Ondan sonra onun gibi bir zât gelmedi." dedi.
Alıntı ile Cevapla
  #4  
Alt 19.01.16, 16:00
Daimi Üye
 
Üyelik tarihi: 19.11.14
Bulunduğu yer: Edremit/Balıkesir
Mesajlar: 5,337
Etiketlendiği Mesaj: 2751 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

Allahü teâlânın öyle kulları vardır ki, eğer Allahü teâlâdan isteseler, bütün gökler ve yerler onun hürmetine altın olur

Oldukça faydalı bir yazı olmuş.Allah feyizlenebilmeyi nasib etsin.Allah razı olsun...
Alıntı ile Cevapla
  #5  
Alt 21.04.16, 14:43
 
Üyelik tarihi: 06.04.16
Bulunduğu yer: GEMLİK
Mesajlar: 1,652
Etiketlendiği Mesaj: 456 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

Bişr-i Hâfî hazretlerinin hastalığı sırasında talebelerinden birisi onu ziyârete gitti. Bişr-i Hâfî'ye; "Bana nasîhat et." dedi. Bişr-i Hâfî buyurdu ki: "Bir karınca vardı. Yazın tâneleri toplar, kışın yerdi. Bir gün topladığı tâneyi yemek üzere ağzına aldı. Tam bu sırada gelen bir kuş onun ağzındaki tâneyi kaptı. Karınca topladığı şeyi yiyemedi ve emeline kavuşamadı. Dünyâda insanlar da böyledir. Mal ve servet toplarlar. Onları ya başkaları alıp tüketir veya ölüm kuşu gelip o kimseyi alır da dünyâdaki emeline kavuşamaz. Hal böyle olunca, dünyâya gönül vermemeli, âhiret için hazırlanmalıdır."
Alıntı ile Cevapla
  #6  
Alt 20.07.16, 03:02
Üye
 
Üyelik tarihi: 14.07.16
Bulunduğu yer: kayseri
Mesajlar: 39
Etiketlendiği Mesaj: 7 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

Çocukluğumdan beri adını hiç unutmadığım ve hayran olduğum biridir, nerden nereye...

Çok etkileyici. Allah razı olsun.

Cenabı Hak Bişri Hafi'ye, Allah dostlarina ve varisi Rasüllere sevgimizi Muhabbetimizi artırsın
Alıntı ile Cevapla
  #7  
Alt 31.07.16, 04:09
Daimi Üye
 
Üyelik tarihi: 19.11.14
Bulunduğu yer: Edremit/Balıkesir
Mesajlar: 5,337
Etiketlendiği Mesaj: 2751 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

@[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] kardeşim bu konuyu başından sonuna kadar okuyup iyice düşün ve Allah'tan ümidini kesme.

Bişri Hafi Hazretleri

Bisr-iHafi
Dönemin büyük velilerinden olan Bişr-i Hafi’nin gençlik yıllarıdır Bişr-i Hafi bu yıllarda meyhaneden ayrılmamakta, günlerini günah bataklığının içinde geçirmektedir. Bir gece sarhoş bir halde meyhaneden evine doğru giderken yerde çamur içinde kalmış bir kağıt görür. Bişr-i Hafi, kağıdı yerden alır ve kağıtta ne yazdığına bakar. Kağıtta “Bismillahirrahmanirrahim” yazılıdır. Bişr-i Hafi, Allah’ın adının geçtiği bu kağıdın yerde çamur içinde olmasına üzülür, gönlü onun bu halde kalmasına razı olmaz. “Allah‘ın ismi yerde olur mu, çamur içinde kalır mı?” diyerek kağıdın çamurlarını temizler. Eve gidince de besmele yazılı kağıda güzel kokular sürer, ardından bu kağıdı evinin en güzel yerine asar.

Bişr-i Hafi’nin besmeleye gösterdiği bu hürmetin gecesinde alimin biri, bir rüya görür. Rüyasında alime, “Git, Bişr’e söyle! Dün yaptığı bir işten dolayı Ben Bişr’den razı oldum. O, Benim ismimin yazılı olduğu kağıdı nasıl temizlediyse Ben de onu günahlardan temizledim! O, ismimi nasıl güzel kokulu hale getirdiyse Ben de onu güzel edeceğim; ismini dünyada ve ahirette temiz ve güzel eyleyeceğim.” denilir. Alim, sabah olunca hemen Bişr’i aramaya koyulur. Bu arama esnasında onun meyhane de olduğunu öğrenince meyhaneye gelip Bişr’e, “Sana yücelerden bir haber getirdim!” der. Bişr, haberin Allah’tan geldiğini anlayınca,
– “Rabbim bana kızıyor mu?” diyerek ağlamaya başlar.
Alim, rüyasını Bişr Hazretleri’ne anlatır. Bişr-i Hafi buna çok sevinir, arkadaşlarına “Ey arkadaşlarım! Beni çağırdılar, bundan sonra beni buralarda göremeyeceksiniz!” dedikten sonra günahlarına tövbe eder.

Allah’ın ismine gösterdiğin hürmet karşılıksız kalmaz. Kim Allah’a muhabbet beslerse Allah’da ona muhabbet besler.
Alıntı ile Cevapla
  #8  
Alt 25.06.20, 18:51
Muhammet68 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: 25.10.18
Bulunduğu yer: Yurtdisi
Mesajlar: 174
Etiketlendiği Mesaj: 9 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart Bişr-i Hafi (767, Merv, Horasan - 841, Bağdat)

hicri 150 yılında Horasan'ın Merv şehrinde doğdu, hicri 227'de Bağdat'ta vefat etti. İsmi, Bişr bin Hâris Abdurrahmân, künyesi Ebû Nasr'dır.

Yalınayak gezdiği için "Hafî" lakabıyla tanınıp, "Bişr-i Hâfî" adıyla meşhur olmuştur. Kabri Bağdat'ta olup ziyaret yeridir.

Tanınmış bir aileden olup Merv şehri reislerinden birinin oğludur. Bu sebeple çocukluğu ve gençliğinin bir kısmı bolluk, zenginlik içinde geçti. Gençliğinde kendisini oyun ve eğlenceye verdi. Babası vefat edince kendisine çok büyük bir servet kalmıştı. Günlerini eğlence alemlerinde sarhoş olup meyhane köşelerinde sızarak geçiriyordu.

Gençliğinde alim ve velî bir kişinin nasihatlerinden etkilenip tövbe ettiyse de kötü arkadaşlarının tesiriyle tekrar eski hayatına döndü. Babasından kalan serveti için kendisinden ayrılmayan arkadaşları onu bir türlü bırakmadılar.

Bir gün yine sarhoş ve bitkin olarak evine dönerken yolda üstünde Besmele yazılı bir kâğıt buldu. İçi sızlayıp yerden aldı. Öpüp, çamurlarını silerek, temizledikten sonra, güzel kokular sürüp, evinin duvarına astı. O gece âlim ve velî bir zâta, rüyâda; "Git Bişr'e söyle! İsmimi temizlediğin gibi seni temizlerim. İsmimi büyük tuttuğun gibi, seni büyültürüm. İsmimi güzel kokulu yaptığın gibi, seni güzel ederim. İzzetime yemin ederim ki, senin ismini dünyâda ve âhirette temiz ve güzel eylerim." dendi. Bu rüyâ üç defâ tekrar etti. O zât sabah Bişr-i Hâfî'yi arayıp meyhânede buldu. Mühim haberim var diye içerden çağırdı. Bişr geldiğinde; "Kimden haber vereceksin?" dedi. "Sana Allahü teâlâdan haber vereceğim." deyince, ağlamaya başladı. "Bana kızıyor mu, şiddetli azap mı yapacak?" dedi. Rüyâyı dinleyince arkadaşlarına; "Ey arkadaşlarım! Beni çağırdılar, bundan sonra bir daha beni buralarda göremeyeceksiniz." dedi. O zâtın yanında hemen tövbe etti. Bu anda ayağında ayakkabı bulunmadığı için, hiç ayakkabı giymedi. Sebebini soranlara, "Allahü teâlâya tövbe ettiğim, günâh işlememeye söz verdiğim zaman yalın ayaktım. O zaman giymediğim ayakkabıyı şimdi giymeye hayâ ederim" dedi. Bu zamandan sonra ayakkabı giymediği için kendisine yalın ayak mânâsında "Hâfî" lakabı verildi.

Tövbe edip eski yaşayışını terk ettikten sonra bir süre Merv'de ilim öğrenip dayısı Ali bin Harşam'dan ders aldı. Tasavvuf yoluna girip seyahatlere çıktı. Mekke, Kufe, Basra, Şam ve Lübnan taraflarına gitti. Bu yüzden Seyyah Sufilerden sayıldı. En sonunda Bağdat'a gelerek yerleşti. Gezdiği yerlerde ve gerekse Bağdât'ta devrinin ileri gelen alimlerinden ilim tahsil etti ve hadis dinledi. İbrâhim Sa'd, Abdurrahmân bin Zeyd bin Eslem, Hammâd bin Zeyd, Şüreyk bin Abdullah, Muâfâ bin İmrân Mûsulî, Vekî bin Cerrâh, Ebû Bekr bin Iyâş, Hafs bin Gıyâs, Abdullah bin Mübârek, Îsâ bin Yûnus, Abdullah bin Dâvûd el-Hayrî, Ebû Muâviye ed-Darîr, Zeyd bin Ebi'z-Zerka onun ilim tahsîl ettiği ve hadis dinlediği âlimlerden bir kısmıdır.

Onun yaşadığı yıllarda önemli bir şehir olan Bağdat'ta, Ahmed bin Hanbel, Süfyân-ı Sevrî Fudayl bin Iyâd, Muâfa bin İmrân ve İmam-ı Mâlik gibi alimlerin meclislerinde ve sohbetlerinde bulunup onlardan feyz aldı. Buanlardan Hanbeli mezhebinin imamı Ahmed bin Hanbel, Bişr-i Hâfî'yi çok severdi.

Dini ilimlerde yüksek bir alim, tasavvufta yüksek bir velî olan Bişr-i Hâfî, zamanının tıp bilgilerinde de söz sahibiydi. pek çok kimseye ilim öğretip ders verdi. Nuaym bin Heydâm, Muhammed bin Heydâm, İbrâhim bin Hâşim, Nasr ibni Mansûr, El-Bezzâr, Muhammed bin el-Müsennâ, Sırrî-i Sekâtî, İbrâhim bin Harbî en-Nişâbûrî, Ömer bin Mûsâ el-Celâ gibi birçok alim kendisinden ders alıp, hadis okumuşlardır.

Bişr-i Hâfî bütün ömrünü ilim öğrenmekle ve öğretmekle geçirdi. Tasavvuf yolunda büyük makâmlara erişmişti. 841 (H.227) yılının Rebiülevvel ayında Bağdat'ta vefât etti. Allah ondan razı olsun.
Alıntı ile Cevapla
  #9  
Alt 12.03.22, 16:28
Üye
 
Üyelik tarihi: 30.01.20
Bulunduğu yer: istanbul
Mesajlar: 52
Etiketlendiği Mesaj: 2 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart Bişr Hafi (k.s.)

Adı Bişr bin Haris, künyesi Ebu Nasr, lakabı el-Hafi. İtibarlı bir aileden. Merv reislerinden birinin oğlu. 152/769 yılında doğdu. Çocukluğu bolluk ve refah içinde geçti. Gençliğinde, kendini oyun ve eğlenceye verdiği rivayet edilir. Memleketi Merv’de bir süre ilim tahsiliyle meşgul oldu. İlim yolunda seyahatlere çıktı. Bağdat’a yerleşinceye kadar, Şam ve Lübnan dolaylarında dolaştı. Bu yüzden o, “seyyah sûfîler”den sayılır. Bağdat’a geldiği yıllarda Bağdat, dünya meraklılarının da, ahiret sevdalılarının da merkezi durumunda idi. O yıllarda Bağdat’ta ilim de irfan da, ikbal ve makam da mevcuddu.

Bişr, Ahmed b. Hanbel’le görüştü. Süfyan Sevrî, Fudayl b. Iyad, Muafa b. İmran ve İmam Mâlik’ten feyz aldı. Hadis ilminde muteber bir ravi idi. Ali b. Haşrem’in amcazadesi ve mürididir.

Takva ve veraı sayesinde halk arasında muteber bir şeyh, nüfuzlu ve müessir bir mürşid oldu. Manevî derecesi öylesine yükselmişti ki, Halife Me’mun, onu ziyaret etmek için Ahmed b. Hanbel’in tavassutunu istemişti. Hatta Halife Me’-mun’un onun hakkında “Bişr Hafi’den başka bu belde (Bağdat)de kendisinden haya edilip çekinilecek bir kimse kalmadı” dediği nakledilir.

Kimseden bir şey almaz, emirlerin ve zenginlerin hediyelerini kabul etmezdi. Bişr’in vefatı 227/832’de yetmiş yaşlarında iken Bağdat’tadır.

TEVBESİNE SEBEP OLAN HADİSE
Tevbesine sebeb şu olaydır: Bir gün yolda yürürken bir kağıt parçası buldu, onu aldı ve gördü ki, üzerinde “Besmele” yazılıdır. Derhal cebindeki iki dirhemle güzel koku alarak onu iyice silip kokladı. Ve bir yere kaldırıp koydu. O gece rüyasında kendisine şöyle seslenildiğini duydu:

– Ey Bişr! Sen bizim adımızı ayak altından kaldırıp kokladın, biz de senin adını dünyada ve ahirette yücelteceğiz.

Hafi lakabı ile meşhurdu. Çünkü “yalınayak” ge-
zerdi. Hatta yalınayak gezmekten ayaklarının altının simsiyah olduğu rivayet edilir. Hafi lakabını alması ile ilgili rivayet şöyledir: Birgün kapısı çalındı. Cariyesi çıktı ve gelene “kimi aradığını” sordu. Kapıdaki adam:

– Bu evin sahibi hür mü, kul mu, diye sordu. Cariye:

– Hürdür, diye karşılık verdi. Adam:

– Belli, dedi. Eğer kul olsaydı kulluğun edebine riayet edecek oyun ve eğlence ile uğraşmayacaktı, diye ilave etti ve çıkıp giti.

Cariye içeri girip kapıda olanları Bişr’e haber verince o, yalınayak adamın peşinden koştu ve ona yetişerek söylediklerini tekrarlattı. Bişr, bu sözlerden son derece etkilenerek yalınayak başını alıp gitti. Bir daha ayağına nalın giymedi.

Sordular:

– Niçin ayağına nalın giymiyorsun? Şöyle karşılık verdi:

– Mevlam ile olan sulh ve ahdim yalınayak gerçekleşti,bu yüzden bu halimi değiştirmek istemem.

SÜNNETE BAĞLILIĞI
Bir gece rüyasında Hz. Peygamber (s.a)’i gördü. Peygamberimiz sordu: “Allah’ın seni neden üstün kıldığını biliyor musun?” O: “Hayır bilmiyorum ey Allah’ın Ra*sulü!” diye karşılık verdi. Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu: “Sünnetime tabi olman, salihlere hizmet, din kardeşlerine nasihat etmen, ashabımı ve ehl-i beytimi sevmen sebebiyle.”

Şöyle derdi:

“Dünyada aziz olmak, ahirette selamette kalmak isteyen, diline sahip olsun. Şahidlik yapmasın, halka imam olmasın, hiç kimsenin yemeğini yemesin.” “İki şey kalbe kasvet verir: Çok konuşmak ve çok yemek.”

Riyadan çok korkar ve insanları şöyle sakındırırdı: “İnsanlarca maruf olmaktan hoşlanan kimse, imanın lezzetine eremez.”

Zaman ve vakit hakkında şunları söylerdi: “Dün öldü, bugün can çekişiyor, yarın doğmadı, öyle ise şu anı değerlendirmek için amele sarıl.”

Sordular:

– Niye camide vaaz vermiyorsun? Şöyle cevap verdi:

– Camide vaaz vermek için cami hüviyetli olmak, o işin ehli bulunmak lazım.

Ona göre sufîler üç kısımdı:

İstemeyen, verilse de almayanlar. Bunlar, hal sahibi, ruhaniyet ehli kimselerdir. İstediklerinde Allah onlara verir, Allah’a and ettikleri zaman, Allah onları yalancı çıkarmaz.
İstemeyen fakat verildiğinde kabul edenler. Bunlar sûfîlerin orta tabakasıdır, tevekkül ve sükun erbabıdır.
Sabrına güvenen ve vaktin gereğine uyanlar. Böy*lelerini zaruri ihtiyaçları mecbur bırakırsa, kalbleri Allah’a merbut olduğu halde, çıkıp halktan isterler.
ÖLÜM TUTKUSU VE RİYA KORKUSU
Onun ilim ve irfana olan tutkusu, şöhret ve riyaset sevdasıyla değil, sünnete uyma arzusuyla idi. Nitekim şöyle derdi: “Riyaset arzusuyla ilim yapan, Allah’ı kızdıracak bir işle O’na yaklaşmaya çalışıyor, demektir. Çünkü ilim sebebiyle liderlik istemek gökte ve yerde, öfkeyi gerektirir.”

Hikmete ermenin yolunun “Allah’a isyanı terkte” olduğunu söylerdi. O, ibadetin lezzetine erenlerdendi. Bu lezzete ermenin yolunu şöyle anlatırdı: “Kendinle arzu ve isteklerinlerin arasına demirden bir perde çekmedikçe ibadetten lezzet duyamazsın.”

Müridlerini ellerini açmış dua ederken görünce “Dua günahları terktir” diye uyarırdı. Rızık konusunda halkı veraa teşvik eder, özellikle ticaret erbabını helal ve temiz kazanca yönlendirmeye çalışır, bu konuda varid olan âyet ve hadisleri sık sık tekrarlıyarak “Ekmeğini nereden kazandığına iyi bak, kendini cehenneme atma” diye öğüt verirdi.

Amellerin şahı üçtür, dedi:

Mal az olduğunda da cömert olabilmek,
Tenhada da vera sahibi olabilmek, yani haramdan sakınmak.
Kendisinden korkulan ve bir şeyler umulan kimsenin huzurunda da hakkı söyleyebilmek.
Dünya talihlilerine şöyle çıkışırdı: “Dünyaya talib olandan dünyalık istemeye utanmıyor musun? Sen dünyalığı, dünyayı elinde tutan (Allah)tan istesene!”

Sordular:

– Yediğin nereden? Şöyle cevap verdi:

– Siz benim nereden yediğimi ne yapacaksınız? Kendinizin ne suretle yediğinize bakınız. Çünkü gülerek yiyenle ağlayarak yiyen bir olmaz. Lokma lokmaya eşit değildir.

Vera ehlindendi. Bu yüzden “Yediğin ekmeğin nereden olduğuna, çoluk çocuğunun oturduğu evin hangi yoldan kazanıldığına dikkat et!” derdi.

Aza kanaat etmeyi atâ ve ihsana tercih ederdi. Sevgilini kızdırana muhabbet beslemen, sana yakışmaz, derdi. Ona göre sabır, sükuttu. Sükut da sabırdan bir cüzdü, çünkü konuşmaya düşkün kimse, sükutu ihtiyar edenden daha muttaki olamazdı. Ancak yerinde konuşan ve yerinde susmasını bilen alimin durumu bundan farklıydı.

“Düşman senden emin olmadıkça kemal ehlinden olamazsın. Dostu kendisinden emin olmayan, nasıl hayırlı ve kemal ehli olabilirdi.” - rahmetullahi aleyh -
Alıntı ile Cevapla
  #10  
Alt 04.03.24, 00:33
 
Üyelik tarihi: 14.10.18
Bulunduğu yer: uşak
Mesajlar: 340
Etiketlendiği Mesaj: 8 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

Çocukken tgrt'de filmleri çıkardı duygulanarak izlerdik hey gidi günler
Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Etiketler
affedilmeye, bazilarini, bile, bisri, hafi, sevmek, yeter

Seçenekler
Stil

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Açık
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık



Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 15:04.


Powered by vBulletin® Version 3.8.5
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
HavasOkulu.Com

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147