Ruh için Felsefe Ne diyor ??? - Havas Okulu
 

Go Back   Havas Okulu > Evrensel Enerjiler & Parapsikoloji > Parapsikoloji & Spiritüalizm

Acil işlemleriniz için instagram: @HavasOkulu
Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Stil
  #1  
Alt 26.12.19, 18:32
Gayretli üye
 
Üyelik tarihi: 14.10.17
Bulunduğu yer: LEVH-i MAHFÛZ
Mesajlar: 694
Etiketlendiği Mesaj: 255 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

Bu kısım, şayet her filozofun fikriyle kaleme alınsa ciltler dolusu yazı yazmak gerekecek. Çünkü bugüne kadar gelip gitmiş her
filozof ruh hakkında söz söylemek ıztırarmda kalmıştır. Felsefede
en çok yer tutan konular; madde, ruh, Allah fikridir. îş böyle olunca, biz buraya her filozofun hattâ her felsefe mektebinin görüşlerini
yazmaktansa onları, ruh hakkmdaki görüşlerine, düşüncelerine göre
gruplara ayırarak mütalea etmeyi daha faydalı bulduk. Yalnız bu
gruplarda kendi düşüncemize göre bir tasnif yaptık. Kitabımızın
hacmi de göz önüne getirildikten sonra bu şekildeki hareketimi okuyucularımın müsamaha ile karşılıyacaklarma güveniyorum:
Filozofları: 1 — Ruhun varlığına inanmayanlar, 2 — İnananlar,
diye iki grupta mütalea edeceğiz.
1 inci grup:
Ruhun varlığını kabul etmeyen filozoflar, kâinatta maddeden başka bir cevher mevcut olamıyacağını kâinatın kendi
kendine var; ezelî ve ebedî olduğunu söylerler. «Materialisme» mesleğini temsil eden bu görüş hakkında yukarıda yeter bilgi verildi.
Felsefenin «Vahdet-i mevcudat» — ki bunu İslâm tasavvufunun «Vahdet-! vücut» u ile karıştırmamalıdır.— dediği bu görüş, bizim eski
kitaplarımızda «ademci materyalizma» nm tam kendisidir. (2, 4, 6,
16, 35) vahdet-i mevcudatçılar «Ruh» a inanmamakla beraber Allaha da inanmazlar. Bunlardan Büchner'in Türkçeye tercüme edilmiş
olan «Madde ve kuvvet» adındaki (18, 19, 20) eseriyle, Rahip ve mütefekkir J. Meslier’nin «Aklı selim» — keza bu da Türkçeye tercüme
edilmiştir (67) — isimli kitabı bizde hayli ilgi çekmiş kitaplardan
sayılır. Bunlardan birincisine karşı 1928 de İsmail Fennî bir reddiye
yazmıştır. Bu kitaplar karşılıklı iddiaları tetkik edeceklere tavsiye
edilebilirse de bilhassa İsmail Fenninin kitabı eski Osmanlı üslûbiyile yazılmış bir eser olduğundan bugünün okuyucularına hitap etmekten uzaktır. Son zamanlarda çok kıymetli dostum Doktor Bedri
Ruhselma’nm «Ruh ve kâinat» isimli üç ciltlik kitabı bu ihtiyacı
karşılıyacak kıymettedir. (76, 77, 78 - 79).
2 inci grup:
Ruha inanan filozoflar arasmda da fikir ayrılıklarını görüyoruz. (34, 39, 45) bunlar arasmda ,ruhu, maddenin bilemediğimiz hallerinden, son derece süptil ve «rarefiye» şekillerinden
birisi olarak telâkki edenler olduğu gibi; onu bir şuuru külli veya
aklı küllinin bir zerresi sayanlar var. Mahiyeti itibariyle birisi maddecilik, diğeri tasavvuf olan bu iki görüş, konumuzun, ikinci derecede ilgisini çeker. Binaenaleyh biz doğrudan doğruya maddeden
ayrı bir cevher olarak ruhun varlığını tanıyan felsefe mesleğini burada bahis mevzuu edeceğiz. Yani spiritualizmayı anlatacağız demektir. Yalnız burada şu mühim noktayı da tebarüz ettirmeliyiz:
Spiritualizma ile Spiritizmeyi bir çokları birbirine karıştırırlar.
Halbuki bunlar birbirinden ayrı şeylerdir. Spiritualizm, ruh ve ruh
ötesi «Metapsişik» mevzularla uğraşan, felsefî tefekküre bağlı bir
akidedir. Spiritizme ise bu felsefî mektebin amelî ilmi, tecribî
tatbikatıdır. Maamafih bir insanın hem spirit hem de sipiritualist
olması mümkündür. Bu noktayı biraz daha vâzıhlaştırmak için yüksek mimarla, mimar kalfası misalini verelim. Yüksek mimar düşünür, hesabını, kitabını yapar; kalfa da bu hesap ve kitaplara dayanarak eseri meydana kor. Burada yüksek mimar spiritualisttir.
Kalfa da spirit... Ruhun varlığına inanmanın çeşit çeşit olduğunu
söjdemiştik. Hemen her filozof bu hususta kendine göre bir yol tutmuştur. Ve her yol yeni bir mektebe gidebilir. Fakat ayrılma noktalarında da varlığın kabulüne ait hiç bir menfilik görülmez. Bu
bakımdan biz hepsini bir çatı altında gözden geçirmeyi uygun gördük. Yoksa her filozofun görüşünü yazmıya kalksak, kitabımızınhacmini aşarız. Son senelerde atom araştırmalarının aldığı yeni gelişme ile maddenin bildiğimiz, hattâ tahmin ettiğimizden daha seyyal bir nihayetsizliğe doğru kaydığını görüyoruz. Bugünkü fizikçi
dünkü gibi kat’î hükümlerle düşünceleri kilitlemekten çekiniyor.
Fakat henüz ilim taassubundan kurtulmamış ve eski geleneklere
bağlı ilimciler hâlâ maddenin bilinen hallerinin dışında bir varlık
(Etre) olmıyacağını söyler dururlar. Hattâ spiritualizmin bir felsefe, spiritizmenin de bir ilim olmadığını iddia ederler. Halbuki ilimlerin tasnifi için kendisinin koyduğu esaslar gözönüne getirilirse
ruhî hâdiselerin de kendilerinin ayni bir mahiyeti taşıyan ilimden
başka bir şey olmadığı görülür. (97).
Ruhun varlığmı kabul eden İslâm filozoflarmın, (Hür tefekkür
nümuneleri verenler müstesna), daima dinin çerçevesi içinde hareket etmiş olduklarmı görüyoruz. «Ölüm tamamen yok oluş değildir. Belki bedenle ruhun ayrılmasıdır. Ruh ölür, mahvolur diyenler
günaha girerler. Tenasuha inananlar da küfür işlemiş olurlar.»
(64). Ruhun varlığına inanan bütün filozoflar madde ile ruh arasında şu ayırıcı vasıfları bulunduğunu söylerler: (2, 5, 15, 16, 18, 21,
76. 99, 104).
1 — Madde âtıldır^. Ruh faaldir.
2 — Maddede şuur yoktur. Ruhda var.
3 — Madde fizik kanunlarına tâbidir. Ruh,fiziyoloji ve biyoloji
(o da her zaman değil) kanunlarına uyar.
4 — Ruhta (Tekâmülüne göre) sevgi, ıstırap, hâfıza, irade,
icad fikri... ilh gibi bir çok hâdiseleri yaratmak kabiliyeti
vardır. Maddede yoktur.
5 — Ruh, maddeleri kendi maksat ve gayesine göre kullanır
(yani aktifdir) madde bu işe uyar (passif).
6 — Ruhda icat fikri ve yaratıcılık kudreti vardır. Maddede yok.
7 — Ruhda bizzat tekâmül etmek hassası vardır. Maddede
yoktur^.
8 — Ruh ezelî ve ebedîdir. Madde de ezelî ve ebedidir.
9 — Ruhda kendikendini idrak var. Maddede yok.
10 — Ruh, Allahın kâinattaki kanunlarını tatbik eden bir vasıtadır. Madde, bu kanunlara mutavaat eden bir mevzudur.
Yahut Allahın kanunlarının tatbik bulduğu bir vasıtadır.
Yani, ruh idare eder. Madde idare edilir.11 — Madde üç buudludur. Ruhta buud meselesi mevzubahis
değildir.
12 — Madde zaman ve mekân mefhumiyle mukayyettir. Ruh
değildir.
13 — Madde tecezzi eder (yani parçalanır) ruh etmez.
14 — Maddeler tecezzi ettikleri gibi bilâkis toplanarak kül de
teşkil ederler. Ruhda bu mâna da bir şey mevuu bahsolabilir, fakat her fert benliğini, ferdiyetini muhafaza eder.
15 — Maddede tahayyüz ve ademi tenafüz hassası var, ruhta böyle bir şey mevzubahis değildir.
Madde ruh münakaşalarında en çok mevzuubahs olan maddelerden en mühimlerini böylece sıraladık. Bunların ayrı ayrı ve teker teker münakaşasına kalkarsak kitabımızın hacmini aşarız. Onun
için bir çok yerlerde münakaşa edilen bazı mühim noktalar üzerinde durmayı kâfi gördük:
Spiritualistlere yapılan itirazlar iki taraftan gelir. Bunlardan
birisi materyalistlerindir. İkincisi de din mensuplarının. Tuhaftır ki din, varlığının ilmi ve tecribî bir dayanağı olabilecek
bir spiritualizm mektebini her zaman şüphe hattâ küfür ile
karşılamıştır. Şimdi din mensuplarının spiritualizmaya yaptığı itirazlardan bir kaçmı inceleyelim.
a — (Ruh, Allahın kâinattaki kanunlarını idare eden bir vasıtadır.) fikri, onlara yabancı gelecek. Çünkü din kitaplarından
Tanrının bu kanunları bizzat kendisi idare ediyor mânasını çıkarmışlardır. Tanrı’yı insanın ve bütün mahlûkların hareketlerinin bizzat ve bilfiil nâzımı ve muharriki olarak düşünürler İnsanları yaşat
mak. yürütmek, ağlatmak, güldürmek hattâ tabiat hâdiselerinden
yağmur yağdırmak, fırtına velhâsıl bütün kâinat olaylarını Allahın
vazifesi sayarlar. Halbuki «Tanrı kâinata koyduğu nizamı ve ahengi — ki bu onun kanunlarıdır— yine kendi halkettiği ruhlar vasıtasiyle tedvir ettirir.» Fikri onun ululuğuna daha çok yakışır. Bu
şekilde bir inanış «iradei cüz’iye ve külliye» çıkmazlarını daha
tatminkâr bir vâdiye getirdiği gibi fertlerin «vicdan mesuliyeti»
yükünü mantıkî olarak sahibine yani insana yükler.
b — «Madde ve ruhun ezelî ve ebedî oluşu» fikri, Religionistleri
şiddetle tahrik eder. Bir çok defa bu meselenin münakaşasında dostlarımızla şu yolda konuşmalar yaptık:
— Materyalistler maddeyi ebedî ve ezelî sayarlar. Bu küfürdür.
Spiritualistlerin (madde_il.e). jzuhun ezelî ve ebedî oluşunu iddialarıda aynı şekilde küfür sayılır. Çünkü Allaha şirk koşulmuş oluyor.
— Ben böyle düşünmüyorum. Bilâkis maddeyi de ruhu da ezelî ve ebedî olarak kabul ediyorum. Bu inanışım hem ilme, hem dine, hem de felsefeye uygun.
— İlim ve felsefeye karışmam, fakat dine külliyen mugayir.
Çünkü Kur’anda: «Ezelî ve ebedî olan yalnız odur.» yazılı... Onun
için ruh ve maddeyi de eğer ezelî ve ebedî kabul edersek Allaha
şerik koşmuş oluruz.
— Hayır. Hiç de öyle değil. Evvelâ; şerik demek benzer, eş demek. Maddeyi de ruhu da mahlûk olarak önceden kabul ettiğimiz
için, bu endişe haklı değildir.
— Ezelî ve ebedî oluşu bir benzerlik, sayılmaz mı?
— Evet. Amma ayniyet değil, Sonra eğer Allahı ezeldenberi halik
olarak tanıyorsak ruh ve madde de ezeldenberi var olması lâzım.
Şayet sonradan halik oldu diyorsanız Allahın halik oluncıya kadar
âtıl, durduğunu iddia etmiş olacaksınız. Bu da Allaha nakisa, onu
küçültmek değil midir?..
— İşte madem ki Tanrıyı bütün sonsuz, nihayetsiz kudretiyle
halik (= yaratıcı) olarak kabul ediyoruz. O da ezelî ve ebedîdir.
O halde yaratıcılığı da ezelî ve ebedidir. Binaenaleyh ruh ve madde de ezelî ve ebedidir. Esasen Kur’anda da «Cennette ebediyyen
yaşıyacaktır.» kaydı vardır.
c — «Ruhda yaratıcılık vasfı var» denüştik. Bu iddia da mutaassıb zihinlerde küfür telâkki edilir. Halbuki, dinî esaslar daha ziyade
tarafsızlıkla ve dikkatle incelenirse bunun tamamen ters olduğu
görülecektir. Nitekim; Kur’anm «ruh ve yaratılışı» hakkındaki sözleri (Dinin görüşü’ne bakınız) iyi düşünülürse ruha bu imkânı bahşeder (14/28, 21/91, 32/9, 38/72, 66/12( surelerinde Tanrının, ruhlara
kendi ruhundan üfürdüğünü (yani kendi mahiyetinden, kendi kudretinden bahşettiğini) yazar. O, tek kudretinden bir zerrenin iltihakiyle ruhlarımızın ne muazzam bir kabiliyet ve imkânlara mazhar
olduğunu bugünün medeniyeti, felsefe... vesaire bize ispat etmiyor mu? Kaldı ki insanların yaratıcılığını, kâinattaki varlıklardan
terkipler yapma, onları yeni görünüşlerde kalıplandırma şeklinde
tasavvur ediyor. Ve bizdeki yaratıcılığı ancak bu mânada kabul
ediyoruz. Yoksa mutlak ademden yaratma. Tanrıya mahsus bir
vetiredir;
Şimdi biraz da materyalistlerin itirazlarını görelim:
a — «Onlar: maddede üç buud var, ruhda buud meselesi mevzubahis değildir diyorsunuz... Halbuki fikir, buudsuz yahut üç
buudiu düşüncenin dışında hiç bir şey, anlıyacak, idrak edecek kudret ve kabiliyette değildir!» diyecekler. Onlara şöyle bir misal verilebilir:
[Yuvarlak bir lâstik top alalım. Bu, bir maddedir. Kürre şeklinde ve mdadenin bütün vasıflarını havidir. Bu top elimde durduğu müddetçe onun bulunduğu yere — başka yere itilmedikçe —
başka bir cisim giremez (Ademi tenafüz) Çünkü topun işgal ettiği
yer kendisine mahsustur. îşte onun boşlukta böyle bir yer (mekân)
tutmasına tahayyüz diyoruz.. Elimin içinde ve hareketsiz durduğu
müddetçe top için söylenen bu sözler doğrudur. Topu hızla yere
vuralım. Tekrar elimize gelir. Eğer saniyede beş defa vurmuşsak, top da beş defe yere değer, ve zıplayarak avucumuza — beş
defa — gelir. Bu hareketi hızlandıralım. Saniyede beş yerine beş
yüz defa vurabilsek, top da beş yüz defa yere, beş yüz defa da elime gelecek. Eğer bu hareket saniyede yüz, bin, milyon, milyar defa tekerrür ederse top da o kadar defa yere ve elime gidip gelecek.
Burada iyi düşünür ve meseleyi kafamızda canlandırırsak göreceğiz ki top bir anda bu kadar sürate kavuşunca evvelce bildiğimiz
vasıfları yavaş yavaş kaybedecektir: Topun bir anda milyar defa
avucumda bulunuşu, bir anda hemen daimî olarak avucumda
bulunuşu demektir. Ayni düşünce ile o, hem yerde hem de
yerle elimin arasındaki bütün noktalarda bir anda mev vuttur.
Yani top için artık muayyen bir mekân tâyin edemiyoruz.
Keza artık top için önceki 3 buud meselesi de mevzuu bahis olamıyacaktır. Çünkü süratin artmasiyle top, bir anda hem elimde hem
elimle yer arasındaki noktalarda hem de yerde bulunmak zorundadır. Daha doğrusu top yerle elimin arasmda uzanmış üstüvanî bir
sütundur. Halbuki o bir kürre idi. Görülüyor ki cisimlerdeki hareket büyük bir ölçüde olunca artık madde hakkında önce bildiğimiz
vasıflar değişmeğe başlıyor. Ve üç buud realitesi kalmıyor. Demek
ki buud dediğimiz şeyler bir takım şartlara bağlı... İşte buudlarm
böyle sabit bir şey olmadığını görünce materyalistlerin yukarıki
itirazları da yersiz oluyor demektir. İnsanlar hayalhanelerini işlettikten sonra üç buuddan dışarı çıkan fikirleri pekâlâ kabul edebilecek bir duruma girebiliyorlar. Böylece ruh hakkında da ayni düşünceler yolundan hareket etmekle bir şeyler sezmek imkânı olabilir.
Biz, Bu misalimizle üç buud mefhumunu tamamen aştığımızı iddia
etmiyoruz, fakat onun hudutlarında da hapsolmadağımızı zannediyoruz.
b — «İkinci itiraz: Madde âtıl, ruh faaldir.» fikri de materyalistlerin itirazına uğrar. Çünkü onlar maddenin de faal olduğunu iddia ederler.
Buna misal olarak radyo aktif maddeleri, emanasyonları göstermeğe yeltenirler. Maddede atomların hareket halinde olduğunu
biliyoruz. Fakat bu hareket, atalet halindedir. Haricî bir müessir
olmadıkça bu harekette hiç bir değişiklik olmaz. Atomlardaki bu
hareketler meselâ ruhtaki gibi bazan şu ve bazan bu şekilde ve iradeye tâbi değildir. Oluş halinin değişmeden devamıdır. Halbuki
ruhta böyle muayyen ve değişmez bir hareket görülmez. O, iradesine, isteklerine uyarak herhangi bir zamanda herhangi bir şekilde
bu hareketini değiştirir. Bu değişmeler hiç bir kaideye, kanuna
bağlı olarak muayyenlik esasına dayanmaz. Nihayet denebilir ki
madde determinist, ruh fatalist kanunlarla hareket eder»
«Hareket, maddenin, umumiyetle mevcudiyetin, uzvî ve gayri
uzvîlerin katî bir hassa (r= Attribut) sidir. Hakikaten İngiliz
(Grow) bedahet derecesinde gösteriyor ki hareket; gerek kuvvet
ve gerek faaliyet halinde daima maddede mevcuttur Ve tabiatin
hiç bir tarafında «mutlak sükûn» yoktur. Madde, umum heyetiyle
olduğu gibi, en iç ve cüz’î teşekküllerinde de daimî bir hareket halinde bulunur.» (18) Bu hareket hiç bir zaman inkâr edilmiş
değildir. Biz maddede sükûnetin değil ataletin mevcudiyetini söyledik. Bir hareket, bu halini değiştirmeden hep ayni şekilde
hareketine devam ederse, buna atalet denir. İşte madde bu mânada
bir atalet içindedir. Ve bu hareketini hep ayni şekilde muhafaza
eder. Halbuki ruhda böyle bir katiyet yoktur. Sözlerimizi bir misalle aydınlatalım:
Meselâ bir A. elektronu B. protonunun etrafında saniyede N süratiyle ve tam bir daire teşkil etmek üzere hareket ettiğini farzedelim. Bu hareketin istikameti de, saatin kollarının hareketi gibi
soldan sağa doğru olsun. Şimdi böyle bir madde, ebediyen bu hareketlerini, bu süratini, bu istikametini bozmadan böylece döner
durur. Halbuki ruh böyle yapmaz. O isterse daire hareketi yerine
helezon hareketi yapar, yahut kat’ı nakıs veyahut müstakim bir hat
üzerinde ve nihayet sıçramalar şeklinde, velhasıl canı nasıl isterse
öyle hareket edebileceği gibi meselâ saniyedeki N süratini M veya
O. P, Q, ilh... şeklinde azaltır veya çoğaltır. İsterse sağdan sola, soldan
sağa ve başka istikametlerde yapar. Hattâ bu değişmelerin hepsini
sıra ile ,sırasız, keyfine göre tadil etmek kabiliyetine maliktir. İşte bu mühim noktadır ki ruhla maddeyi birbirinden ayırır.
c — Üçüncü itiraz: (Maddede şuur yoktur, ruhta vardır.) sözünü de doğru bulmazlar. Onlar maddede şuurun iptidaî unsurlarını kabul etmeğe meyyaldir. (18, 19, 20, 67).
Kendi görüşlerini ispatlamak için billûrlardaki (Reparations),
(tamamlanma) hadisesini öne sürerler. Filhakika kardaki billûrlar
böyledir. Onlardan bir tanesinin, meselâ yıldız biçimindekinin baGaklarından birisi kırılacak olursa yeniden bu kırılan yerin husule
geldiği görülür. Nebatatta kesilen bir daim yerine yenisinin sürmesi gibi bir şey..
1849 da Reichert tarafından albümin ve protein billûrları üzerinde yapılan tecrübeler, bunların tıpkı uzvî maddeler gibi olduklarını, zerrelerin protoplazmalarda görülen hassalara benzer hassalar gösterdiklerini isbat etmiştir. İşte bu hâdise hücre ile billûr, daha
doğrusu «organique», âleme, gayri uzvî, «inorganique» âlem arasındaki uçurumu doldurmuş ve bunlar arasındaki münasebetleri meydana çıkarmıştır (18).
Fakat acaba bu hâdiselerde şuur var mıdır? Şuur deyince ne
anladığımızı gözden geçirirsek meseleye daha iyi nüfuz edebiliriz.
Psikoloji kitaplarında şuurun tarifi şudur. «Şuur: «Ben» nin bilinmesi, tanınmasını ve tastikini gösterir (71) Bazı eserlerde şuur kelimesi irade, vicdan ve daha bir çok ruh melekeleriyle karıştırılmış bir haldedir. Biz daha umumî bir mâna ile şuura geniş bir ifade
veriyoruz: «Ruhun; idrak, taakkul irade vesaire gibi «şuur» ismi altında umumî bir hüviyeti olduğu da söylenir» (99, 100, 101, 102,
103) şuurlılık halinin, tahteşşuur, fevkaşşuur, lâ şuur isimleri altındaki varyasyonlarını ve bunun münakaşasını başka bir bahse
bırakacağız. Şimdilik ruh melekelerinin yani şuurun:
1 — Sevgi ve nefret, haz ve ıstırap gibi, hissî;
2 — Düşünce, hâfıza, keşif ve istidlâl, hâdiseler arasında münasebetler tesisi ve bunlardan yeni münasebet ve neticeler
çıkarılması, gibi aklî;
3 — İrade, gibi harekî; olmak üzere üç ayrı mahiyette müessiriyet gösterebildiğini kaydedelim. Şu halde «şuur» denince
bu üç unsur bahis mevzuu olacaktır.
Şimdi bu mütalealardan sonra bu husustaki itirazları ayrı ayrı
ele alalım:
Moleschott «kuvvet, bir fiskesiyle âlemi harekete getiren Allah değildir. Maddeden ayrı da değildir. Maddenin, kendisinden ayrılamaz, onun ebedî bir hassasıdır. Maddeden ayrı ve onun üzerinde serbestçe uçan bir kuvvetin idraki mümkün değildir. Azot, karbon. oksijen, hidrojen, kükürt, fosfor hepsi bir takım hassalara maliktirler ki ebediyen kendilerine mahsustur» diyor. Evet, ilk bakışta bu sözler doğrudur. Fakat kuvvetin maddeden ayrılmaz bir şey
olduğu çok eski ve bugün ölmüş bir fikirdir. Çünkü bugün maddenin enerjiye ve enerjinin de maddeye tahvil edilebileceği kat’î olarak ispat edilmiştir (98).
Cotta, Mohr, Spiller, Haeckel, Helmohlz ve daha bir çok mütefekkirler «maddesiz kuvvet, kuvvetsiz madde olamaz» demişler veMoleschott’un fikrine iştirak etmişlerdi. Filhakika yukarda kendisinin
saydığı azot, fosfor vesaire gibi maddelerde acaba duymak düşnümek hassası var mıdır? Düşünen bir fosfor maddesi veya tenasül
ve tekessür kabiliyeti olan azot, velhâsıl hayatî vasıflar dediğimiz
vasıfları gösteren bir kükürt zerresi görülmüş müdür? Belki
buna karşı bir itiraz akıllara gelecektir. Ve denilecektir ki;
bu maddeler ayrı ayrı zerreler halinde bu vasfı haiz değillerdir
amma, bir ahenk altında birleşince bu vasfı kazanırlar. Hattâ, buna
bir misal de verilebilecektir. Su, oksijen ve hidrojenden
yapılmıştır. Fakat ne hidrojende ,ne de oksijende, suda bulunan vasıflar meselâ sululuk vasfı, yoktur. Su ,ne hidrojen gibi yanıcı ne de oksijen gibi yakıcı değildir vesaire... Ve bu misallerle
dâva kazanılmış sanılacaktır. Evet fikir doğrudur. Azot, kükürt, oksijen, fosfor ayrı ayrı hayatî vasıfları haiz değillerdir, fakat birleştikleri zaman (meselâ beyin oldukları zaman) bu vasfı
kazanırlar... Peki henüz ölmüş bir insanın beyninde kimyaca azot,
karbon, kükürt diye sayılan ve yine i?.iç birisinin (madde bakımından) eksik olmadığı bu ölü beyni niçin düşünmez?.. Belki burada
da bir kaçamak noktası aranacak ve maddelerin bu birleşme keyfiyetinde değişiklikler olduğu söylenecektir. îyi amma evvelâ bu değişiklik ispat edilmiş midir? Sonra bu değişikliği izah edecek sebep
nedir. Niçin bu değişiklik vukua geliyor? ve dahası bugünkü modern kimya bu maddeleri pekâlâ karıştırıp, terkipler yaparak beyin
cevherinin kimyasal örneğini yaratmak kudretindedir. Fakat niçin
canlı bir madde yaratılamıyor? Burada bazı tamamlayıcı tafsilâta
girişmek lâzım geliyor. Bu kısımla ilgili ve faydalı olduğu için okuyucularım beni bağışlarlar zan ve temenni ederim:
«Rusların bir İlmî tecrübesini nakledelim: Kesilerek vücudundan
tamamen ayrılmış bir köpek kafası üzün bir zama nsunî vasıtalarla
yaşatılmıştır. Keza, vücudundan ayı ilmiş hayvan kalblerinin de münasip vasıtalarla uzun zaman yaşadıkları ve hareketlerini muhafaza ettiklerini biliyoruz. Son zamanlarda kazalar veya bazı hastalıklar dolayısiyle teneffüs vazifesi görmeyen akciğerleri — insanların— çelik odalarda senelerce yaşattıklarını Amerikan neşriyatından okuyoruz .Bütün bunlarda ruh ve beden münasebetlerini ilgilendiren mühim noktalar var. Bu tecrübeler ileri sürülerek maddenin muayyen şertlar altında hayat denilen kabiliyeti gösterdiği
— tecrübelerin ehemmiyetine rağmen — söylenemez. Çünkü evvelâ
bütün bu tecrübelerde zaten önceden hayatî bulunan kısımlar ele
alınmıştır. Şayet kükürt, karbon, fosfor ilh... maddeleri birleştirip
bir kalp bir beyin yapmaya ve onu canlı benzerinin bütün vazifelerini görür bir halde işletmeğe muvaffak olsalardı o zaman dâvayıonlar kaazmriardı. Fakat böyle bir şey mevzuubahis değildir. Zaten
hayattar olan kısımları hayattaki şanlarına benzer şartlar içinde
(hayatiyeti) hayatiliğini uzatmak başka şey; onu bizzat yapmak yine başka şeydir. Sonra hayat demlen cevtıerm şu veya bu uzuv
(organ) ile olan münasebetleri de gözönünde tutulmalıdır. Mesela bedenınaen ayrılmış bir kalb,dışarıda sun’î vasıtalarla uzun
zaman vazılelerıni görür. Kalb, bir takım adalelerden, onlarda hücre (göze) lerden mürekkeptir. Her hücre ise esasen canlı bir vahdettir. Beden öldüğü zaman bu hücrelerin hepsinin birden (ânide)
ölmesi gerekmez. iNıteKim ölen insanlarda öiumaen sonra da tırnakıarm, saçların uzadığı, cild hücrelerinin yaşadıkları, hattâ bu
derilerden almıp aerısi kalkmış veya kesilmiş olan sağ insanlara
yapıştırıldığını hepimiz biliriz. Demek ki bu hücrelerde de hayat
öiumaen sonra henüz devam etmektedir. İşte yapılan işler bu yaşamakta olan hücrelerin hayatmı uzatmaktan ibarettir.
d — 4 üncü itiraz: Maddede tefekkür kabiliyeti yoktur Sözünü
kabul etmezler: «Cisim nasıl düşmek hassasına malikse yine öylece aüşünmek hassasma da maliktir. Schopennouer.» (18, 19, 2ü)
derler. Evvelâ düşünmek hassasma malik bir maddeyi göstermelerini istemek lâzım'.. Bu hangi maddedir. (?) Bir maddeler kompleksi olan beyin ise yukarıda 3 üncü itiraza verilen cevaplan gözönünde tuttuktan sonra şu mülâhazalara da girişmek icap edecek.
Cazibe ile kimyevî alâka acaba sevgi midir. Birisi maddeler arasında, birisi de ruhlar arasında vukua gelen ve ayni mahiyette gibi
görünen bu hâdise acaba hakikatte ayni şey midir. Bunu misallerle
biraz açalım: Elimizde tuttuğumuz bir taş parçası bırakılırsa yere
düşer. Bu tecrübeyi bir milyar kere tekrarlasak hep ayni neticeyi
alırız. Cazibe kanununa uyan bu olay ayni şartlar altında hiç bir
zaman değişmez. Keza, hidrojenle oksijen yanyana geldiği zaman
(elektrik yar dimiyle) daima birleşirler. Ve daima bu birleşmeden
su hâsıl olur.
Bu olaylar öyle bir kanuna tâbidirler ki neticeler ve sebepler
daima ayni çıkar. Halbuki iki ruh karşısında ayni tecrübeler her
vakit başka başka neticeleri doğurur. Neden?... Meselâ ayni şartlar, ayni hava ve atmosfer içinde ayni iki ruhu tetkik edersek bunların hiç bir zaman maddenin değişmez kanunlarına uyarak tecrübelerimize her vakit ayni cevabı vermedikleri görülür. (76, 77, 78)
«Ruh ve kâinat» dan bu mevzula alâkalı şu satırları tahlilî bir görüşün insaflı hükümlerine bırakıyoruz: «Hücrenin esası olan protein maddesi cinse, şahsa, nesice ve hattâ nescin canlı veya cansız
olduğuna göre değişir. Bunların nevilerinin çokluğu hakkmda
Huguneug şunları söylüyor: «bunların sayısı bütün adetlerin üstündedir. Burada bir adet kullanmak istersek 50 hattâ 100 ziya senesiyle birbirinden uzaklaşmış olan yıldızlar arası mesafenin kilometre sayısı kadar büyük adetler bulmamız lâzım gelir.» Bununla
beraber milyarlar ve milyarları bulan bu kadar albümin çeşitlerini şimik vasıtalarla birbirinden ayırmak mümkün olmuyor. Zira
bütün bunlar şimik reaktifler karşısında birbirine benzemektedirler. Bununla beraber uzviyet ve nesiçleri bunların kendileriyle alâkadar olan kısımlarını büyük bir hassasiyetle ayırdeder. Bir albümin nevinin hangi bedene ait olduğu bu suretle anlaşılır. Bunun
ticarette ve tıbda geniş tatbik sahaları vardır. Meselâ; uzviyet bazı
mikropların faaliyetlerine karşı bir takım müdafaa cisimleri hazırlar; bu maddeleri şimik reaktiflerle ayıramaz. Fakat mikropların kendilerine karşı hazırlanmış olan bu spesifik cisimleri havi kan
suyu içinde derhal harap olmağa yüz tuttuklarını görürüz, albukı
mikroplar başka bir mikroba karşı husule gelmiş olan cisimleri
muhtevi kan suyundan müteessir olmazlar. Demek ki şimikman
mevcudiyetlerinden haberdar olamadığımız bu maddelerin nevilerini mikrop bedenleri büyük bir hassasiyetle ayırdetmektedir. Bu
hususta daha ziyade tafsilât için «Ruh ve kâinat» (76) kitabının
sahife 29, madde ve şuur bahsine müracaat ediniz.
Nihayet bu bahsi de kapamak için materyalistlerin her mülâhazalarında delil olarak öne sürdükleri tekâmül nazariyesini ele
alalim..
e— 5 inci itiraz: İnsanlar ve ruh denilen mütekâmil beyin cevheri atomların tekâmülü ile tâ nebatlardan, hayvanlardan başlıyarak tekâmül ede ede bugünkü şekli aldı, diyorlar. Kâinattaki tekâmülü hiç bir zaman inkâr etmek kabil değildir. Fakat bu tekâmül
vetiresinin materyalist filozoflara kötü ve ihanet eden bir vasıta
olduğunu da hemen söyliyelim. Çünkü onların: «teşbih caizse
insanm aklı, içinde her şey inikâs eden bir aynaya benzetilebilir.
Bu akıl mütevaliyen husul bulmakta olan bir takım tebeddüllerin
mahsulü ve muhit ile vücut arasında bir köprüdür. Hassasiyetin en
basit derecelerinden insanm zekâsına kadar bu hassa yavaş yavaş
ve derece derece terakki etmiş, (ve maddelerin) bir takım ameller
(aksiyon) ve aksülâmeller (reaksiyon) u neticesinde bugünkü gördüğümüz şekle girmiştir. Fakat tekâmül nazariyesini bir türlü anlıyamayan bazı kimseler bu satırlarımıza bir mâna veremiyeceklerdir. Onların nazarında akıl bütün tecrübe ve müşahedelerimize
rağmen insanda cibillî (oluştan) bir mevhibe (bergi), verilmişdir.»
(18). Bu şekildeki iddiaları bile kendilerine ne kadar az yar olabiliyor; göreceğiz? Şimdi soralım: — Mademki insan dimağı bir ilk
hücrenin meselâ bir mantar veya mikrop hücresinin milyonlarcasene tekâmül ederek aldığı son şekildir... O halde beyin hücrelerinin yanında bugün de bulunan bu mantar ve mikrop hücrelerinin
işi nedir?.. Onlar hâlâ bu tekâmülün tesiriyle akıl olamadılar mı?..
***
«Maddenin de, ruhun da varlığını» kabul eden spiritualist
okuldur. Bu grupta: 1 — yalnız madde ve ruha inananlar
(“ dualistler); 2 — madde, ruh. Tanrıya inananlar; 3 — madde, ruh ve Tanrıdan başka kâinatta namütenahi varlıkların
mevcudiyetini kabul edenler... ilh. gibi kollar varsa da biz
bütün bunları yalnız materyalistlere karşı olan vaziyetlerini
mütalea ettik. Onların tafsilâtı mevzuumuzla tâli olarak alâkalıdır. Onun için bunu geçiyoruz. Artık ruh, nedir mevzuumuzu şöyle umumî bir bakışla derleyip toplayabiliriz.
Ruh madde değildir. Bilâkis onu idare eden bir kuvvettir Mahiyeti hakkında hiç bir şey bilemediğimiz^ bu cevher Tanrının
âlemlerdeki kanunlarını idare eder. Tanrı bu varlıkları yoktan yaratmıştır. Fakat bu söz bir çok itirazları mucip olacaktır, biliyoruz.
Çünkü insan mantığının üstünde kalan bir mefhum... Yalnız bu
vâdide biraz kendimizi yormak, bu anlayışa doğru bir adım atılmasını sağlayacaktır zannederim. İmajinasyon (tahayyül) yoliyle
bu alanda yürümek için şöyle bir mülâhaza yapalım. Yalnız yanlış
anlaşılmaması için tekrarlayayım ki bu bize yoktan yaratılış fikrini
değil belki ona doğru giden yolu ilk adımı olacaktır. Bu biçim bir
düşünce ile yokluktan varlığa geçiş hakkında mühim ve pek kaba da olsa bir fikir edinilmiş olur: «Şimdi dünyayı düşünelim...
Muazzam bir kürre.. bunu küçültelim, küçültelim. Bir bilya kadar
oldu. Daha daha kücültlim. Bir nokta haline geldi. Fikrimizle bu
küçülmeyi takip edelim... Önceki büyük kürrenin sathında bulunan noktalar birbirlerine yaklaşacak, yaklaşacaklar... Bu minval
üzere asgar namütenahiye geleceğiz, ve nihayet bu satıhtaki noktalar birbirlerine yaklaşacak ve birbirinin içinde kaybolacaklar...
Düşünce ve tasavvurdan silinecekler... İşte yokluğa doğru bir adım.
Ayni tasavvuru ters tarafından düşünürsek ve bu olayın sonsuz
bir kudret olan Tanrının iradesiyle vukua geldiğini düşünürsek
yoktan halkedilme keyfiyeti hakkında bir seziş gölgesi yaratıldı demektir. Biz böyle muazzam bir kürre (Makrometrik) bir birlikden
başhyacağımıza bir bilyadan da başlıyarak, fakat bu sefer onu yukarı doğru büyülterek evvel bir dünya, sonra dünyaları kaplayacak azamette bir kürre.. ve ilh. şeklinde fikir yürütürsek bu sefer
âzam namütenahiye ve bunun ilerisinde sisleşen muhayyilemizle
yokluklara dalarız. Bu düşünce de diğerinin makûs bir şeklidir diye düşündükten sonra acaba sonsuz küçükle sonsuz büyük anlamları beyinde birleşiyorlar mı diye aklımıza bir fikir geliyor?.. Keza
kürre sathındaki iki noktayı bir madde, bir varlık olarak tasavvur
etmek zaruretinden — asgar namütenahide bile — bir an kurtulamadığımız da hatırda tutulmalıdır. Bu takdirde asgar namütenahide
de olsa o madde varlığının ne olduğu, mahiyeti yani ne gibi bir
şeyden yapılı olduğu hakkında yine hiç bir fikre sahip değiliz. Belki de ebediyen bu bir sır kalacaktır.
Şu halde «Ruhun tam bir tarifini yapmağa imkân yoktur.»
(76). Ancak onun sezilebilen tezahürlerine bakarak — insanlar arasında anlaşmaya yarayacak kadr basit ve kaba bir şekilde —
tarif etmeğe çalışılmıştır. Ruhu maddenin vasıflarından ayıran
hususiyet ondaki şuurlu müessiriyet kabiliyetidir. Bu kabiliyet onda meknîdir ve tekâmüliyle münasip şekilde inkişaf eder. Kıymetli dostum Bedri Ruhselman’la birlikte «bütün maddî vasıflarından kurtulmuş mahz-ı ruh halindeki bir varlık» bizim için bahis
mevzuu olamıyacaktır kanaatindeyiz.
Çünkü dimağ kabiliyetleri ve ruh melekelerimizin en mütekâmil unsuru olan, en geniş mânasında «imajinasyon» ımıza rağmen
maddî düşünceler dışında bir müessir, bir hareke ttasavvur etmek kabiliyet ve imkânlarmdan mahrumuz. Sonsuz küçük tasavvurundan ilerisi belki adem (= yokluk) dur. Fakat bunu idrak etmek ve onun şuurunu benimsemek, insan zihninin üstünde bir mazhariyettir. Ruh hakkında bütün bilinen realiteler ancak onun tezahüratının bizde yarattığı «anlayış» m bir ifadesidir. O da daima
kendi dar ölçülerimize göre.. Ruh hakkında ezelî ve ebedîdir diyoruz. Bunu söylerken ezeliyet ve ebediyeti mutlak mânasında kullanamadığımızı da idrak ediyoruz. Fakat meselâ ezeliyetin mânasmdan anladığımız her ne ise, yani onu ne şekilde, hangi imkânlar
çerçevesi içinde tasavvur edebiliyorsak o kelimeyi sarfederken de
onu kasdetmiş oluyoruz. Ruh için zaman ve mekân yoktur dediğimiz zaman da böyle.. Zaman ve mekânı doğuran şeyin bir hareket mebde’ine irca edildiğini yukarlarda zikretmiştik. Zaman ve mekân mefhumunun dışına çıkmak için zihnin sarfettiği gayretlerin
yine onun içindeki çırpınışları olduğunu da biliyoruz. Fakat bu
ebedî bağımıza rağmen her cehtimiz belki de hudutlara yaklaşmamızı sağlayan birer hamle olduğu için yine de bu gayretten vareste kalamıyoruz. Zamanın mazi, hal, istikbal sahnelerinden, yahut
tasavvurlarından ibaret olduğunu zannetmekte haklı mıyız?.. Bunun realiteleri sübjektif bakımdan bizi tatmine yeter olduğundan
daha mukni izahlar bulununcıya kadar bunu kabul etmekte mahzur yoktur. O halde ruh için zaman ve mekân yoktur dediğimiz vakit ruhun hal içinde mazisini yahut istikablini yaşayabilmesi keyfiyetini teemmül ediyoruz demek olacaktır. Bu nasıl olur?. Bir misal
ile izah etmemiz muvafık olacak:
Ben, farzedelim 50 yaşındayım. 50 senenin bir bir hâdisesiyle yoğuruldum. Benim için 25 sene evvel geçen hâdiseler mazidir. Bulunduğum zamanda maziye doğru şöyle bir bakacak olursam, 25 yıl önceki hâdiselerin — şayet bende çok mühim bir hâtıra
bırakacak tesiri olmuşsa — birisini hatırlıyabilirim. Bu bir hâtırlamadan ibarettir. Bu keyfiyeti vibrasyonlar diliyle anlatmıya kalkarsam şöyle demem lâzım:
«25 sene evvel A hâdisesi beynimdeki bir hücrede A hayalinin
vibrasyonlarını yarattı. Hâdise geçtikten sonra A vibrasyonu şuurumun dışında — bazıları tahteşşuur diyorlar — kaldı. Bugün dikkat
ve irademle A vibrasyonlarını tekrar şuur sahama getirdim.»
Hatırlama dediğimiz hâdisede şu noktayı gözden kaçırmamalıdır:
Şahıs hal içinde olduğunu bilir. Mazinin hal içinde de tekrarlandığına ait şuuru ekseriya tamdır. Binaenaleyh onun için meselâ hatırlanan mazi ile hal arasındaki bütün yaşanmış hâdiseler, malûmdur.
Spiritizme tecrübeleri arasında sırası gelince zikredeceğimiz ve
adma uEcmnesie» dediğimiz bir hâdise vardır. Bundaki vetire bu
anlattıklarımızdan başka evsaftadır ve hatırlamaya hiç benzemez.
Ekminezide süje halden maziye götürülür ve orada yaşatılır. Böyle
bir süje meselâ 25 sene evveline götürüldüğü zaman yukarıda söylenen A hâdisesini aynen yaşar. Burada hatırlama meselesi mevzuu bahis değildir. Çünkü hatırlamada hal ile mazi arasındaki bütün hâdiselerin şuuru var olmakta devam eder. Halbuki ekminezide
bu şuur kafiyen yoktur. Böyle bir süje 25 sene evvelki hayatında
yaşarken artık onun için 26 inci yılın hâdiseleri tamamen istikbal
olmuştur. Medyomda bunlara ait hiç bir bilgi kalmamıştır. Bu tecrübe istikbal için de varittir. Yani süje maziye götürüldüğü gibi istikbale de^ götürülebilir. O zaman, süjenin o anda kendisi için istikbal sayılan ve meçhul olan hâdiseler hal içinde yaşanmakta imiş
gibi malûm olur. İşte ruhun bu ekminezi tecrübesinde görüldüğü
gibi ayni zamanda hem hal hem mazi hem de istikbal içinde yaşayabilmesi imkânı vardır.Bu keyfiyeti kaba bir misalle izah edelim:
Siz, bir dağ eteğinde ve kıvrımlı bir yol kenarmdasınız. Yolun
her iki ucunu göremiyorsunuz. Ancak bulunduğunuz bir sahayı seyredebiliyorsunuz. Sizin bu dar görüş sahanıza bir otomobil girmeğe
başlıyor. Siz otomobili bu dar görüş alanınız içinde takip edebiliyorsunuz. Ne önceki gelişini ne de sizi geçtikten sonraki durumunu
göremiyorsunuz. Otomobilin size gelinceye kadar geçtiği yollar mazi, sizin gördüğünüz kısımlardaki seyri hal, bu görüş sahanızdan
sonra gideceği, katedeceği mesafe de istikbaldir. Fakat bu uzun yolun, siz pek ufak bir parçacığını görebildiniz. Şimdi kendinizi dağın tepesinde farzediniz. Ayni yolun pek büyük ksımlarmı, yani
hem geldiği, hem gittiği istikamette büyük bir kısmını görmeğe başladınız. Demek oluyor ki otomobilin mazi ve istikbaline ait daha
geniş bir rüyet sahanız husule geldi. Bunu çok geniş bir kadro içinde ruha tatbik ettiniz mi, size onun zaman ve mekân mefhumunun
dışına çıkışını kaba bir şekilde canlandıran misalini verebilmiş
oluyoruz.
Ruh ve beden münasebetlerine ait canlı bir fikir doğmasına
engel olan bir meseleyi de burada izah etmek gerekiyor. Bir çokları
mânevi bir kudret tasavvuruna bezettikleri ruh ile beden münasebetleri arasında bir köprü kurmakta müşkülât çekerler. Meselâ
madde üzerine böyle bir mânevi cevherin neşekilde müessir olabileceğini sorarlar. Ruhun bedenin neresinde olduğu merakı umumidir. Mademki ayrı ayrı mefhumlar olarak ruhu ve bedenin maddi yapısını mevzuu bahsediyoruz, o halde bunların arasındaki münasebetleri de gözden geçirmek ıztırarındayız. Bedenin muayyen
bi ryerine oturtulmuş ruh fikrini, materyalistler hahişle işitmek
isterler. Çünkü tecrübî mahiyette onu bu yerde zaptetmek veya
oradan uzaklaştırmak kolay olacaktır zannındadırlar. Madem ruh
vardır, insan benini tahrik eden odur. O halde onun bedende oturduğu yer neresidir? Çok makul gibi görülen bu sual haddi zatinde
yersizdir. Namus insanın neresindedir? Sevgi bir maymunun hangi
uzvunda yer alır? Istırap kalbin hangi gözünde oturur? Sualleri ne
ise bu da odur. Burada bir benzetme, fakat kaba bir benzetme yapabiliriz:
«Jökont» tablosunu yapan ressam bu şaheseri yaratırken, zihin faaliyetleri, tasavvurlar ve imajinasyonlarla hareket ediyordu.
Fırçası, boyaları bu imaj inasy onların her an müessir olan bin bir
çeşit hamlesiyle yoğuruluyordu. Tablo bittiği zaman bu her an üstüne görünmez oklarla nüfuz eden düşünce ve tahayyüller de durdu.
Şimdi bu tablo karşısına geçip düşünelim? Acaba ressamın imajinasyonları resmin neresindedir? Yani, içinde midir, dışında mıdır!Burada iki ayrı mahiyette unsurun birbiriyle olan münasebetleri
mevzuu bahis olur, yoksa bunların hangisinin altında veya üstünde yahut hangisinin içinde veya dışında oluşu mevzuu bahsolamaz.
Kısacası böyle bir soru mantıksızdır. Bu tıpkı insan mefhumunun
bedenin içinde mi, dışında mı, başında mı, gövdesinde mi, sorusuna
benzer, abestir. Ruhun var olduğuna bizi sevkeden sebepler, şimdiye kadar saydıklarımıza, yaptığımız mukayeselere de münhasır
değildir. Biz, bazı eski müellifler gibi «icma’ı ümmet» i bir delil olarak almıyacağız. İster bütün dinler, bütün kâinat varlıkları kabul etsin ister etmesin bir şeyin mutlak hakikati bununla ölçülemez. Nitekim Galileye kadar dünyanın yuvarlak olduğunu ne din kitapları, ne
bütün beşeriyet kabul etmezdi. Bir tek Galilenin muazzam bir kitleye karşı tek kalmasiyle meseleyi kaybetmesi mi gerekir. Biz doğmalara veya ekseriyetin fikrine uymuş olmaktan mütevellid mümkün ve muhtemel hatalara düşmemek için onları «yokmuş» farzederek sübjektif ve obpektif delillerden realitelerine inandıklarımıza
itibar ettik. Ruhun varlığını ispat için yapılmış olan tecrübeleri bizzat tekrarladık, böylece uzun senelerin verdiği kritik ve müşahedelerle buna inanmış bulunuyoruz. Bizi bu inanca götüren olayları
burada sıralıyarak takdirini okuyucularımıza bırakacağız:
1 — Spiritizme hâdiseleri birer realitedir. Her ne kadar yüzde
yetmiş beşinden fazlasında hilekârlık, isabetsizlik, muvaffakıyetsizlik görülse de ciddî araştırıcılardan William Crookes, Charles Richet,
A. Connafı Doyle, Sezar Lombrozo ve daha bir çokları, ilim kadrosiyle izah edilemeyen hâdiselerin mevcudiyetini kabul ve tasdik
etmişlerdir. De’doublement, Apor, materyalizasyon, Voie directe
gibi hâdiseleri bizzat müşahede edemedik. Bunları bir tarafa bırakabiliriz. Fakat manyetik uyku ile uyuttuğumuz medyomlarla elde
ettiğimiz hâdiseler bizi diğer hâdiselerin de sıhhatine inanmaya
şevketti. Bu tesrübelerimizin birisinde medyumumuz bizzat bizim
de bilmediğimiz bir dostumuzun evini o kadar sıhhatle anlattı ki
bizzat gören bir şahıs bile bu kadar teferruatı ihmal edebilir. Celsede evi mevzu bahsolan şahıs da hazırdı. Burada akla gelen itiraz,
fikir intikalidir. Fakat bu tecrübemizde bu vâki değildir. Çünkü
seans nihayetinde bu şüpheyi tamamen bertaraf eden ve derhal tevsik ettiğimiz bir hâdise de cereyan etmişti. Saat 12 olmuştu. Medyom
tam bu sırada — derin bir manyetik uykuda olduğ uhalde— tarif
etmekte olduğu eve, bir kız ve bir karı kocadan mürekkep üç kişilik bir misafir geldiğini söyledi. Tecrübe yapılan evden derhal telefonla soruldu. Hâdise tamamen medyumun anlattığı gibi çıkmıştı. Burada beden kabiliyetlerini ve normal fizyolojik veya fizik kanunların malûm imkânlarını taşan bir realite vardır. Bu hâdise ruhâleminin tesiriyle vukua getirilmiş değildir. Ancak maddenin bildiğimiz kabiliyet ve imkânlarına da bağlanamaz. Olsa olsa bedenin
bilinen kabiliyetlerinin üstünde şuurlu bir cevherin mevcudiyetini
ispat eder.
2 — Ölmüş bir tanıdıktan — medyo mvasıtasiyle— bazı mesajlar geldiği de reddedilemez bir realitedir. Burada tesadüf mevzuu
bahsolamaz çünkü bir matbaanın hurufat kasalarını şöyle serivermekle muntazam bir kitap yazılacağını iddia etmek gülünç olur.
Gözü kapalı bir insanın böyle karışık harflerden avuç dolusunu atıp,
sorduğumuz sualin cevabını yazablieceğini sanmak deliliktir. Son
zamanlarda Amerikanın bir üniversitesinde şu tecrübenin yapıldığını duyduk. Tecribî psikoloji kürsüsünün profesörü kendi icat ettiği bir aletle ve el dokunmadan bir çift tavla zarını attırıyor. Aletin karşısına geçen şahısların düşünceleriyle bu zarlara tesir edebilip edemediklerini kontrol ediyor. 37,000 vak’a üzerinde yaptığı bu
tecrübe yüzde yetmiş beş, seksen menfi netice veriyor. Yani tecrübe yapan şahıs her seferinde istediği zarı — ve meselâ düşeş —
atamıyor. Fakat vak’alarm yüzde yirmisi muvaffak oluyor. Bu,
yüzde yirmi içinden yüzde yetmişin yaptıkları her tecrübenftı yüzde ellisi ile yetmiş beşi muvaffak oluyor. Geri kalan kısmın ise
her seferinde muvaffakiyeti tam oluyor. Yani bazı kimseler alete
dokanmadıkları halde yüz defa düşeş atabiliyorlar. Ve bunlar bir
iki kişiyi değil yüzlerce adedi buluyor. Bu hesaplar, «ihtimali hesabın» dışında bir katiyet gösterir. Yukarıda isimlerini saydığımız
otoriteler ruhlardan mesaj aldıklarını kat’î olarak ifade ederler.
Bu bahse misal teşkil eden bir müşahedemizi yazılarımız arasında
bulacaksınız. Ayni müşahede ile birlikte sunduğumuz İngilizce
«Eski Mısır konuşuyor = Encient Egypt Speakes» kitabından alınan
vak’a bu hususta hiç bir itirazla bertaraf edilemez.
3 — Bu gibi hâdiselerde daha modern ve İlmî bir itiraz yapılmaktadır. İnsan beyninden bazı vibrasyonların çıktığı artık hiç kimse tarafından itiraz edilemiyor. Çünkü bunu fen de «Electro -
Encephalographe» aletiyle ispat ediyor. Madde ve enerjinin ebedî
olduğu fikri de destek tutularak dimağdan çıkan bu vibrasyonların
kâinatta mevcut kaldığını ve herhangi bir medyomun — hattâ bir
makinenin— bu vibrasyonları tesbit edebileceği düşünülüyor.
Çok İlmî ve mantıkî gibi görülen bu itiraz da çürüktür. Çünkü
bu vibrasyonlar insanlar yaşarken fezaya intikal ettirilir ve çıktıkları gibi feza içindeki kozmik maddeler de vibrasyonlarına devam ederler. Bunlar gramofon plâğına tesbit ettirilmiş vibrasyonlar
gibi, mahiyeti değişmiyen titreşimlerdir. Bilfarz ölmüş olan babamızın A meselesi hakkındaki fikirlerini taşır. Biz bir araştırıcı, fakat kafası işleyen bir araştırıcı sıfatiyle bu A vibrasyonlarını tartmaya ve onunla münasebete geçmiye çalıştık ve muvaffak olduk
diyelim. Bu vibrasyonları aynen tekrarlatabiliriz. Fakat onunla
münakaşa edebilir miyiz? Yani ona hayatta iken aklına gelmemiş
olan suallerin de cevaplarmı verdiremeyiz ya.. Bunu mümkün görmek, karşımızdaki bir gramofon plâğiyle — bir insan imiş gibi —
konuşabildiğimizi iddia etmekle birdir.
4 — Spritizme tecrübeleriyle pek ziyade uğraşmış olan Dr.
Allan Kardec, Camille Flammarion, Hector Durville, Albert Pauchard, Colonel de Rochas... v.s. nin elde ettiklerini yazdıkları harikulâde vak’alar son yirmi yirmi beş yıl içinde tekrarlanamamış
olmakla beraber ehemmiyetlerini muhafaza etmektedirler. Bunların
iddia ettikleri dedoublement (Yani süjenin, birisi cesed diğeri lâtif ve seyyalevî bedeni olmak üzere iki müşahhas varlık olarak görülmesi, ki bu fotoğrafla da tesbit edilmiştir), materyalizasyon (Ruhların seyyal bir bedenle görülebilir bir halde celseye gelmeleri)
(Bunun da fotoğrafla tesbit edildiği bu müelliflerin kitaplarında
yazılıdır.), clairvoyance, Apor gibi daha bir çok hâdiseler spiritualizmin izahlarından daha makul ve İlmî şekilde hiç bir suretle izah
edilemiyor. Bütün bunların aklî ve mantıkî yollardan — tecrübî delil olarak— izah edilmesi için Perisperi gibi seyyal bir vasıta tesiri düşünmek ıstırarındayız. Keza Dejavüleri, erken olgunlaşma
veya dâhi çocuk (Enfant Prodige) Entüvisyon, Fobi vesair bir çok
ruhî hâdiselerin izah ve kabulü için bazı Ingiliz spiritualistlerine
rağmen «Reenkarnasyon» un kabulü zarurî oluyor. Ruh ne^ir
mevzuumuzu bitirmeden evvel samimiyet ve realistliğimizin delili
olarak, hallinde müşkülât çektiğimiz bir iki noktayı da zikretmeden geçemiyeceğiz:
A — Bedenin unsuru müşekkili olarak hücreleri tanıyoruz. Her
hücre bir ruha maliktir. Bu hücreler bedenin hâkimi olan tek ve
daha mütekâmil ruh tarafından idare ediliyor. Meselâ bir, solucan
veya bir ağaç heyeti umumiyesiyle bir tek ruha maliktir. Kendisi
bir çok hücrelerden yapılı olduğu için de, bu hücrelerin basit olan ruhlarını da haizdir. Fakat ağacın daimi başka bir yere
eker veya solucanı iki parçaya bölersek bunların ayrı ayrı yaşamakta
devam ettiklerini görürüz?.. Mikroplar da bu şekilde üreyorlar...
Ruhlar tecezzi kabul etmediklerine göre burada, asıl bedenin
ruhu nereye gidiyor? Hangi parçada kalıyor? Diğer parça ne suretle hayatiyetini muhafaza ediyor? Acaba buraya yeniden bir ruh mu
enkarne oluyor? Buraları biraz karışık...
B — Bedeninden ayrılmış bir köpek kafası sun'î vasıtalarla yaşatılabiliyor!.. Bu yaşamada köpek ruhunun dahli var mı? Ruhun
bedene tesir şartları değişmiş olduğuna göre, bu kesik başla olan
münasebeti nedir?..
C — Atomlarda şuur vasfında hareket olduğuna dair — son zamanlarda— bir cereyan başlamıştır, Acaba atomlar da hücreler gibi
hayat sahibi yani ruhu olan birer vahdet midirler? Şayet öyle ise
onlar bildiğimiz en iptidaî ve basit ruhlar mıdır? Yani ruhun ilk
inkarnasyonu bu mudur?
D — Eski müellifler arasında bazıları ruhların fotoğraflarını
almaya muvaffak olmuşlardı. Vasait ve bilgilerimiz arttığına göre
şimdi bunları bizler de niçin yapamıyoruz?..
E — Tebligat verebilen, bu tebligatı vâzıh, muntazam, hattâ
edebî kıymeti olaca kkadar ahenkdar bir üslûb taşıyan ifadelerle
celselerimize gelen ruhlar bazan anne, baba, evlâd gibi en yakın
varlıkları tanımıyorlar. Bu suretle tebligatın bir kısmı diğer kısmiyle mantık rabıtaları göstermiyor. Bu neden?..
t
Bu şüpheli gibi görülen noktalara rağmen hissen spiritüalizme
bağlı bulunduğumuzu itiraf etmeyi borç biliriz. Bu noktalar üzerinde zamanla aydınlatıcı ve tamamlayıcı izahlara destires olacağımızı
umuyoruz. Şayet bu hususlarda bizimle hasbihal arzusunu gösteren
okuyucularımız çıkarsa onlarla bu mevzuları deşmekten büyük bir
haz duyacağımızı söylemeyi fazla sayarız.
(»Nefsini bil» düsturiyle felsefe âleminde mühim bir yer tutan
Sokrat, zamanının inanışlarından başka düşünüşlere sahipti O, ruha
inanırdı. Bu inanışı o kadar samimî idi ki aşağıya nakledeceğimiz
satırlar bu idealin büyüklüğünü azametle tebarüz ettirir. Sokrat
fikirlerinin kurbanı olmaktan kurtulamadı. Çünkü o, ruhun varlığiyle birlikte — zamanının tersine— bir tek Allaha inanıyordu. Onu
ölüme sürükleyen, bu inanışı ve onu samimiyetle müdafaa etmesi
ve yaymasıydı:
Sokratı çekemiyenler zamanın gelenek ve göreneklerine uymıyan, bunları yıkmayı hedef tutan bu inanışını öne sürerek dâva ettiler. Dram şairlerinden Meletius, hatiplerden Lycon ve bir de deri
tüccarı Anitus, onun aleyhinde şu ithamnameyi verdiler:
«Sokrat, memleketin mabudlarma inanmıyarak başka bir mabudÖne sürdüğünden ve böylece gençleri dalâlete sürüklediğinden cezaya müstehaktır. Ve bu ceza da ölüm olmalıdır!..» dediler. Sokrat’a
göre, Allah kusurlu ve noksan olamazdı. Zamanında, Allah olarak
tanınanlar ise bir takım nakıselerle malûl idi. Bir çok hikâyelerle
insanlaştırılmıştı. Böyle müşahhas varlıklar Allah olamazlardı. Bu
hür fikirler o zamanın gençlerini teshir etmişti. Müddeiler, bunu
millî birlikleri için bir tehlike saymakta tereddüt etmiyorlardı.
Sokrat arasıra kendisine içinden sesler geldiğini ve kendisini iyiliğe, doğru yola sevkettiğini söylüyorduk. Herkesi bu yola sürüklemesini telkin eden bu sese kayıtsızca boyun eğiyordu. Nihayet mahkeme kuruldu. Halktan bir çoğu bu mahkemenin âzası sıfatiyle toplanmıştı. Sokrat meşhur olan şu müdafaasiyle hâkimleri üzerinde
kamçılayıcı tesirler yarattı:
«— Atmalılar; hakikat şu ki, hakikî hakim (Apollon) dur. Gaibden bir sesle o hakikî mabud, demek istedi ki beşerin hakimliği,
büyük bir şey değil veya hiçdir. Ben insanlara doğru yolu göstermek
istedim. Bu maksadımdan beni, ölüm de döndüremez. Bir insan en
şerefli zannettiği bir işe başladıktan veya o işe âmiri tarafından tâyin edildikten sonra, artık o işte sebat etmelidir. Tehlikeleri ve ölümü hiç nazarı itibara almamalıdır.
Atmalılar! Harplerde^ cesaretle dövüşen, ölümden kaçmıyan,
korkmıyan Sokrat, Allahın emrettiği bir işi yerine getirirken® cesaretle dövüşenlere hak yolu gösterirken önüne çıkan ölümden elbet korkmaz. Ölümün ne olduğunu kimse bilmez. Belki ölüm insanların zannettiği gibi büyük bir musibet olmayıp en büyük bir iyiliktir. Bilinmeyen bir şeyi bildiğini sanmak en büyük cehalet değil mi? Ben hayatın ötesinde ne olduğunu bilmiyorum. Fakat şunu
iyi biliyorum ki Allaha ve insanlara karşı adaletli ve itaatli olmamak vazifelerimize yakışmaz...» Beliğ ve gür bir sesle vakar içinde
söylenen bu sözler, hâkimler içinde taş yürekli cahilleri ağlatacak
yerde kızdırdı. Ufak bir çoğunlukla Sokrat suçlu sayıldı. O zamanın
kanunları gereğince suçlular cezalarını kendileri tâyin ederlerdi. Bu
fırsat mütereddit karaktarlerin işine yarayabilirdi. Sokrat, bundan
istifade ederek kendisi hakkında vereceği cezayı meselâ para cezası veya sürgüne çevirebilirdi. Fakat kanaatlerini gizlemek veya değiştirmek şartiyle. Sokrat buna da tenezzül etmedi ve:
«— .AtinalIlar! vicdanene mutmainim ki kimseye fenalık etmedim. Meletius’un bana lâyık gördüğü idam cezasından kaçmak da
istemiyorum. Para cezası verebilecek param yok. Sürgüne belki
hepiniz razı olursunuz. Fakat vatandaşlarım benim nasihatlerimden
beni kovacak kadar usanmışlarsa gittiğim yerlerin insanları da onlardan usanacaklardır. Oralarda sus? derseniz... Bu, Tanrının emirlerine aykırı hareket etmek ve ona itaat etmemek olur...» Hâkimler
Sokrat’ın yalvarmasını, onlara sığınmasını beklerlerken onun böyle umursamadan, hiç korkmadan asîlâne sözler söylemesine kızdılar.
Ve çoğunlukla «ölüm!» kararını verdiler. Son bir defa daha söz alan
koca filosof:
«— Bütün hayatımda, her işde ilhamı İlâhiye mazhar oldum:
yapmak üzere olduğum bir şey fena ise menedildim. Bu sabah ne
buraya gelirken, ne burada söz söylerken hiç bir ilham almadım.
Bundan anlıyorum ki iyi bir yere gidiyorum. Ölümün fenalığını
zennederek şüphesiz aldanıyoruz.
Hâkimler! iyi insan için ne bu hayatta, ne de hayatın ötesinde
bir fenalık olmadığına kanaat getiriniz. Bana fenalık etmek niyetiyle hareket etmelerine rağmen, ne ithamnameyi verenlerden, ne beni haksız yere mahkûm edenlerden hiç şikâyetim yok. Sizlerden
yalnız bir ricam var: Benim çocuklarım büyüdükleri zaman onları
faziletten başka servet ve saire arar görürseniz onları cezalandırınız... Artık ayrılma zamanı geldi., ben ölüme, sizler de iyi yaşamaya... Bunların hangisi daha iyi? Bunu Allahtan başka kimse bilemez.» Sokrat, idama mahkûm olduğu zaman, bir mabuda âyin yapılmak üzere limandan bir gemi kalkıyordu. O zamanın kanunlarına göre bu gemi dönünceye kadar verilmiş olan idam hükümleri
infaz edilemezdi. Gemi bir ay sonra dönecekti. İdam mahkûmu
Sokrat bu 30 gün içinde bir an bile metanetini kaybetmedi. Hapishanede ailesini ve dostlarını kabul ediyor, onlara ahlâkî nasihatler
veriyordu. Hapishanede bulunduğu sıralarda gerek talebeleri, gerek dostları onu kurtarmak için çok ısrar ettiler.
Talebesi arasında oçk zengin birisi vardı. Cryton ismindeki bu
zengin talebe para ile hapishane gardiyanlarının hepsini elde etmişti. Ona «Tsalia» ya kaçmayı, fidyei necat vermeyi teklif etti: «Tisalia»
da herkes seni hürmetle beklemektedir., diyordu. Fakat koca filosof:
— Hayır, dedi. Haksız yere mahkûm edenleri ikna edemediği
için kaçmanın iyi olmadığını söyledi. Fenalığa fenalıkla; hileye hile ile mukabele etmeğe tenezzül etmedi. İdam günü son defa dostlarıkendi etrafını çevirmişlerdi. Sokrat yine sakin ve güleryüzlü idi.
Dostlarma «Ölümdan ve ruhun ebediliğinden» inandırıcı delillerle
bahsediyordu. Geelecek hayatın kendisine faziletinin mükâfatını getireceğini ümit ettiğini söylüyordu:
«— Bugün benim sıram gelmiş gidiyorum. Hepiniz sırası geldikçe oraya geleceksiniz.» dedi (6) Sonra üç çocuğu ve karısı ve diğer akrabalariyle son defa kucaklaştı ve onları evlerine gönderdi ve
yatağına uzandı. Güneş batmaktaydı; hem de gözleri kızıl yaşlarla
dolu olarak.. Sanki bu hazin manzarayı görmemek için dünyayı karanlığa boğarak gidiyordu. Bu karanlıkta siyah bir gölge siyah maksatlarla belirmişti: Elinde zehir kâsesi taşıyan cellâd.. Tarihin sinesine gömülecek koca bir gövde, bu siyah gölgenin elinden hiç tereddüt etmeden zehir kâsesini aldı. Bütün dostların gözleri, bu kâsedeki zehirle zehirlenmiş gibi çağladılar. Bazıları fenalıklar geçirdi. Ve artık dayanamıyacakları için bu sahneyi karanlıkların seyrine bıraktılar. Fakat bu kadar acıklı sahneye rağmen Sokrat metin
ve asildi:
— Ne yapıyorsunuz! aziz dostlarım! ben böyle bir sahneye maruz kalmamak için kadınları eve gönderdim. Biraz metin olunuz!..»
dedi. Zehiri alıp son yudumuna kadar, sanki şifa veren bir şerbetmiş gibi içti. Zehir içine aktıkça o belki de hayatın yükünden boşalıyor, hafifliyormuş gibi müsterih ve güleryüzlü kaldı.
Artık hain zehir damarlarda yayılıyor., ayaklardan, ellerden
başlıyan katılaşma soğukluğunu etraftan merkeze getiriyordu.
Ayakta duramadı, yatağa uzandı. Bu onun ebediyete yolculuğu oldu. Yüzünü örttüler. Artık karanlığın bu asil yüze bakmaya cesareti kalmamıştı. Çünkü hâlâ da tatlı, güleryüzlü ve faziletli görünüyordu. Son nefesinde yüzünü açarak dostlarma bir kere daha sönük bakışlarla hazin hazin baktı. Sonra şiddetli bir ağrı kalbini tıkadı,. Ruhu, artık bu zehirle, dünyanın tadiyle acılaşmış şerbetiyle kirlenen gövdeyi boş bir çuval gibi silkti attı. Ve semaya doğru
yollandı. Bu yolculuk hâlâ da düşünen kafaların basamaklarında
ebedî yürüyüşüne devam ediyor.
Aziz okuyucum! îşte «Ruh nedir» başlığı altında yukandanberi birteviye gevelediğim sözlerin panoraması burada bitiyor. Size
iki ölüm vak’ası takdim ettim: Renouvier ve Sokrat... Birisindeki
heyecan ve telâş, diğerindeki huzur ve sükûnu belirtmek için fazla
bir şey yazmıyacağım. Materyalist ve spiritualist iki görüşün âkıbeti ve ölümü nasıl karşıladıklarını sizler yukarıdaki satırlarla, benden daha da iyi anlayacaksınız.

kaynak:İshak L.Kuday - Spiritualizm (Ruh Alemi)
Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Seçenekler
Stil

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Açık
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık


Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevap Son Mesaj
Suyun doğası bir felsefe anlatır Skoda Tekamül & Kozmik EnerJi 0 13.05.22 06:11
Dua okuyorum olmadı diyor Dilo54 Sorularınız 6 02.06.21 22:12
arap harfleri ne diyor..? nefsiyyun ilginç konular & Teoriler 10 31.05.20 18:26
Şeytan diyor ki haskin Hayat Dersleri & Hikayeler 3 09.10.19 09:02
Aldous Huxley - Kadim Felsefe Pdf HeartLess Kitap Tanıtımları 0 25.12.18 16:13


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 08:55.


Powered by vBulletin® Version 3.8.5
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
HavasOkulu.Com

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147