#1
|
|||
|
|||
Maturidi mezhebi
İslâm akaidinde imam Ebu Mansur Muhammed b. Muhammed b. Mahmud el-Matüridiyye nisbet edilen mezhep. İmam Ebu Mansur el-Mâturidinin akaiddeki mezhebine mensub olanların meydana getirdiği topluluğa Matüridiyye denilir. Alemü'l-Hudâ, İmamü'l-Huda ve el-Mütekellim lakablarıyla da anılan Matüridi takriben 238/852'de Maveraünnehir'de bulunan Semerkand'ın Matürid köyünde doğmuştur. 333/944'te Semerkand'da vefat etmiştir. O, İslama çok değerli hizmetler vermiş öncü İslâm âlimlerinin başında gelir. Maveraünnehir'de Ehli Sünnet'e nisbet edilen Kelâm ekolünün kurucusu ve mümessilidir. Ehli Sünnet kelâmının Irak'taki mümessili ise Ebul Hasen el-Eş'arî'dir (v. 324/936). Maturîdinin yaşadığı çağda, ilim ve edebiyata hizmet etmiş olan Samanoğulları devleti (844-999) hüküm sürmekteydi. Bize kadar gelen Te'vilâtu'l-Kur'an ve Kitâbü't-Tevhîd gibi eserlerinden anlıyoruz ki, Matüridi, Kelâm, Tefsir, Mezhebler Tarihi, Fıkıh ve Fıkıh usulünde derin bilgi sahibiydi. Mâturidinin hocaları, ilimleri İmam A'zam Ebu Hanife'ye uzanan Ebu'n-Nasr el-İyazi, Ebu Bekr Ahmed el-Cürcânî ve Muhammed b. Mukatil er-Râzî'dir. Bunların hocası ise İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'den okumuş olan Ebu Süleyman b. Musa el-Cürcânî'dir. İmameyn lakabıyla tanınan İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed, İmam A'zam'ın en seçkin talebeleriydi. Matüridi, hocalarından İmam A'zam'ın akaide dair el-Fıkhü'l-Ekber, er-Risale, el-Vasiyye, el-Fıkhü'l-Ebsat, el-Âlim ve'l-Müteallim isimli risalelerini de okuyup rivayet etmiştir. Matürîdî, imam ismini almaya lâyık Hâkim es-Semerkandî (340/951), Ebul-Hasen er-Rustuğfeni (v. 345/956), Ebu'l-Leys el-Buhârî, Ebu Muhammed Abdülkerim b. Musa el-Pezdevî (v. 390/999) gibi büyük afimler de yetiştirmiştir. İmamları Mâtürîdiyye büyük bir sevgi ve saygı ile bağlı olan bu âlimler, Maveraünnehir'de Matüridiyye mezhebini delilleri ile kuvvetlendirerek açıklıyorlar ve yaymaya çalışıyorlardı. Eş'ariyye Kelâm mektebinin doğup geliştiği yer olan Irak, pek çok bid'at mezhebinin çıktığı bir bölgeydi. İmam Eş'arî, Revâfız, Karamita ve özellikle Mu'tezile ile çok şiddetli ve gürültülü cedel ve münakaşalarda bulunmuştu. Matüridî'nin yetiştiği Maveraünnehir ise Irak'tan uzak olduğu için az da olsa bid'at akımlarından uzak kalmıştı. Fakat sonunda bu akımlardan bir kısmı Maveraünnehir'e sızmış, Mu'tezile'nin sesi buralara kadar aksetmişti. Nisbi de olsa, bid'at mezheblerinin mensubları buralarda da bulunuyordu. İmam Matüridî, Maveraünnehir'e kadar gelen Mu'tezile'den başka, Dehriye, Seneviyye ve Karâmita'ya karşı mantıklı ve istikrarlı mücadeleler vermişti. Onun Kitâbü't Tevhid'i bunlar gibi sapık fikir ve bid'at cereyanlarını içine alan ve bunları gereği gibi çürütmeye çalışan en değerli ve en eski vesika mahiyetini taşımaktadır. Metodu: Gerek Eş'arî gerekse Matüridî, Mu'tezile ve diğer bid'at mezheblerine galebe çalabilmek için, hasımlarının metodlarının akl-ı selime uygun taraflarını almışlar ve Ehli Sünnet Kelâmı'nın kurucusu olmuşlardır. Fakat, Ehl-i Sünnet'in Kelâm metodunu daha ziyade doğru ve ilmi bir şekilde başlatan, akla ve nakle de lâyık oldukları değeri vererek bu iki asla bağlı kalan ve bu şekilde İslâm akaidini açıklamaya çalışan, imam Matüridî olmuştur. Çünkü, dinde akla uymayan bir şey yoktur. Allah'ın varlığı, hayat, ilim, kudret, irade gibi sıfatları ve Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliği akılla isbat edilir. Yine naklin bildirdiği ahiret ve ahvali gibi gayb haberlerinin imkânı akıl ile gösterilir ve Resulün haber verdiği şekilde bunlara iman edilir. Kelâm metodunda iman edilecek esas ve konuların hepsi haber-i sadık (sahih bir şekilde bize kadar gelen haber-i Resul ile) tesbit edilir. Bunları isbat etmeye yarayacak delillere gelince... Bunlardan duyulur âleme ait olanlar için duyular ve bunun ötesinde kalanlar için akıl kullanılır. Bu şekilde bilgilerimizin üç temel kaynağı ve bunların değerleri hakkında gerekli açıklamayı yapan, İmam Matüridî olmuştur. O, bilgilerimizin sebepleri ve değeri hakkında söz edilen ilk İslâm âlim ve mütekellimi olduğu için bu konularda kendisinden sonra gelen kelâmcılara çığır açmıştır. Ondan sonra gelen kelâmcılar da yazdıkları eserlerin mukaddimelerinde bilgilerimizin kaynağı ve değeri hakkındaki görüşlerini yazmışlardır. Matüridî, Kitabü't-Tevhidinde, insanı ilme ulaştıran yolların iz'an (sağlam duyu organları ve bunlarla yapılan deney ve gözlem), haberler ve aklî istidlal olduğunu ve bilgiye ulaşabilmek için bu yolların hiç birisinden müstağni olunamayacağını söylüyor. Ona göre bunlardan her birinin sahasına giren bilgiler grubu vardır. Her bilgi alanına ancak kendisine götüren yolla gidilir. Duyularla elde edilen bilgiyi inkâr eden, inatçı ve kendisini beğenmiştir (Kitabü't-Tevhid Beyrut, 1970 s. 7-8). Matüridî iki çeşit haber olduğunu söyler: 1- Mütevatir haber. Bunun doğru olduğunu tesbit etmek için konuyu araştırıp tetkik etmek lâzımdır. 2- Peygamberlerin haberleri. Yanlarında doğruluklarını gösteren ayetler (mûcizeler) bulunduğu için, onların verdikleri haberlerden daha doğru bir haber yoktur. Çünkü doğruluklarının açıklık ve seçikliği bakımından kalbin ısınıp yatışacağı sözler peygamberlerin haberleridir. Matüridî akıl hakkında şöyle der: Aklın istidlâline gelince; bunun ilmin sebebi olduğunu kabul etmek gerekir. Çünkü duyular vasıtası ile elde edilen bilgileri düşünüp tertipleyerek hüküm veren odur. Duyulardan uzak olan ve bunların dışında kalan şeyleri anlayan, haberlerle bilinen şeyler de yanlışlık olup olmadığı ihtimali üzerinde duran, sonra peygamberlerin mucizeleri ile sihirbazların aldatmacalarını ayırdeden ve başka şeylerin doğruluğunu veya yanlışlığını anlayan akıldır. Aklın tefekkürü ile mahlukattaki hikmeti ve yaratıcı olan Allah'ın varlığına delâlet eden delilleri anlarız. Nitekim akıl ile, Kadîm olan Allah'ı bilir ve onu hâdis olan mahlukattan ayırdederiz (Kitabü'l-Tevhid,s. 78). Matüridî, Tevilatü'l-Kur'an ve Kitabü't-Tevhid isimli eserlerinde aklî tefekkür ve istidlâli müdafaa eder; vahyin aklî delil getirmesini mutlaka gerekli görür. Akıl şaşar veya doğruyu bulamaz korkusuyla, sadece nakle dayanmayı gerekli gören fukaha ve hadisçilere karşı çıkar ve şöyle der: "İnsana aklını kullanmaktan vazgeçmeyi telkin eden, şeytanî vesveseden başka bir şey değildir. Çünkü şeytan, kişiyi aklının semeresinden alıkoyar, iyi fırsatlara nail olmak ve istediğini elde etmek için güvencelerini sarsar. Aklı kullanarak eşyayı düşünmek, onun prensip ve sonuçlarından gizli olanları bilmek içindir. Sonra bunlarda, eşyanın hâdis olduğuna ve bunları yaratanın varlığına, nefislerini şehvetlerine uymaktan alıkoyanlar için deliller vardır. Bilinsin ki, aklı kullanmaya engel olan, şeytanın vesvesesi ve işidir" (Kitabu't-Tevhid s. 136). Yine Matüridi'ye göre aklı hata ve sürçmelerden korumak için ihtiyatlı davranmak, makûlün yanında nakle de dayanmak gerekir. O bu konuda şöyle der: "Kim nakle dayanarak aklı kullanmada dikkatli ve ihtiyatlı bulunmayı inkâr eder ve akıldan gizli kalan şeylerin mahiyet ve künhünü anlamak ister ve Hz. Peygamber'den bir işaret olmaksızın nakıs ve sınırlı aklıyla Allah'ın hikmetlerinin tamamını ihata etmeye çalışırsa, aklına zulmeder ve ona kaldıramayacağı şeyleri yüklemiş olur" (M. Ebu Zehra Tarihul-Mezahibil-İslamiyye fi's-Siyaset-i Vel-Akaid, s. 212-213). Matüridî'nin elinde hocalarından okuyup rivayet ettiği İmam A'zam'ın risaleleri, Akaid'den, İlm-i kelama dönüştü. Bu risaleler inanılması lâzım gelen Ehli Sünnet akidesini açıklayan bilgiler idiler. Matüridî bunlarda beyan edilen akaidi başka nakli delillerle takviye etti ve aklı kesin delillerle destekledi. Akâid'in teferruâtını bürhanlarla kesinleştirip kuvvetlendirdi. O Maveraünnehir ülkesi ve diğer İslam bölgelerinde Ebu Hanife ekolünün kelamcısı Ehl-i Sünnet Vel-Cemaatın reisi oldu. Bu sebeple akaidte Hanefî mezhebi, Matüridi'ye nisbet edildi. Böylece, az bir kısmı hariç, Hanefî mezhebinde bulunan kelâmcılara Matüridiyye denildi. Ebu Hanife'nin ismi ancak Hanefî fıkıhçılarına nisbet edilmekle yetinildi. Bir çok kelâmcı ve araştırıcılar, Matüridiyye diye anılan bu Ehli Sünnet mezhebinin asıl kurucusunun İmam Matüridi değil, İmam A'zam Ebu Hanife olduğunu, Matüridî'nin ise onun yazdığı akaid esaslarını aklî ve naklî delillerle destekleyerek açıkladığını ifade ederler. Bazılarının iddia ettiği gibi Matüridî, İmam Eş'arî'ye bağlı bir kimse değil, İmam A'zam ve arkadaşlarının esaslarını tedvin ettiği Ehli Sünnet mezhebini açıklayan ve destekleyerek devam ettirenlerdendir. İmam Ebul-Hasen el-Eş'arî ile İmam Ebu Mansur el-Matüridî, Ehli Sünnet akidesini yayma gayesinde ve pek çok izahlarının neticelerinde birleşiyorlarsa da; her ikisinin Kelâm metodları birbirlerininkinden az çok farklıdır. Şüphesiz her iki kelâmcı da Kur'an'ın ihtiva ettiği akaidi, akıl ve mantığı bürhanlarla isbat etmeye çalışıyorlardı. Çünkü selim akıl ile sahih nakil asla çatışmazdı. Fakat Matüridî, Eş'arî'nin verdiği önemden daha fazla akla değer veriyordu. Ona göre aklın daha çok değeri olduğuna şu örnekler delâlet etmektedir: 1- Her iki mezhebe göre; Allah'ın varlığını aklî delil getirerek bilmek farzdır. Matüridiyye'ye göre peygamber gönderilmezse bile Allah'ı aklen bilmek gereklidir. Allah'ı bilmenin vücubunu idrak eden akıldır. Akıl tek başına Allah'ın varlığını ve bunun vacib oluşunu bilebilirse de, peygamber gönderilmeden, Allah tarafından yapılması teklif edilen hükümleri tek başına bilemez. Allah'ı akılla bilmenin aklen vacib olduğu görüşü, Matüridilere İmam A'zam Ebu Hanife'den geçmiştir. Beyazî'nin (1098/1687) açıklamasına göre, Ebu Hanife "Akıl yaratıklara bakarak Büyük Yaratıcıyı bilmenin aleti olduğu için Allah'ı bilmemekte kimsenin mazereti olamaz" demiştir (Ebu Hanife'nin bu görüşleri için bk. Kemaleddin el-Beyazî, İşaratü'l-Meram, Mısır 1949/1368, s. 78). Eş'arîler ise; akıl, Allah'ın varlığını ve birliğini bilmede alet olduğu halde, ona bu bilmenin vücubunu emreden akıl değil, Allah'tır. Allah'ın emri de vahiy ve şeriatla bilinir, diyorlar. Matürîdîler de; Allah'ı bilmenin vücubunu emreden Allah ise de, akıl, Allah'ın koyup emrettiği bu vücubu bilebilir, diyorlar. Fakat, "akıllı bir kimsenin mazeretsiz olarak Allah'ın varlığına ve birliğine dair akli delil getirmeyi terketmesi haramdır. Aklî delili bir özrü olmadan terkeden günahkâr olur. Akıl tek başına Allah'ı bilebilir. Fakat teklifi hükümleri (insanların Allah tarafından mükellef tutulduklârı hükümleri) bilemez" düşüncesinde her iki mezheb de birleşiyorlar. 2- Matüridî, yine, hüsün ve kubuh meselesinde der ki: "Allah bir işi haddi zatında ve aslında güzel olduğu için veya faydası zararından daha çok olduğu için emreder. (Hüsün emrin medluldür) Allah'ın bir işi emretmesi, o işin aslında güzelliğine delâlet eder. Bir şey mahiyeti itibarıyla çirkin olduğu için Allah o şeyden nehyeder. Allah'ın bir şeyi nehyetmesi, o şeyin aslında çirkinliğine veya zararının faydasından daha çok olduğuna delâlet eder." Matüridi'ye göre hüsün ve kubuh açısından eşya ve işler üç kısımdır: a) İnsan aklının tek başına güzelliğini anladığı şeyler, b) Tek başına aklın çirkinliğini idrak ettiği şeyler, c) Tek başına insan aklının ne güzelliğini ne de çirkinliğini anlayamadığı şeyler, ki, bunların da güzelliği ve çirkinliği ancak Allah'ın emretmesiyle anlaşılır. Şu kadar var ki; aklın güzelliğini bildiği şeyleri bile Allah emreder, çirkinliğini bildiği şeylerden de Allah nehy eder. Aklın tek başına mükellef kılma ve sorumlu tutma hakkı yoktur. Dini sorumluluklarda sorumlu tutma hakkı yalnız Allah'ındır. Yegâne hüküm veren ve insanları mükellef tutan O'dur. Eş'arîler ise; "eşyanın aslında ve fiillerin mahiyetinde güzellik ve çirkinlik yoktur. Allah emrettiği için bir şey güzeldir, nehyettiği için de çirkindir", derler. Aklın, fiillerin aslında güzellik ve çirkinliği idrak ettiğini kabul etmezler. Mutezileye göre ise; aklın güzelliğini idrak ettiği şeyler, yine aklın mükellef kılmasıyla vacib olur. Çirkinliği anlaşılan işten de kaçınmak aklın teklifiyle vacib olur. 3- Eş'arî; "Allah Teâlâ, bir sebeb ve maksattan dolayı fiillerini işlemez (Allah'ın fiilleri, maksat, gaye ve illetlerle muallel değildir). Yani, Cenab-ı Hak bir şeyi sebeb, maslahat ve gayesiz olarak işler de; bir sebebe müstenid ve bir maslahata mebni işlemez. Çünkü o işlediğinden sorumlu tutulmaz. Ayetlerde geçen Allah'ın hikmetini de ilim ve iradesine irca eder. Matüridi'ye göre, Allah kendisine hakim (hikmet sahibi) diyor. O halde O'nun hikmet sıfatı da vardır. Allah boş ve abes işlerden münezzehtir. Her işinde hikmet vardır. Yüce Allah, gerek teklifi hükümlerinde, gerekse yarattığı işlerinde bir zorlayan ve vacip kılan olmaksızın bu hikmeti murat etmiş ve kasdetmiştir. Çünkü O muhtar, serbestçe dileyen ve dilediğini işleyendir. Mutezile'nin dediği gibi, kullarının mesalihine riayet etmesi O'na vacip olmaz. Çünkü, vücub ve gerekli olma, iradeye aykırı olur ve başkasının O'nda hakkının olduğunu hatırlatır ve O'nun yaptığı şeylerden sorumlu olmasını gerektirir. Allah yaptığından sorumlu değildir. 4- Matüridiler, Allah'ın tekvin (halk) sıfatını, kudret sıfatından başka ezeli ve hakiki sıfat kabul ederler. Çünkü Allah, Kur'an'da kendisini halık (yaratıcı) olarak vasıflandırmıştır. Allah eşyayı kudret sıfatıyla değil, tekvin sıfatıyla yaratır, derler. Eş'arîler ise, tekvin sıfatını, Allah'ın kudret sıfatının yaratacağı şeylere hadis olan bir taallûku olarak kabul ederler. Görülüyor ki Matüridi'ler nakle bağlı kalmışlar ve bu başlılıktan taviz vermeksizin, nassların özüne uygun akli açıklamalarda bulunmuşlardır. İzmirli İsmail Hakkı'nın "Yeni ilm-i Kelâm" isimli eserinde Eş'ariyye ile Matüridiyye arasındaki farkları belirtirken; "Eş'ariyye indinde, tevbe-i ye's (bir kimsenin ölüm esnasında ilâhi azabı görürken tövbekâr olup iman etmesi) makbul değildir; Matüridiyye'ye göre ise makbuldür" (Yeni İlm-i Kelâm, I, 115) demesi tamamen yanlıştır. Çünkü Matüridilere göre de tevbe-i ye's asla makbul değildir. Matüridî, Te'vilâtında; Ebul-Mu'in en-Nesefi, et-Tabsira' adlı eserin de tevbe-i ye'sin makbul olmayışının sebeplerini açıklarlar: "Çünkü bu iman korku ve azabı gidermek için inanmadır; çalışma ile erişilen iman değildir ki onun (ölenin) inanması ictihad (emek ve gayret ile husule gelen iman olsun..." (Te'vilat li-Ebi Mansur el-Matüridî, Kayseri Raşid Ef. Kütüphanesi No: 47 vr. 1829). "Bir kimsenin ye's halinde veya ahirette azabı görürken iman etmesi geçersiz ve faydasız olur... (Tabsıratül-Edille, Raşid Ef. Küt. No: 496, vr. 86). Tevbe-i ye'sin makbul olmayacağı hakkında Kötülükleri işleyip dururken ölüm bunlardan birine geldiği zaman şimdi tevbe ettim, diyenlerin tevbesi yoktur... " (en-Nisa, 4/18) Azabımızı gördükleri vakit iman etmeleri kendilerine fayda verecek değildir" (el-Mü'min, 40/85) gibi âyetler vardır. Matüridîler ayetlerin zahirine aykırı düşecek görüşlerde bulunmazlar. İslâm tarihinde akaidi açıklayan itikadî mezhebler başlıca dörttür. Bunlar, Resulullah'ın ve Ashab-ı kirâmın akâidine ve üzerinde bulundukları yola yakınlıkları itibarıyla şöyle sıralanırlar: a) Ehl-i Sünneti hassa denilen Selefiyye: Bunlar nassların zahirine bağlılığı ve teslimiyeti prensip edinmişlerdir. Kur'an'da bildirilen iman esaslarını akılla fazla irdeleyip kurcalamadan iman ederler. b) Eş'ariyye: Nassları esas olarak alıp akli delillerle bunları desteklerler. c) Matüridiyye: Bunlar da Eş'ariyye gibi kelâm metodunu kabul ederler. Kur'an ve sahih sünnette bildirilen akaidi daha fazla aklî ve kuvvetli delillerle desteklerler. d) Mutezile: Bunlar aklı esas alıp nakil ile bunu desteklemeye çalışırlardı. Bazı araştırıcılar, akla bu kadar önem verdiği için Matüridiyye, Selefiyye'den daha çok Mutezile'ye yakındır demişlerdir. Dikdörtgen şeklinde bir alanın ucunda Selefiyye yani Ehl-i hadis; öteki ucunda Mutezile bulunur. Alanın Mutezileye bitişik 1/4'ünde Matüridiyye; Muhaddislerin yanında Eş'ariyye mevcuttur, demişlerdir. Matüridî, nassların yardımıyla akli istidlalin gerekli oluşu prensibini tefsirinde de uygulamıştır. O "Tevilatü'l-Kur'an"isimli eserinde müteşabihleri muhkem ayetlere hamletmektedir. Yol bulabildiği vakitte Kur'an'ı Kur'an ile tefsir etmektedir. Çünkü Kur'an'ın bir kısmı diğer bir kısmıyla çelişmez. Eğer o (Kur'an) Allah'tan başkası tarafından olsaydı, elbette içinde birbirini tutmayan bir çok şeyler bulurlardı" (en-Nisa, 4/82). Matüridî, müteşâbih ayeti, dayanacağı bir muhkem ayet veya kat'i bir delil bulamazsa te'vil etmekten kaçar. Müteşabih ayetleri te'vil hususunda takib edilen bu metodu Eş'ari de kullanmıştır. Ancak Eş'ariyye ve Matüridiyye kelamcılarının müteahhirini, halk yanlış yorumlayarak teşbihe düşmesinler diye müteşabih ayetleri te'vil etmişlerdir. Bu te'villerinde bu ayetlerin kesin anlamı olmadığını, ihtimal dairesi içinde olduğunu belirtmişlerdir. Matüridiyye Mezhebini Geliştirenler: Matüridi'nin akaid ve kelam metodu bizzat bu ekole bağlı olan müelliflerin eserlerinden öğrenilmektedir. Matüridî pek çok eser telif etmiştir. Ancak bunlardan pek çoğu kaybolmuş, günümüze kadar ancak iki tanesi gelebilmiştir: Bunlardan birisi "Tevilâtü'l-Kurân "diğeri adı "Te'vilatü Ehli's-Sünne"dir. Dünya kütüphanelerinde elli tane kadar nüshası olduğu sanılmaktadır. Hemen hemen İstanbul'un her kütüphanesinde bir nüshası mevcuttur. Dirayet usulünü takip eden çok kıymetli bir Kur'an tefsiridir. Müellif münasebet düştükçe akaid konularına çok yer ayırır ve bid'at mezheblerinin görüşlerini reddeder. Bu bakımdan Matüridiyye akaidine ait kıymetli bir kaynak sayılır. Bu eser, Ebu Bekir Muhammed b. Ahmed es-Semerkandî (v. 533/1158) tarafından şerh edilmiştir. Bir nüshası şehid Ali Paşa kütüphanesinde No: 283 mevcuttur. Matüridi'nin diğer eseri Kitabü't-Tevhid olup, dünyadaki tek nüshası Cambridge Üniversitesi kütüphanesinde 3651 numarada kayıtlıdır. Dr. Fetullah Huleyf tarafından tahkik edilerek 1970 de Beyrut'ta bastırılmıştır. Matüridiyye mezhebini geliştiren ve zirvesine çıkaran alim Ebul-Mu'in Meymun b. Muhammed en-Nesefi'dir (417-508/1024-1115). Matûridiyye'nin yetiştirdiği en büyük kelamcıdır. Nesefi, İmam Matüridi'nin görüşlerine (Mukallidin imanı hakkındaki görüşü hariç) bağlı kalmıştır. Eş'ari kelamında Ebu Bekir el-Bakıllani (v. 403/1013) ve Gazzali (505/1111)'nin değeri ne ise Matüridi kelamında da, Nesefi'nin değeri aynıdır. Matüridi'nin kitablarının özellikle Kitâbü't Tevhîdinin iyi anlaşılması için Nesefi'nin Tabsiratül-Edille, isimli kitabı bir anahtar mesanesindedir. Nesefi'nin diğer bir kitabının ismi "et-Temhid li-Kavaidi't-Tevhid"tir. Bu kitabın İstanbul Kütüphanelerinde bir kaç nüshası vardır. Mesela Beyazıd Küt. No: 3078,158. (vr.) Nesefî'nin Bahrul-Kelâm fi Akaidi Ehli'l İslâm isimli kitabı ise Konya'dan Ali Ramazan Hadimi tarafından 1327-1329/1911 de bastırılmıştır. Bu kitap yine aynı yılda Kahire'de de basılmıştır. Matüridiyye kelâmına hizmet eden başka Nesefîler de yetişmiştir. Nesefi Semerkant ile Ceyhun nehri arasında bulunan bir şehirdir. Ortaçağda bu şehirde İslâmî ilimlerin her dalında eser telif etmiş pek çok alim yetişmiştir. Ebu Hafs Necmeddin Ömer en-Nesefi (v. 537/1142) Burhanuddin en-Nesefi (687/1289) Ebul-Berekat en-Nesefi, Matüridiyye mezhebine hizmet eden büyük âlimlerdendir. Bu sonuncusunun "Medariku't-Tenzil ve Hakaiku't Te'vil" isimli tefsiri. pek meşhurdur. Tefsirin muhtelif yerlerinde Matüridî kelâmına ait görüşler yer alır. İmam Ebu Mansur Matüridî, bir müminin inancını akli delile dayanmadan körü körüne taklid eden kimsenin (mukallidin) imanının, kuvvetli bir temele dayanmadığı için, makbul olmadığını söylemiştir. Matüridînin bu konudaki görüşleri, Nesefi'nin Tabsiratül-Edille'sinde şöyle dile getirilir: "Delilsiz olduğu için mukallidin tasdiki faydalı olmaz. Çünkü sevap kulun çektiği meşakkat karşılığında verilir. Mukallidin, imanın aslını kazanmasında sıkıntısı yoktur. Bilakis, imana ulaşmada delil getirme ve şüphe ile kesin delilleri ayırdetmede düşünmenin kaidelerini gözetip nazar ve teemmüle alışarak karşılaşılan kuşkuları gidermek için sıkıntı çekilir... Kişi emek ve gayretini sadece peşin lezzetleri elde etmek için harcar, yalnız kendisini geçici dünya ile faydalanmaya terkeder, sonra hiç bir sıkıntıya göğüs germeksizin külfet ve meşakkate katlanmaksızın iman ederse, sevap elde edemez ve bu imanının faydasını görmez. Nitekim önceden istidlali olmadığından dolayı, azabı görürken inananın bu imanı kendisine fayda vermez" (Tabsıratü'l-Edille, Raşid Ef. Küt. No: 496, vr. 86; Fatih Küt. No: 2907, vr. 96-10). Matüridi'nin bu görüşüne başta Nesefi olmak üzere hiç bir Matüridiyye kelâmcısı katılmamıştır. Çünkü iman Allah'ı ve Resulünün Allah tarafından getirdiklerini tasdik etmektir. Kalbte şüphesiz kesin tasdik bulunup bunun zıddı tekzib gelmediği müddetçe iman makbuldur. Gücü yettiği halde Allah'ın varlığına deliller getirmeyi terkeden mümin, günahkâr olur. Muhiddin BAĞÇECİ
__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan, Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren.. |
#2
|
|||
|
|||
Paylaşım için teşekkürler.
__________________
Kaybettiklerim arasında en çok kendimi özledim, oysa ne güzel gülerdim.. |
#3
|
|||
|
|||
Mezhebe bağlılığın anlam ve önemi
MEZHEBE BAĞLILIĞIN ANLAM VE ÖNEMİ
a-Mezheb Kavramı ve Mezheblerin Ortaya Çıkışı “Mezheb”, gidilen yol, tutulan yol anlamına gelir. Dini terminolojide “mezheb”, bir müçtehidin, İslam’ın itikadi ve ameli konularını/hükümlerini, ayet ve hadislerin doğrultusunda, belli bir yöntemle ortaya koymasıyla oluşan dini anlama mektebidir.[1] Daha basit bir ifadeyle “mezheb”, şer’î nassları (dini metinleri) açıklamak ve o metinlerden hüküm çıkarmak için oluşmuş fıkhi mekteb/fıkhi ekol olarak da tarif edilebilir.[2] Meselâ, itikatta “Maturidiye Mezhebi”, amelde ise “Hanefi Mezhebi” bunlardandır. Tariften de anlaşılacağı üzere, mezhebin imamı durumundaki kişi, hiçbir zaman din ve şeriat koyucusu değildir.[3] Zira hak bir mezhep, ayet ve hadislerdeki açık hükümleri sistemine aynen alır, açık olmayan noktalarda ise kendi yöntemine göre içtihad eder. Hak mezhepler arasında farklılık, nasslarda açık olmayan konularla ilgili yaptıkları içtihatlarda söz konusu olur. Dolayısıyla ana konularda hak mezhepler arasında farklılık olmaz. İçtihad farklılıkları ise, bir nassın (ayet veya hadisin) manaya delaletinin açık olmaması, bazı lafızların birden çok anlama gelmesi,[4] hadisin sıhhati üzerindeki farklı değerlendirmeler,[5] uzak bölgelerdeki bir müçtehidin her hadise ulaşamaması, ulaşsa bile o bir hadisin tarikinin sağlam olarak addedilmemesi, Medine’den uzak bölgelerde yeni ve karmaşık olayların zuhuru gibi faktörlere dayanır.[6] Bölgenin örf adetleri ve zamanın şartları da içtihat farklılığını doğuran sebepler arasında yer alır. Ancak, hakkında açık nass bulunan bir meselede, örf adete göre içtihat yapılamaz.[7] Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında sahabe, karşılaştığı problemlerle ilgili sorularını ona sorarak çözüme kavuştururdu. Peygamber (s.a.v.) onu konuda bilgi sahibi ise hemen cevaplandırırdı. Bazen de o konuda vahiy gelmesini beklerdi.[8] Hz. Peygamber (s.a.v.) ahirete irtihalinden itibaren sahabenin fakih olmayanları, aralarındaki fakihlere meselelerini sorarak çözüme kavuşturmuşlardır.[9] Tabiun’un alimleri de Kur’an ve Sünnet’te açık olmayan konuları sahabenin fakihlerine sormuşlar ve sahabeden aldıkları fetvalarla etrafını aydınlatmışlar ve aynı zamanda o fetvaları sonraki kuşağa aktarmışlardır.[10] Bu yüzden ilk iki asırda sistematik bir mezhep kavramı ortaya çıkmamıştır. Fetihler sonucu İslam ülkesinin sınırlarının genişlemesi ve sahabenin de ahirete irtihalinden sonra (üçüncü nesilde) halkın, dini meselelerini bölgelerinde bilinen büyük alimlere götürmesiyle, dini ve sosyal bir olgu olarak mezhepler teşekkül etmeye başlamıştır. Bu surette, İslam ülkesinin çeşitli bölgelerinde ve farklı devirlerde yetişen Ebu Hanife, İmam Malik, İmam Şafii ve Ahmed b. Hanbel gibi büyük müçtehit imamlar etrafında topluluklar oluşmuştur. Giderek bu topluluklardan mezhepler oluşmuştur.[11] Bundan dolayı mezhepler, kasden ve planlı oluşturulmuş müesseseler değildir. Aksine, dini ve sosyal ihtiyaçtan kaynaklanarak kendiliğinden oluşmuş mekteplerdir. Bu mektepler, dini öğrenmeyi ve yaşamayı kolaylaştırıcı bir rol üstlenmişlerdir. Nitekim ayet-i kerimede, “Bilmiyorsanız zikr ehline sorun”[12] buyurulmaktadır. O kadar ki Cenab-ı Hakk, topluma dinini öğretecek bir grup insanın savaşa katılmasına bile salık vermemiştir. Bu konudaki ayet-i kerime şu mealdedir: “Mü’minlerin hepsinin toplanıp savaşa çıkmaları uygun değildir. Her kabileden büyük bir topluluk savaşa gitmeli, ama onlardan bir kısmı da din konusunda köklü ve derin bilgi sahibi olmak ve kabileleri savaştan döndükleri zaman onları uyarmak için savaştan geri kalmalıdır! Olur ki (böylece) Allah’ın azabından sakınırlar.”[13] Açıkça görüldüğü gibi, bu ayetler mezhebi oluşumun veya dinde “taklid”in caiz olduğunu gösteren en önemli delillerdendir.[14] b-Mezhebe Bağlılığın Luzumu Mutlak müçtehit olmayan kimseler için hak bir mezhebe tutunmak, taassup değil, dini ve sosyal bir ihtiyaçtır. Zira toplumda herkesin her meslekte ihtisas sahibi olmasının imkânı olmadığı gibi, dinde müçtehit olma imkanı da yoktur. Yukarıda belirtildiği gibi, ilk iki nesil (Sahabe ve Tâbiûn), bir bakıma suyu kaynağından içtiklerinden mezhebi oluşuma ihtiyaç duymamışlardır. Buna rağmen taklid, sahabe arasında da vuku bulmuştur.[15] Sahabenin fakih/müçtehit olmayanları, fakih olanlarına sormak suretiyle meselelerini çözüme kavuşturmuşlar ve ona göre amel etmişlerdir.[16] Bugünün şartlarında ise biz, temiz suya ulaşmak için sağlam bir kanala başvurmak ve o kanala tutunmak zorundayız. O halde itikatta ve amelde hak bir mezhebe tutunmak (taklid etmek), müçtehid olmayan kimse için zorunlu bir ihtiyaçtır.[17] Yoksa, faydalı kanallarla zararlı kanalların karıştırılma ve zehirli bir kanala sapma tehlikesiyle karşı karşıya kalırız. Amelde mezhep olarak tarihte 4 mezhep dışında başka hak mezhepler de zuhur etmişse de bunların çoğunun müntesibi kalmamıştır.[18] Bugün itibariyle kaynaklarına ulaşılabilecek ve temsilcisi bulunan ameli hak mezhepler bilinen 4 mezheptir. Bunlar; Hanefi, Şafii, Maliki ve Hanbeli mezhepleridir. Bir mümin bunlardan herhangi birine tutunduğunda, Hakk’a bağlanmış olur. Dört mezhep imamlarının hepsi de Ehl-i Sünnet’in kökü olan “Selefiyye”dendir.[19] Mezhebe olan lüzumu çeşitli örneklerle izah etmek mümkündür. Şöyle ki: 1)Hasta olan bir insan, “ben tıbbın hiçbir buluşunu ve tedavi yöntemini, bunun yanında hekimleri de kabul etmiyorum, kendim araştırıp kendi kendimi tedavi edeceğim” demesi ne kadar hatalı ise, bir müminin de İslami ilimleri ve ulemayı dışlayarak “dini meselelerimi Kur’an’dan kendim öğrenirim” demesi de o kadar hatalıdır. Buna “sünnet”i de ekleseniz durum fark etmez. Bu örneği sıradan bir insan için değil de pratisyen bir hekim için düşünsek de sonuç değişmez. Zira, bir hekim hastayı tedavi ederken, “tıbbın ittifak ettiği yöntemlerden hiçbirini kabul etmiyorum, ben kendim yeni yöntemler geliştireceğim, onlarla hastayı tedavi edeceğim” demesi kabul edilebilir bir yaklaşım değildir. Bir hekim için tıbbi araştırmalar yolu kapalı değilse de uzman hekimlerin tarih boyunca ittifak ettiği meseleleri bir kenara atarak tıpta sıfırdan bir araştırmaya göre hasta tedavi etmesi, mantıklı ve çıkar bir yol olmasa gerek. Kaldı ki İslami limlerdeki birikimi bir kenara atmak, tıp ilmindeki örneklerden daha vahim sonuçlar doğurur. Zira tıp tecrübe ve araştırma ile bir nebze de olsa öğrenilebilir, Din ise, esas itibariyle nakle dayandığından, nakille gelen bilgiyi bir kenara atılması, kesinlikle istikametin kaybedilmesi anlamına gelir. 2) Otobüs veya arabanız yoksa, arabanız olsa bile şoförlüğünüz yoksa, o zaman bir firma otobüsüyle veya bir başkasının arabasıyla yolculuk yapmaya mecbursunuz demektir. Buradaki yolculuğu dindeki “kulluk” görevimize benzetebiliriz ki onu Allah emretmiş, yöntemini de o göstermiştir. Başkasının aracı kaza yapabilir, uçak da düşebilir düşüncesiyle çok uzak mesafeler için yaya olarak yola çıkmak, yolda helak olmayı, hatta yolda kaybolmayı peşinen göze almak demektir. 3) İşin ehli tarafından açılan ve herkesin üzerinde yürüyüp tecrübe ettiği bir “otoyol” varken, bir şahsın, bu yolu beğenmeyip de dağlar üzerinden kendi kendine patika açmaya yeltenmesi de mezhebi lüzumsuz görenlerin haline benzer. O otoyol, Allah’ın Kur’an’da ittibaya mecbur tutuğu “müminlerin yolu” dur,[20] “ehl-i sünnet yolu”dur, çoğunluğun tuttuğu yol olan “Sevad-ı Azam yolu”dur. SONUÇ Kur’an ve Sünnet içeriğine hâkim olmadan; Arapçada, bedi’, beyan ve meâni’de, İslami ilimlerde ve usul ilimlerinde üst düzey bilgi sahibi olmadan; bunun yanında sağlam bir itikat, iyi niyet, ihlas ve meleke sahibi de olmadan, Kur’an’dan hüküm çıkarmaya yeltenmek, “zavallılık”tan başka bir şeyle ifade edilemez. Hele bir de tercüme ve mealler üzerinden bu işe koyulmak, son derece trajikomik bir durumdur. Halbuki bu işe hayatını vakfetmiş muhlis ulemanın tüm süzgeçlerden geçirilmiş üstün çalışmaları, müstahzar olarak yanı başımızda beklemektedir. Allah Teâla Kur’an-ı Kerim’de, kendisine kitap, hüküm ve peygamberlik verilen hiçbir insanın, Allah’ı bırakıp da kendisine kulluğa çağırmayacaklarını, sadece ve sadece “rabbânî kullar” olmaya çağıracaklarını haber vermiştir.[21] Peygamberlerin yoluna ittiba etmiş alimlerin de insanları kendine kulluğa değil, Allah’a kulluğa çağıracakları aşikardır. Bu bağlamda İbn Kesir, peygamberlerin yoluna ittiba etmiş alimlerin de insanları kendine kulluğa değil, sadece ve sadece Allah’a kulluğa çağıracaklarını ifade etmektedir.[22] Bu müjde, ümmete büyük bir rahmet ve kolaylıktır. Yoksa bu kadar çok dünya meşguliyeti içerisinde ve ilmin kaldırıldığı ahir zamanda herkesin müçtehit olmasının imkân ve ihtimali yoktur. Öyleyse, içtihad ehliyetine sahip olmayan kimselerin, hak bir mezhebe bağlılığı, son derece lüzumludur. Hanefi Mezhebi’nin İmam Azam’dan sonra en büyük imamları olan Ebu Yusuf, İmam Muhammed ve İmam Züfer gibi büyük şahsiyetler bile, füruda müstakil olmaları yanında usul ve yöntemde hocaları Ebu Hanife’ye bağlı kalmışlardır.[23] Bugün itibariyle Ehl-i Sünnet’in itikatta iki mezhebi vardır. Onlar, “Maturidilik” ve “Eş’arilik”tir. Sahabe ve Tâbiûn’un temsil ettiği ilk “Selefiyye”den sonra Ehl-i Sünnet’in yerini bu iki mezhep almıştır. Bunların her ikisinin Ehl-i Sünnet’i temsil ettiklerini ve her ikisinin de itikadi hak mezhepler olduğunu kesinlikle bilelim. Her iki mezheb, tarihte yaklaşık olarak aynı dönemde farklı coğrafyalarda İslam dünyasına itikatta öncülük etmişlerdir. Akademik birkaç nüans dışında aralarında itikadi yönden bir fark yoktur. İtikad, dini temeller olduğundan itikadi meseleler üzerinde, açıklamaya dayalı hususlar dışında ihtilaf da olmaz zaten. Bu bakımdan, Maturidilik ve Eş’arik’ten her ikisinin öğretileri de İslam itikadının kendisidir.[24] Metod olarak da da bu iki mezheb, “kelâm metodu”nu kullanmışlardır. Kelam metodu, felsefe metodundan farklı olarak, ayet ve hadisleri asıl kabul eder, dinin anlaşılması ve izahında da akıldan yararlanır ama aklı hakem kabul etmez.[25] Öyleyse, Maturidilik veya Eş’arilik’ten birini hakir görmek veya birine karşı düşmanca bir tavır almak, Allah muhafaza kişiyi dinden çıkarır. Son yıllarda Batı, her ikisi de Ehl-i Sünnet olan bu iki itikat mezhebini birbirine düşman etme denemelerine girişmiştir. Son zamanlarda özellikle Türk gençliği ve aydını, “Maturidiye Türk Mezhebi, Eş’ariye ise Arap Mezhebidir” sloganıyla güya Maturidi taraftarlığı adı altında Eş’ariye üzerine kışkırtılmaktadır. Bu saçma fikirleri ileri sürenlerin, haddi zatında Maturidilikle de bir alakaları yoktur. Çünkü tarihte Maturidiler Eş’arileri, Eş’ariler de Maturidileri daima sevip saymışlar, her ikisi de diğerinin kesinlikle kendinden bilmiştir. Diğer bir yazımızdaki ifadelerimizi, önemine binaen burada da tekrar etmek istiyoruz: Yukarıda anlatılan bu Amerikan oyununu öğrenen iyi niyetli, vatansever ve Müslüman Türk Evladı, Allah’ın izniyle, bu oyununa gelmeyeceği gibi, olanca gücüyle de bu Amerikan oyunu ile mücadele edecektir. Umarız ki bizim bu ifadelerimizden kimse ırkçılık anlayışı çıkarmaz! Zira biz, inancımıza göre bütün müminleri dinde kardeş bildiğimiz gibi,[26] dinimize, devletimize ve milletimize zararı dokunmayan[27] insanlığı da Hz. Adem (a.s.) babamızdan yaratılışta kardeş biliriz…[28] İtikatta ve amelde hak bir mezhebe bağlılık, tarih boyunca İslam toplumunda ve Türk toplumunda birlik ve dirliğin de adeta anahtarı olmuştur. Bu bağlılık toplumda kültür birliğini de sağladığından fertler arası kaynaşma ve uzlaşıyı kolaylaştırmış, toplumdaki kaos ve kavgayı minimum düzeye indirgemiştir. Birileri her kafadan bir ses çıksın ve bu kültür birliği de kaybolsun diye galiba, bu anahtarın dişlerini sıyırmaya seferber olmuş görünüyor. Netice itibariyle bir hak mezhebe bağlılığı çok görenler, insan aklı sayısınca saçma yolların ortaya dökülmesinden keyif alıp 4 köşe olacaklar acaba?.. [1] Fahrettin Atar, Fıkıh Usülü, s. 378. [2] Abdülkerim Zeydan, Vecîz, s. 412. [3] Bkz. Fahrettin Atar, Fıkıh Usülü, s. 378. [4] Bkz. Hallaf, Ilmu Usuli’l-Fıkh, 35. [5] Hallaf, Ilmu Usuli’l-Fıkh, s. 152. [6] Fahrettin Atar, Fıkıh Usülü, s. 357, 358. [7] Bkz. Abdülkerim Zeydan, Medhal, s. 119; Hallaf, Ilmu Usuli’l-Fıkh, 89, 90. 8] Abdülkerim Zeydan, Medhal, s. 92, 93. Bkz. Bakara, 2/189, 215, 217, 219, 220, 222; Maide, 5/4; âraf, 7/187; Enfal, 8/1; İsra, 17/87; Kehf, 18/83; Tâhâ, 20/105; Naziat, 79/42. [9] Abdülkerim Zeydan, Medhal, s. 99-107. [10] Abdülkerim Zeydan, Medhal, s. 111; Fahrettin Atar, Fıkıh Usülü, s. 381. [11] Fahrettin Atar, Fıkıh Usülü, s. 381. [12] Nahl, 16/43. [13] Tevbe, 9/122. Bkz. Ali-İmran, 3/79, 80; İbn Kesir, Tefsîru’l-Kur’ani’l-Azim, I/377. [14] Bkz. Cessâs, Ahkâmü’l-Kur’ân, II/215; Şirbînî, Hâşiyetü’l-Benânî alâ Şerhi Cem’u’l-Cevâmi’ (Hamiş’de), II/253; Şâtıbî, İ’tisam, s. 479; Abdülkerim Zeydan, Vecîz, s. 412. [15] Şirbînî, Hâşiyetü’l-Benânî alâ Şerhi Cem’u’l-Cevâmi’ (Hamiş’de), II/253. [16] Zekiyyüddin Şa’bân, Usûlü’l-Fıkhi’l-İslâmî, s. 422. [17] Şâtıbî, İ’tisam, s. 479. [18] Abdülkerim Zeydan, Medhal, s. 148, 149. [19] Şerafeddin Gölcük, Süleyman Toprak, Kelam, s. 36. [20] Nisa, 4/115. [21] Ali-İmran, 3/79, 80. [22] İbn Kesîr, Tefsîru’l-Ku’âni’l-Azîm, I/377. [23] İbn Âbidîn, Reddü2l-Muhtar, I/165. [24] Bkz. Şerafeddin Gölcük, Süleyman Toprak, Kelam, s. 36-39, 41; Şükrü Özen, “Maturidi”, TDV/İSAM Ansiklopedisi, XXVIII/148. [25] Gölcük-Toprak, a.g.e, s. 38, 44. [26] Hucurât, 49/10; Tirmizi, Tefsiru Sure 59; 49; Menâkıp 73; Ebu Davud, Edeb, 11; II/361, 524; Ahmed, IV/145, 158. [27] Hucurât, 49/13; Mücadele, 58/22; Tevbe, 9/23, 24. [28] Bkz. Tirmizi, Tefsiru Sure 53, 49; Menâkıb, 73; Ebu Davud, Edeb, 111; Ahmed, II/361, 524. |
#4
|
|||
|
|||
Allah razı olsun
|
#5
|
|||
|
|||
Emegine sağlık
|
#6
|
|||
|
|||
Allah razi olsun
|
#7
|
|||
|
|||
Emeğinize sağlık
__________________
“gücümü, içimdeki güçsüzlükle boğuşurken tükettim.” |
Seçenekler | |
Stil | |
|
|
Benzer Konular | ||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevap | Son Mesaj |
SÎA mezhebi | Havasokulu | Tarih | 7 | 20.02.24 16:25 |
ŞAFİİ MEZHEBi | Havasokulu | Tarih | 18 | 20.02.24 16:22 |
Başka bir mezhebi kusurlu görmemek | Skoda | Fıkıh Soru ve Cevaplar | 0 | 18.12.23 02:13 |
Hanefi mezhebi | Havasokulu | Tarih | 5 | 25.09.17 19:56 |
HANBELi MEZHEBİ | Havasokulu | Tarih | 0 | 11.09.17 15:58 |