Peygamberler tarihi Adem a.s
ADEM ALEYHİSSELAM
Adem aleyhisselamın yaratılışı Herşeyi yoktan yaratan, yokluktan varlık alemine getiren Allahü tealadır. Allahü tealanın ilk yarattığı şey, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselamın nurudur. Herşey Muhammed aleyhisselamın hürmetine yaratılmıştır. Allahü teala bir hadis-i kudside Muhammed aleyhisselam için buyurdu ki: - Sen olmasaydın, sen olmasaydın, hiçbir şeyi yaratmazdım. Eshab-ı kiramdan Cabir bin Abdullah sordu: - Ya Resulallah! Allahü tealanın herşeyden önce, ilk yarattığı şey nedir? Peygamberimiz şöyle buyurdu: - Her şeyden önce, benim nurumu kendi nurundan yarattı. O zaman ne levh, ne kalem, ne cennet, ne cehennem, ne melek, ne gökler, ne yer yüzü, ne güneş, ne ay, ne insan, ne de cin vardı. Allahü teala, sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselamın nurunu yarattıktan sonra, bu nurdan alemleri ve içinde olanları, sonra da Adem aleyhisselamı yarattı. Allahü teala, Adem aleyhisselamı yaratmayı dileyince, meleklere, yeryüzünde bir halife yaratacağını bildirdi. Melekler; “Ya Rabbi! Yeryüzünde fesat çıkaracak ve kan dökecek olan insanları niçin yaratıyorsun” dediklerinde, Allahü teala, “Onlar fesat çıkarmazlar” demedi. Allahü teala şöyle buyurdu: - Sizin bilmediklerinizi ben bilirim, layık olmayanları layık yaparım! Uzak kalanları yaklaştırır, zelil olanları aziz ederim. Siz onların işlerine bakarsınız, ben kalblerine bakarım. Siz, günahsız olduğunuza bakıyorsunuz. Onlar,benim rahmetime sığınırlar. Sizin günahsız olduğunuzu beğendiğim gibi, onların günahlarını affetmeyi de severim. Benim bildiğimi sizler bilemezsiniz. Onları, ezeli olan lütfuma kavuşturur, ebedi olan lütfum ile hepsini okşarım. Meleklerin, “Niçin yaratacaksın” diye sormaları, yaratmasındaki hikmeti öğrenmek istediklerinden idi. Allahü tealanın emriyle, melekler, yeryüzünün değişik yerlerinden, kırmızı, beyaz, siyah, değişik renkte topraklar aldı. İnsanların değişik renkten olması bundandır. Hadis-i şerifte şöyle buyuruldu: - Allahü teala Adem aleyhisselamı, yeryüzünün her tarafından aldırdığı topraktan yarattı. Bu sebeple zürriyetinden siyah, beyaz, esmer, kırmızı renkte olanlar olduğu gibi, bazıları da bu renklerin arasındadır. Bazısı yumuşak, bazısı sert, bazısı halis ve temiz oldu. Adem aleyhisselamın yaratılacağı toprak, yeryüzünün çeşitli yerlerinden alınıp, bir araya toplandıktan sonra, melekler, su ile çamur yapıp, insan şekline koydular. Allahü teala, bu toprağı çeşitli safhalardan ve şekillerden geçirdi. Önce çamur haline getirilip, bir müddet öylece kaldı ve balçık çamuru oldu. Bu çamur, şekil verilecek bir hal alınca; insan suretine sokuldu. Hazreti Adem’e secde edilmesi Adem aleyhisselam ruh verilmeden önce, bir müddet de insan sureti verilmiş bir halde bekletildi. Mekke ile Taif arasında kırk yıl yatıp, pişmiş gibi kurudu. Önce Muhammed aleyhisselamın nuru alnına kondu ve Muharrem ayının onunda cuma günü ruh verildi. Adem aleyhisselamın bedenine ruh verilmeden önce, melekler, Adem aleyhisselamın bedenini görüp, ondaki uygunluğa, ahenge ve yaratılışın güzelliğine, mükemmelliğine hayran kaldılar. “Allahü teala bundan güzel bir şey halk etti mi acaba” dediler. İblis, Adem aleyhisselamın ruh verilmemiş halindeki bedenini görünce, meleklere dedi ki: - Eğer o sizden üstün, faziletli kılınırsa ve ona hürmet etmeniz emredilirse ne yaparsınız? Melekler, “Biz Rabbimizin emrine uyarız” dediler. İblis ise kendi kendine dedi ki: - Eğer ona hürmet etmem emir olunursa isyan ederim. Çünkü, o topraktan, ben ise ateşten yaratıldım, ben ondan üstünüm. Allahü teala, Adem aleyhisselamın bedenine ruh verince, ruhun cesede sirayet ettiği yerler canlanıp, ete dönüştü. Önce başına sirayet etti ve Adem aleyhisselam aksırdı. Allahü teala ona, Elhamdülillah; yani alemlerin Rabbine hamdolsun demesini ilham etti ve aksırdıkça böyle dedi. Ruh, Adem aleyhisselamın gözlerine sirayet edince, cennetin meyvelerini gördü. Midesine yürüyünce, o meyvelerden yemeyi arzu edip, ruh henüz ayaklarına gelmediği halde, doğrulup kalkmak istedi. Bu sebeple Allahüteala; (İnsan aceleci bir tabiatta yaratılmıştır) buyurdu. (Enbiya: 37) Allahü teala Adem aleyhisselamın bedenine ruh vermeden önce, meleklere, (Ona ruh verdiğim zaman, hepiniz ona karşı secde edin) buyurdu. Bu husus Kur’an-ı kerimde bildirilmiş olup, mealen şöyledir: (Rabbin o vakit meleklere şöyle demişti: “Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onun yaratılışını tamamlayıp da tarafımdan ona ruh verdiğim zaman, hemen ona secdeye kapanın.” Bunun üzerine melekler hep birden secde ettiler.) (Sad 71- 73) Adem aleyhisselama ruh verilip, canlanıp ayağa kalkınca, Allahü tealanın emri üzerine melekler, ona Adem Aleyhisselamın yeryüzüne indirildiği rivayet edilen Serendip adasıkarşı secde ettiler. Meleklerin Adem aleyhisselama karşı olan bu secdesi, namazda Allahü tealanın emriyle Kabe’ye yönelip secde etmek gibidir. Yani Kabe istikametinde Allahü tealaya secdedir. İblis bu inceliği anlayamadı, kibirlenip, Adem aleyhisselama karşı secde etmedi. “O çamurdan yaratıldı. Ben ise ateşten yaratıldım. Ondan üstünüm” diye iddiada bulundu. Bundan dolayı, huzur-ı ilahiden kovuldu. İsmi de kovulmuş, uzaklaştırılmış manasında, “Şeytan” kaldı. Allahü teala Adem aleyhisselamı en güzel bir surette yaratıp, ona ruh verdikten sonra, ona, her şeyin ismini ve faydasını öğretti. Allahü teala yeryüzünde insanların bildiği bütün eşyanın isimlerini Adem aleyhisselama öğretmiştir. Mesela, insan, hayvan, vadi, dağ, ova, tepe ve buna benzer isimleri, hatta karanlık ve uzunluğu da öğretti. Bu hususlar Kur’an-ı kerimde şöyle bildirilmiştir: (Allahü teala, Adem’e bütün isimleri öğretti. Sonra eşyayı meleklere gösterip; “Eğer sadıklarsanız, bunların isimlerini bana haber verin” buyurdu. Melekler; “Biz seni tenzih ederiz, senin bize öğrettiğinden başka, hiçbir ilmimiz yok. Muhakkak sen herşeyi hakkıyla bilensin, üstün hikmet sahibisin” dediler. Allahü teala, Adem’e; “Ey Adem! Eşyanın ismini meleklere haber ver” buyurdu. Adem aleyhisselam da meleklere, o isimleri haber verince, Allahü teala; “Ben size demedim mi ki, göklerin ve yerin gayblerini ben bilirim. Açıkladığınızı da, gizlediğinizi de elbet ben bilirim” buyurdu.) (Bekara 30-33.) Şeytan’ın isyanı Allahü teala Adem aleyhisselamın bedenine ruh verdikten sonra melekleri ve cinleri haberdar edip; “Adem’e secde ediniz!” emrini verince, önce Cebrail aleyhisselam secde etti. Sonra sırayla; Mikail, İsrafil, Azrail ve diğer bütün melekler secde ettiler. Secde eden meleklerin her biri, Allahü teala tarafından çeşitli hizmetleri görmekle şereflendirildi. İblis, kibir ve gururundan secde etmedi. Allahü teala iblise mealen; “Ey mel’un! Adem’e niçin secde etmedin?” buyurunca, İblis dedi ki: “Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten onu ise topraktan yarattın. Ateş; latif, saf ve ışıktır. Elbette topraktan üstündür.” diyerek bu bozuk kıyasını ileri sürdü. Böylece Allahü tealanın emrine isyan etti. Ebedi olarak Cehennemlik oldu. İblis, Adem aleyhisselama secde ediniz emrine uymayınca, Allahü teala, “Hemen Cennet’ten çık! Cennet’ten çık! Artık sen hor, alçak ve bayağı kimselerdensin.” buyurdu. İblis Cennet’ten koğulunca ölüm acısını tatmak istemediğinden veya sonsuz bir hayat yaşamak istediğinden dolayı Allahü tealaya; “Bana halkın dirilip kaldırılacakları mahşer gününe kadar mühlet ver.” diyerek dünyada ve ahirette ölümsüz olmayı istedi. Allahü teala da ona ölümden ve Cehennem azabından kurtuluş olmadığını bildirip, birinci sur üflenip bütün canlıların öleceği vakte kadar mühlet verdi. Böylece kıyamet gününe kadar ömür verilip serbest bırakıldı. İblis bunun üzerine “Öyle ise beni azdırmana yemin ederim ki, insanoğullarını saptırmak için muhakkak senin doğru yoluna oturacağım! Vesvese verip, pusu kuracağım. Sonra da onlara; önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım, musallat olacağım. Sen de onların çoğunu şükredici kul olarak bulamayacaksın.” dedi. Allahü teala buyurdu ki: “Yemin ederim ki onlardan kim sana uyarsa, Cehennem’i hep sizden dolduracağım. Benim muhlas yani ihlaslı kullarım üzerinde senin bir hakimiyetin olamaz.” İblis, kendisine kıyamete kadar ömür verilip, serbest bırakıldı. Adem aleyhisselamın evlatları olan insanlara, dünyada imtihan edilmek, denenmek için üç din düşmanı yaratıldı. Bunlar; İblis yani Şeytan, insanın kendisi, yani nefsi ve kötü arkadaştır. Allahü tealanın razı olduğu hak yoldan insanları saptırmak için uğraşacağına söz alan ve kıyamete kadar da kendisine mühlet verilen şeytan, herkese zarar yapmaya çalışır. İnsanın, besmelesiz ve haramdan yediği yiyeceklerle ve içeceklerle damarlarında dolaşmakta, midesine yerleşmekte ve kalbine vesvese vermektedir. Bu haliyle insanlarda çeşitli maddi ve manevi hastalıklara sebep olmaktadır. İnsanları aldatmak için en çok yalan, gıybet, koğuculuk, namazı terk ve tehir ettirmek, faiz, kumar vs. gibi günahlara alıştırmaktadır. İçki, fuhuş, zina ve kumar onun büyük yardımcısıdır. Bunları yaptırmak için kendisine, çocukları, insanlardan ve cinlerden kötü yolda olanlar yardımcı olur. Şeytanın, insana bütün kötülükleri yaptırmak için bir gücü, kuvveti yoktur. O sadece kalbe vesvese verir, bir şeyi güzel gösterir. Nefsine ve kötü arkadaşlarına aldanıp mağlup olan insan, onun vesvesesine kanıp kötü işleri yapmaya başlar. Allahü tealayı unutmayanlara, daima O’nun zikriyle meşgul olanlara, her işinde İslamiyetin emir ve yasaklarına uygun davrananlara, haram ve şüphelilerden sakınanlara, zararı dokunamaz. Allahü tealanın halis, seçilmiş kulları, şeytanın şerrinden muhafaza altına alınmıştır. Şeytan, insanoğlu son nefesini teslim edinceye kadar onunla uğraşır ve son nefeste imansız gitmesi için elinden geleni yapmaya çalışır. Son nefeste imansız ölmemek için şeytanın sevdiği kötü işlerden uzak durmak gerekir. Hazreti Havva’nın yaratılması Adem aleyhisselam kırk yaşında iken, Firdevs adındaki cennete götürüldü. Cennete girince, peygamberler sayısınca kürsiler konulmuş gördü. Her birinde ayrı ayrı oturdu ve her kürside oturdukça, o peygamberin nuru alnında parlıyordu. En son Muhammed aleyhisselamın kürsisinde oturdu. Melekler yetmiş bin adet nurdan meşaleyi başı üzerinde tuttular. O kadar aydınlık oldu ki, evvelki nurların hiçbirisi kalmadı. Her biri görünmez olup, güneş çıkınca yıldızların kaybolması gibi oldu. Bu hal Adem aleyhisselamın Muhammed aleyhisselama muhabbetini artırdı. Adem aleyhisselam cennete girince, cennet yemeklerine ve meyvelerine rağbet eyledi. Cennet bağlarını, bahçelerini ve cennet köşklerini dolaşmaya başladı. Canı her ne isterse, hemen hazır olurdu. Lakin yaratılışı icabı olarak, kendi cinsinden arkadaş bulup, onunla yakınlık kurmak istedi. Bu düşüncede iken uyuyu verdi. O esnada Allahü teala Adem aleyhisselamın sol kaburga kemiğinden Hazreti Havva’yı yarattı. Adem aleyhisselam uykudan uyanınca, başucunda, ayakta duran bir kadın gördü ve ona dedi ki: - Sen kimsin? Niçin yaratıldın? O da; “Ben sana zevce, eş olarak yaratıldım” diye cevap verdi. Hazreti Havva validemizin yaratılmasından, Adem aleyhisselamın hiç haberi olmadı. Hazreti Havva, Adem aleyhisselam suretinde, onun boyunda, onun şeklinde ve renginde idi. Kur’an-ı kerimde şöyle buyuruldu: (Ey insanlar, sizleri bir tek şahıstan yaratan, o şahıstan da zevcesini vücuda getiren, ikisinden de birçok erkeklerle kadınlar halkeden Rabbinizden korkun ve günah işlemekten sakının...) (Nisa: 1) Allahü teala Adem aleyhisselama Hazreti Havva ile birlikte cennette yerleşmelerini ve cennetin meyvelerinden diledikleri kadar yemelerini bildirdi. Fakat cennette bir ağaç için, “Bu ağaca yaklaşmayın, bundan yemeyin” buyurdu. Onu yasakladı ve, “Bundan yerseniz zahmete düşer, üzülürsünüz” buyurdu. Yeryüzüne indirilmeleri Adem aleyhisselam, Hazreti Havva ile cennette iken, şeytan, onlara düşmanlık besleyip, aldatmak ve öc almak için harekete geçti. Bu hususta Kur’an-ı kerimde mealen şöyle buyurulmaktadır: (Ve biz demiştik ki; ey Adem, sen zevcenle cennette kal. Cennetin nimetlerinden ikiniz de bol bol yiyin. Fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa nefslerine zulmedenlerden olursunuz.) [Bekara 35] Şeytan, Adem aleyhisselama ve Hazreti Havva’ya düşmanlık besleyip, onları, içinde bulundukları nimetten mahrum etmek istiyordu. Bunun için hile düşünüyor, onları yanıltma yolları arıyordu. Onlara, kendilerine yasak edilen ağacın meyvesinden yedirmeyi ve böylece cennetten çıkarılmalarını istiyordu. İblis, yasak ağaçtan yedirmek için, Hazreti Adem ile Hazreti Havva’yı cennetin dışından gözetleyerek fırsat kolluyordu. Bir defasında Adem aleyhisselam ile Hazreti Havva, cennetin kapısının yakınında dolaşırken, şeytan onların dikkatini çekmek istedi. Bunun için karşılarında ağlayıp sızlayarak feryat etti. İblis’e sordular: - Neden böyle feryat ediyorsun? İblis de, “Ben, sizin öleceğinize ve bu sebepten de içinde bulunduğunuz nimetlerden ayrılacağınıza ağlamaktayım” diye cevap verdi. Sonra sözüne devam edip dedi ki: - Size ebedilik ağacını göstereyim mi? Eğer o ağaçtan yerseniz, iki melek olursunuz ve cennette devamlı kalırsınız, sona ermeyen bir devlete kavuşursunuz. Ayrıca, konuşmalarının sonunda, “Ben, muhakkak sizin iyiliğinizi istiyorum” diyerek de yemin etti. İblisin bu sözleri ve yemini üzerine, Hazreti Havva ile Adem aleyhisselam, onun, kendilerine düşman olduğunu unuttular. Önce Hazreti Havva, sonra da onun teşviki ile Adem aleyhisselam, unutarak, kendilerine yasak edilen ağacın meyvesinden tattılar. Adem aleyhisselamın bu yasak edilen ağaçtan yemesi zelleidi. Yani doğrular arasında, en doğruyu seçememekti. Günah değildi. Kur’an-ı kerimde bu hususta şöyle buyuruldu: (Doğrusu bundan önce, Adem’e, bu ağaçtan yeme diye emrettik de unuttu.) [Taha 115] Allahü teala, Adem aleyhisselama buyurdu ki: - Sana cennette pek çok şeyi mubah ettiğim halde, niçin yasak ettiğim ağacın meyvesinden yedin? Adem aleyhisselam şeytanın yemin ettiğini söyleyip, dedi ki: - Ya Rabbi! Ben bir kimsenin senin adına yalan yere yemin edeceğini zannetmiyordum! Allahü teala, Adem aleyhisselama tekrar buyurdu: - Seni yasak ettiğim ağacın meyvesinden yemeye teşvik eden sebep nedir? - Ya Rabbi! Bu işe beni Havva teşvik etti. Adem aleyhisselam ile Hazreti Havva, cennette iken, kendilerine yasak edilen ağacın meyvesin den, unutarak yemelerinden dolayı yeryüzüne indirildiler. Adem aleyhisselam, cennetten, cuma günü ikindi ve akşam arasında çıkarılarak, Hindistan’da Seylan (Serendib) adasına, Hazreti Havva da Cidde’ye indirildi. Şeytan ise çok hakir ve perişan bir halde, cennetin civarından, taşlık bir yere indirildi. Bu hususta Kur’an-ı kerimde mealen şöyle buyuruldu: (Nihayet şeytan, onların, [Adem ve Havva’nın], cennetten çıkarılmalarına ve içinde bulundukları nimetten uzaklaştırılmalarına sebep oldu.) [Bekara 36] Hazreti Adem’in Havva ile buluşması Adem aleyhisselam cennetten yeryüzüne indirilince, gözünün yaşı dinmedi. Hadis-i şerifte şöyle buyuruldu: (Adem aleyhisselamın gözünün yaşları, zürriyetinin gözyaşlarıyla tartılsa, Adem’in gözyaşları bütün evladının gözyaşlarından ağır gelirdi.) Adem aleyhisselam ve Hazreti Havva, cennetten yeryüzüne ayrı yerlere indirildikten sonra, senelerce ayrı kaldılar. Adem aleyhisselam Hindistan’da, Hazreti Havva validemiz de Arabistan’da kaldı. Dünyanın dert ve sıkıntılarına katlandılar. Cennetten ayrı kalmanın üzüntüsü ile uzun yıllar ağlayıp gözyaşı döktüler. Resulullah efendimiz buyurdu ki: (Adem aleyhisselam, zellesi sebebiyle cennetten çıkarılınca dedi ki: - Ya Rabbi! Beni, Muhammed’in hürmetine affet. Allahü teala buyurdu ki: - Ya Adem! Sen Muhammed’i nasıl bildin? Daha ben Onu yaratmadım? Adem aleyhisselam şöyle cevap verdi: - Ya Rabbi! Beni yaratıp, bana ruh verdiğin zaman, gözümü açıp baktığımda, Arş’ın kenarında “La ilahe illallah Muhammedün resulullah” yazılı gördüm. İsmini isminle yazdığından, yarattıklarından en çok sevdiğin Odur. Allahü teala buyurdu ki: - Doğru söyledin ey Adem. Mahlukatımdan en çok sevdiğim Odur. Onun hürmetine af dilediğin için, seni affettim.) Daha sonra, Allahü teala buyurdu ki: - Ya Adem, sen dünyada meşakkat ve tevbeye zürriyetini varis kıldın. Onlardan biri bana dua edip, tazarruda bulunduğu zaman, senin tevbeni ve duanı kabul ettiğim gibi, onun da tevbesini ve duasını kabul ederim. Onlardan biri, benden af ve magfiret dileyip, bana sığınırsa, tevbesini kabul ederim. Çünkü ben tevbeleri kabul ediciyim. Ey Adem, ben, günahtan tevbe edenleri, cennette haşrederim. Onları mezarlarından neşeli ve güler yüzlü oldukları halde, duaları kabul edilmiş olarak kaldırırım. Allahü teala, Adem aleyhisselamın tevbesini kabul ettikten sonra, Kabe-i şerifi inşa etmesini emretti. Allahü tealanın tevbesini kabul edip, Kabe’yi inşa etmesini emrettikten sonra, Adem aleyhisselam, Hindistan’dan Arabistan’a gitti. Arabistan’a varınca, Arafat’ta Hazreti Havva validemiz ile buluştu. Bu sırada Hazreti Havva da Adem aleyhisselamı aramak için Cidde’den Arafat’a gelmişti. Arafat ovasında Müzdelife’de buluştular. Hazreti Havva onu tanıyamadı. Cebrail aleyhisselam tanıştırdı. Nice seneler ayrı kalmanın üzüntüsü gidip, sevinç ve ferahlığa kavuştular. Beraberce Mina’ya gittiler. Ahd ü misak Adem aleyhisselamın kıyamete kadar gelecek olan çocukları, Arafat meydanında, belinden zerreler halinde çıktı. Allahü teala onlara buyurdu ki: - Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Hepsi, “Evet, sen bizim Rabbimizsin” dediler. Sonra hepsi zerreler halinde, Adem aleyhisselamın beline girdi. Buna ahd ü misak, söz verme denir. Ayrıca Kalu Bela diye de meşhur olmuştur. Ahd ü misak, Kur’an-ı kerim ve hadis şerif ile sabittir. Nitekim ayet-i kerimede mealen şöyle buyurulmaktadır: (Hani, Rabbin, Ademoğullarından, onların sulblerinden zürriyetlerini çıkarıp, kendilerini, nefslerine şahit tutmuş; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” buyurmuştu. Onlar da; “Evet, Rabbimizsin, şahit olduk” demişlerdi. İşte bu şahit tutma kıyamet günü; “Bizim bundan haberimiz yoktu” dememeniz içindi. Yahut, “Daha evvel atalarımız Allaha şirk koşmuştu. Biz de onlardan sonra gelen bir nesiliz. Şimdi o batıl yolda olanların işlediği günahlar yüzünden bizi helak mı edeceksin” dememeniz içindi...) [A’raf 172] İnsanların çoğalması Hazreti Havva validemiz Adem aleyhisselam ile buluştuktan sonra, biri kız, biri erkek olmak üzere yirmi defa ikiz; tek olarak da Şit aleyhisselamı dünyaya getirdi. Cebrail aleyhisselam Adem aleyhisselama rençberlik işlerini, ekip biçmeyi öğretti. Rençberlik ve diğer pek çok işle meşgul oldu. İlk insanlar, bazı tarihçilerin zannettiği ve İslam dinine inanmayanların uydurduğu, bazı filmlerde gösterildiği gibi, ilimsiz, fensiz, görgüsüz, çıplak, vahşi kimseler değildi. Evet bugün, Asya, Afrika çöllerinde ve Amerika ormanlarında tunç devrindekilere benzeyen vahşiler yaşadığı gibi, ilk insanlarda da bilgisiz, basit yaşayanlar vardı. Fakat, bundan dolayı, ne bugünkü, ne de ilk insanların hepsi için, vahşidir denilemez. Adem aleyhisselam ve ona iman edenler, şehirlerde Adem Aleyhisselam ile Hazreti Havva’nın Cennet’ten çıkarıldıktan sonra yeryüzünde buluştukları ilk yer olan Arafat Ovası ve Müzdelife yaşardı. Okumak, yazmak bilirdi. Demircilik, iplik yapmak, kumaş dokumak, çiftçilik, ekmek yapmak gibi sanatları vardı. Nitekim Hakim’in bildirdiği hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Allahü teala, Adem’e, sanatlardan bin türlü sanat öğretti ve ona şöyle buyurdu: “Evlatlarına ve zürriyetine rızık hususunda sabredemezlerse, bu sanatlardan biri ile rızık talep etmelerini” söyle.) Kabe’nin inşa edilmesi Adem aleyhisselam, yeryüzüne indirilmesi sebebiyle çok üzülüyor ve günlerini ağlamakla geçiriyordu. Onun üzüntüsüne melekler de ortak oluyorlardı. Bir defasında Adem aleyhisselam secdedeyken şöyle arzetti: - Ya Rabbi! Bana ne oldu ki, artık meleklerin seslerini, senin zatını tesbih ve takdis etmelerini duyamıyorum. Onları göremiyorum Cenab-ı Hak buyurdu ki: - Ey Adem! Senden sadır olan zelle, meleklerin tesbihini işitmene manidir. Ancak benim yeryüzünde bir beytim vardır. Sen onun temelini bulup, üzerine bir beyt bina et. Beni takdis ve beytin etrafını tavaf et! Ey Adem! O beyti Mekke’de kıldım. Evladından her kim beytime gelip, sadece benim rızamı isterse, bizzat beni ziyaret eden misafirim gibidir. Bunları şanıma layık bir şekilde ağırlarım ve bütün ihtiyaçlarını gideririm. Ey Adem! Sen sağ oldukça Beytullah’ı tamir et! Senden sonra gelecek peygamberler ve ümmetler de zaman zaman onu tamir edecekler ve en son peygambere kadar bu böyle sürüp gidecektir. Adem aleyhisselam, Allahü tealanın bu emri ile Serendip adasından Mekke’ye doğru yürümeye başladı. Bir melek kendisine yol gösteriyordu. Mekke-i mükerremenin bulunduğu yere gelince, Allahü teala ona yardımcı melekler gönderdi. Melekler, Beyt-i Mamur’un tam hizasına gelecek şekilde, yedi kat yere kadar varan bir temel kazdılar. Kazılan bu temele, toprak seviyesine kadar, otuz kişinin ancak kaldırabileceği büyüklükte taşlar yerleştirdiler. Böylece Kabe inşa edildi. Allahü teala cennetten Hacer-ül esved taşını indirdi. Hacer-ül esved o zamanlar beyaz idi. Sonra günahkarların el sürmesiyle karardı. Adem aleyhisselam, Kabe’yi inşa ettikten sonra, Allahü tealaya sordu: - Ey Rabbim! Şüphesiz ki, her çalışanın bir mükafatı vardır. Acaba benim mükafatım nedir? Cenab-ı Hak buyurdu ki: - Ey Adem! Benden ne istersen iste! Adem aleyhisselam, “Ya Rabbi! Beni tekrar cennete gönder” diye yalvardı. Allahü teala da; “Bu senin için hakikat olacaktır” buyurdu. Bunun üzerine Adem aleyhisselam dedi ki: - Ey günahları bağışlayan Rabbim! Kendi günahlarımı itiraf ettiğim gibi, zürriyetimden de, işledikleri günahlarını ikrar edip, sana yalvararak, bu beytin çevresinde tavaf yapanları da affetmen için yalvarırım. Allahü teala yine buyurdu: - Ey Adem! Ben seni affettim. Senin zürriyetinden bu beyti ziyaret edip de, günahlarından tevbe edenleri de affettim. Allahü teala Hazreti Adem‘e şöyle vahyetti: “Ey Adem, başına bir iş gelmeden önce şu beyti haccet.” Adem “Ya Rabbi, başıma gelecek iş nedir?” dedi. Buyurdu ki: “sorduğun o şey ölümdür.”Adem “Ölüm nedir?” dedi. Buyurdu ki; “sen onu tadacaksın.” Adem aleyhisselam, Allahü tealanın emri ile, Kabe-i şerifi inşa edip, ilk tavafını yaptıktan sonra, melekler kendisine dediler ki: - Ey Adem! Haccın mübarek olsun. Adem aleyhisselam onlara; “Siz tavaf esnasında neler söylüyorsunuz” diye sordu. Melekler de şöyle cevap verdiler: - “Sübhanallahi velhamdülillahi vela ilahe illallahü vallahü ekber” diyoruz. Adem aleyhisselam onlara buyurdu ki: - “Vela havle vela kuvvete illa billah” cümlesini de buna ilave ediniz. Adem aleyhisselam tavaftan sonra, kapı önünde iki rekat namaz kıldı ve Mültezem’e gelip şu duayı yaptı: “Ya Rabbi! Senden kalbime nüfuz edecek şüphesiz ve dosdoğru bir iman ve benim hakkımda senin hükmettiklerine razı olma kudreti vermen için yalvarıyorum.” Allahü teala şöyle buyurdu: “Ey Adem! Benden bazı dileklerde bulundun. Ben bu dileklerini senin için kabul ettim. Senin zürriyetinden bu şekilde duada bulunanların da dualarını kabul edip, düşünce ve sıkıntılarını yok edeceğim. Kederlerini dağıtıp, mallarını koruyacağım...” Adem aleyhisselamın yaptığı bu duayı okumak, o zamandan bu güne kadar devam etmiş, tavafın bir sünneti haline gelmiştir. Kabe daha sonra Nuh tufanında yıkılmış ve temelleri kalmıştı. Kabe’nin, Nuh tufanından sonra İbrahim aleyhisselama kadar yeri belirsiz olup, yalnız bulunduğu saha bilinmekteydi. Bu bölge kırmızı topraklı ve sel sularının yükselemeyeceği kadar tümsek bir tepe durumunda idi. İbrahim aleyhisselam yeniden inşa edinceye kadar böyle kaldı. Resullerin ilki Adem aleyhisselam ve Hazreti Havva, daha sonra Şam’a geldiler. Burada evlatları çoğaldı. Neslinden kırk bin kişiyi gördü. Oğullarına ve torunlarına peygamber olarak gönderildi. Kendisi aynı zamanda ilk din getiren, yani resul peygamberdi. “Ülül’azm” denilen altı büyük peygamberden ilkidir. Bazı sapıklar Hazreti Adem’in resul olduğuna inanmamaktadırlar. Hazreti Adem’in peygamber olduğuna inanmayan dinden çıkar, kafir olur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: Resullerin ilki Adem’dir.... Cebrail aleyhisselam kendisine on iki defa geldi. Kendisine on suhuf (forma) kitap verildi. Bu kitapta; iman edilecek hususlar, çeşitli diller ve lügatler, her gün bir vakit namaz kılmak, gusül [Boy abdesti] almak, oruç tutmak, leş, kan, domuz eti yememek, ilaçlar, hesap, geometri gibi şeyler bildirildi. Ayrıca fizik, kimya, tıp, eczacılık, matematik bilgileri öğretildi. Hazreti Adem ve çocukları şehirlerde yaşarlardı. Okuma-yazma bilirlerdi. Demircilik, dokumacılık, çiftçilik gibi sanatları vardı. Otla değil, buğdaydan ekmek yapıp, onunla beslenirlerdi. Altın üzerine para dahi basılmış, maden ocakları işletilip, çeşitli aletler yapılmıştı. Habil ve Kabil Habil ve Kabil, Adem aleyhisselamın oğullarından ikisiydi. Peş peşe birer kız kardeşle ikiz olarak doğmuşlardı. Beraber yaşayıp, beraber büyüdüler. Adem aleyhisselamın ilk çocuğu Kabil ve ikincisi onun ikiz kız kardeşi Aklima idi. Bunlardan sonra Habil ve sonra ikizi olan Lebuda doğdu. Büyüdükleri zaman, Allahü teala, Hazreti Adem’e, Kabil’i, Habil’in; Habil’i de Kabil’in ikiz kız kardeşi ile evlendirmesini emretti. Adem aleyhisselam zamanında, insanların çoğalması lazımdı. Bunun için, bir erkeğin kendi kız kardeşi ile evlenmesi helal idi, caiz idi. İnsanlar çoğalınca, buna lüzum kalmadı. Allahü teala haram kıldı. Kabil’in ikiz kızkardeşi, Habil’inkinden daha güzel idi. Bu sebeple Kabil, Habil’in kendi ikiz kız kardeşi ile evlendirilmesine razı olmadı. Hatta dedi ki: - Ben, kardeşim ile evlenmeye daha layıkım. Bunun üzerine Hazreti Adem, Kabil’e, “Kızkardeşin sana helal değildir” dedi. Fakat Kabil, babası Hazreti Adem’in sözünü kabul etmedi ve düşüncesinde ısrar etti. Kabil, Allahü tealanın, babasına böyle bir evlendirmeyi emrettiğine inanmadı. Adem aleyhisselam, Allahü tealanın emrinin böyle olduğunu, buna uymak gerektiğini, Kabil’e izah etti. Fakat Kabil bunu kabul etmedi. Bu durum karşısında Adem aleyhisselam, Kabil ile Habil arasındaki ihtilafı halletmek için buyurdu ki: - Allahü teala her şeyi bilendir. Bu işi halletmek için bir şey adayınız! Habil çobanlık, Kabil de rençberlik yapardı. Habil koyunları arasından en güzel bir koç seçip getirdi. Kabil ise buğdayları arasından en kötü kısımları toplayarak bir bağ buğday getirdi. Bu hususta da çok hasis davranmıştı. Habil ve Kabil, Adem aleyhisselamın tavsiyesi üzerine, adaklarını getirip, bir dağ üzerine koydular. Habil’in koçu üzerine gökten beyaz bir ateş inip, yaktı. Böylece Habil’in adağının kabul edildiği ve Kabil’in haksız olduğu anlaşıldı. O zamanlar, Allahü teala, ilahi bir hikmetle, kabul buyurduğu adak üzerine bir ateş gönderir, ateş onu yakıp, yok ederdi. Kabul olunmayan adak ise, olduğu gibi kalırdı. Bu durum İsrailoğulları zamanına kadar böyle devam etti. Bundan sonra Allahü teala, kimin adağını kabul edip etmediğini kıyamete kadar gizledi. Kabil kendi adağının kabul edilmediğini ve haksız olduğunu anladığı halde, ilahi hükme karşı gelip, haksızlığa dalıyor, nefsine zulmediyordu. Kardeşi Habil’e karşı, duyduğu derin bir kıskançlık ve nefret ile düşmanlık besliyordu. Hatta ona diyordu ki: - Yemin ederim ki, seni öldüreceğim! Habil ise gayet yumuşak davranıyor, karşılık vermiyor ve Kabil’e nasihat ederek diyordu ki: - Eğer sen, öldürmek için bana el uzatırsan, ben seni öldürmek için el kaldırmam. Çünkü ben, alemlerin Rabbi olan Allahtan korkarım. Kabil, Habil’in yumuşak davranmasını anlayacak ve onun doğru sözlerini kabul edecek halden uzak olduğu için, Habil’e karşı olan tutumunu değiştirmedi. Onu öldürmeye kararlı idi. Adem aleyhisselamın hacca gittiği bir sırada, Kabil ıssız bir yerde, elinde bir taşla Habil’in yanına gitti. Habil, o sırada sürülerinin başında bulunuyordu. Kabil, Habil’e dedi ki: - Seni mutlaka öldüreceğim! - Niçin? - Sen, benim güzel kızkardeşimle evleniyorsun, ben ise senin güzel olmayan kızkardeşin ile evleniyorum. Hem ebeveynim, senin benden daha üstün olduğunu konuşuyorlar. Bunun üzerine Habil şöyle cevap verdi: - Eğer böyle bir şey yaparsan, büyük suç ve günah işlemiş olursun. Yerin de cehennemdir ve zalimlerin cezası budur. Habil, böyle söylemekle kardeşine nasihat etti. Onu uyandırmak, kardeşini öldürme işini yapmaktan sakındırmak istedi. Böylece, hem kendisi öldürülmekten ve hem de kardeşi böyle bir günahı işleyip, günahkar olmaktan kurtulacaktı. Zira o, Allahü tealanın emrine muhalefet edenlerin, Allahü tealanın huzurunda mahcup olacaklarını biliyordu. Kabil, Habil’in sözlerini ve nasihatlarını dinlemedi. Şeytanın vesvesesine uyarak Habil’i öldürmek için kararlı ve ısrarlı davranıyordu. Nihayet onu öldürmek için harekete geçti. Kabil, ıssız bir yerde, kardeşi Habil’i öldürmeye teşebbüs ettiğinde, nasıl öldüreceğini bilemiyordu. Bu sırada şeytan, insan kılığına girerek karşısına çıktı. Bir kuş tutup, kuşun başını taş üzerine koydu. Başka bir taş daha alıp kuşun başına vurarak, başını ezmek suretiyle öldürdü. Böylece Kabil’e, kardeşi Habil’i nasıl öldüreceğini gösterdi. Kabil bu hali görüp, kardeşini aynı şekilde öldürmek üzere harekete geçti. Habil’i uyurken, başına bir taş ile de vurarak şehit etti. Yeryüzünde dökülen ilk kan budur. İlk şehit Habil, ilk katil de Kabil oldu. Böylece Kabil ilk kötü çığırı açan kimse oldu. Bu sebeple kıyamete kadar, haksız yere insan öldüren herkesin günahına Kabil ortak oldu. Bunun gibi, kim kötü bir çığır açarsa, o çığır devam ettiği müddetçe, ona da günah yazılır. Nitekim hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Zulüm ile öldürülen her insanın kanından, günahından, Adem’in birinci oğlu Kabil’e bir pay ayrılır. Çünkü cinayeti adet edenlerin önderi odur.) Kabil’in kardeşini öldürmesi hususunda Kur’an-ı kerimde de şöyle buyuruldu: (Nihayet Kabil, nefsine uyarak kardeşi Habil’i öldürmeye kalkışmış ve sonra onu öldürmüştü. Böylece ziyana uğrayanlardan olmuştu.) [Maide 30] Kabil, kardeşi Habil’i öldürünce, cesedini ne yapacağını bilemedi. Önce onu bir sahraya bıraktı. Yırtıcı kuşlar Habil’in cesedi üzerine hücum etti. Bunun üzerine Kabil, Habil’in cesedini bir torbaya koyup, sırtına aldı ve taşımaya başladı. Ceset sırtında, ne yapacağını bilmez bir halde iken, yırtıcı kuşlar da cesedi yere bırakmasını bekleyerek, üzerinde dolaşıyordu. Kabil böyle şaşkın bir halde iken, Allahü teala iki karga gönderdi. Bu iki karga birbirine hücum edip, dövüştüler ve neticede karganın biri, diğerini öldürdü. Sonra da öldüren karga, ayakları ve gagasıyla yeri kazıp, öldürdüğü kargayı yere gömdü. Kabil, bu hadiseyi görerek, Habil’in cesedini ne yapacağını öğrendi. Kabil kendi kendine; “Bana yazıklar olsun. Karga kadar olmaktan aciz kaldım” dedi. Habil’in cesedini yere gömdü. Bu husus Kur’an-ı kerimde mealen şöyle bildirilmiştir: (Allahü teala, kardeşinin ölüsünü nasıl gömeceğini göstermek üzere, ona, yeri eşeleyen bir karga gönderdi. “Bana yazıklar olsun! Kardeşimin ölüsünü örtmek için, bu karga kadar olmaktan aciz kaldım” dedi de, yaptığına pişman oldu.) [Maide 31] Kabil’in bu pişmanlığı tevbe değildi. Karga kadar akıl edemediği için idi. Yoksa tevbesi kabul olurdu. Adem aleyhisselam bu hadiseye pek ziyade üzüldü. Bunun üzerine Cebrail aleyhisselam, onu teselli için geldi ve; “Allahü teala yakında sana bir evlat verecek ve ahir zaman peygamberi Muhammed aleyhisselam onun neslinden gelecek” müjdesini getirdi. Bu Şit aleyhisselam idi. Bu sebeple ismi Şit, yani Allahü tealanın ihsanı, hediyesi manasınadır. Adem aleyhisselamın bütün çocukları ikiz doğduğu halde, Şit aleyhisselam tek doğdu. Kabil, kardeşi Habil’i öldürdükten sonra perişan, uykusu ve huzuru kaçmış bir halde idi. Büyük bir günah işlediğinden ve çok kötü bir iş yapmış olduğundan dolayı, çok bedbaht idi. Babasına karşı mahcuptu. Cezadan korkuyordu. Ateşperestlik ortaya çıktı Kabil, evlenmek istediği ve bu sebeple katil olduğu kızkardeşini de alıp, uzaklara kaçtı. Yıllarca avare ve başıboş dolaştı. Rivayet edildiğine göre, şeytan, Kabil’in karşısına çıkıp dedi ki: - Kardeşin Habil ile adak takdim ettiğinizde, Habil’inkine ateş isabet edip yakması ve onun adağının kabul olunması, Habil’in ateşe tapması sebebiyledir. Sen de kendin için ve senden sonra gelecek neslin için bir ateş yak, ona tap! Şeytan böyle söyleyerek Kabil’i aldattı. Kabil de bir yer yapıp, orada ateş yakarak tapmaya başladı ve böylece ateşperestlik ortaya çıktı. Kabil’in çocukları ve nesli azgın bir topluluk halini alıp, kendilerine, çeşitli çalgı aletleri yaptılar. Oyun, eğlenceye daldılar. İçki içtiler, ateşe taptılar, fuhuş ve zina yaptılar. Nihayet Allahü teala, onları, Nuh aleyhisselam zamanında, tufanda suda boğup helak etti. Habil ve Kabil kıssası hakkında Resulullah efendimiz buyurdu ki: (Ey insanlar! Adem’in iki oğlu sizin için nümunedir. Siz, o ikisinden hayırlı, iyi olanına, Habil’e benzeyiniz! Şerli, kötü olanına, Kabil’e benzemeyiniz!) Adem aleyhisselamın mucizeleri Adem aleyhisselam, yırtıcı hayvanlar ile konuşurdu. Bu mucizesinin sebebi şöyledir: Adem aleyhisselam, evladından bir kabileye uğrayıp, onlarla görüşmüştü. Bu kabile, dağda yaşayan vahşi hayvanların, kendilerine musallat olduğunu bildirip, şikayet etmişlerdi. Adem aleyhisselam, o civarda bulunan yırtıcı hayvanları çağırdı. Hepsi toplandı. Bu vahşi hayvanları, “Evladıma niçin eziyet verip, rahatsız ediyorsunuz” diyerek azarladı. Toplanan vahşi hayvanlar dile gelip, dediler ki: - Bunlar arasında gıybet, nemime [koğuculuk, söz taşımak] gibi kötü huylar yayıldığı için, biz onlara eziyet ediyoruz, sıkıntı veriyoruz. Bunun üzerine Adem aleyhisselam, evlatlarına, iyi geçinmelerini, birbirleriyle çekişmemelerini emretti. O kabile de gıybet, dedikodu gibi kötü huyları terkedip, iyi geçindiler. Bundan sonra hayvanlar onlara zarar vermedi. Adem aleyhisselam uzak bir yere gitmek isteyince, mesafeler kısalır ve oraya kısa zamanda ulaşırdı. Adem aleyhisselam Hazreti Havva ile cennetten yeryüzüne indirildiğinde, kendisi Seylan (Serendip) adasına, Hazreti Havva da Cidde’ye indirilmişti. Aralarındaki mesafe çok uzaktı. Adem aleyhisselam yasak edilen ağaçtan yemesi sebebiyle, cennetten çıkarıldığı için, hem de Hazreti Havva’dan ayrı kalmanın acısıyla tevbe edip, Allahü tealadan af diledi. Tevbesi kabul olduktan sonra, Hazreti Havva ile buluşmak için Allahü tealaya dua etti. Allahü teala duasını kabul edip, ona uzun mesafeleri kısa zamanda alma mucizesini verdi. Böylece uzaklıklar yakın kılındı. Kısa zamanda Hindistan’dan Mekke’ye vardı ve Arafat ovasında Hazreti Havva ile buluştu. Kavuştukları bu ovaya, orada buluşmalarından dolayı Arafat denilmiştir. Adem aleyhisselam, Kabe-i muazzamayı yaptıktan sonra, Hindistan’a gidip orada dünya işlerinden ziraat, ticaret yapıp, evlatlarını yetiştirmekle meşgul oldu. Peygamber olduğu bildirilince, Allahü tealanın emirlerini tebliğ etti. Bu sıralarda evladı ve torunları çoğalmıştı. Bunlar, birbirleriyle gayet iyi geçiniyorlar ve mesut bir hayat yaşıyorlardı. Adem aleyhisselamın evladından Kabil, Habil’i şehit edince, aralarında bir karışıklık çıktı. Kabil oradan kaçıp gitti. Aradan kırk sene geçmişti. Kabil’in evlatları haramlara dalıp, kötü işlerle meşgul oluyordu. Allahü teala Adem aleyhisselama Kabil’in evlatlarını dine davet etmesini emretti. Adem aleyhisselam, onları dine davet edince, mucize istediler. Bunun üzerine Adem aleyhisselam mübarek elini büyük bir kayaya dokundurdu. Dokunur dokunmaz kayadan birdenbire halis bir su fışkırmaya başladı. Bu mucize üzerine çoğu iman etti. Sonra o suyun çevresinde ziraat ve sanatla meşgul oldular. Hazreti Adem’in vasiyeti Adem aleyhisselamın yaşı, boyu kesin olarak bildirilmedi. Adem aleyhisselam, bir cuma günü vefat etti. Adem aleyhisselam vefatına kadar evlatları arasında kaldı. Onlara Allahü tealanın emrettiği şeyleri bildirdi. Kırkbin evladını gördü. Vefat etmeden önce, onbir gün hasta yattı. Bu sırada evlatlarını toplayıp, onlara nasihatlar yaptı. Allahü tealanın emirlerine uymalarını tembih etti. Oğulları arasından Şit aleyhisselamı yanına çağırıp, ona vasiyetlerini bildirdi. Şit aleyhisselam ikiz olmayıp, tek doğan oğlu idi. Adem aleyhisselamın oğullarından Kabil haset ve kıskançlığı sebebiyle kardeşi Habil’i öldürünce, Allahü teala, Adem aleyhisselama bir evlat daha vererek teselli etti. Bu evladının ismi, Allahü tealanın ihsanı manasına gelen, Şit aleyhisselam idi. Muhammed aleyhisselamın nuru, Adem aleyhisselamdan Şit aleyhisselama intikal ederek, alnında parlıyordu. Adem aleyhisselam vefat etmeden önce, Cebrail aleyhisselam gelip, oğlu Şit’e vasiyette bulunmasını ve onu, yerine halef kılmasını söyledi. Adem aleyhisselam, oğlu Şit aleyhisselamı yanına çağırıp, gece ve gündüzdeki kıymetli vakitleri ve bu vakitlerde yapılması gereken ibadetleri öğretti. Nuh aleyhisselam zamanında vuku bulacak tufanı önceden ona bildirdi. Tufandan sonraki vuku bulacak hadiseleri de haber verdi. Vasiyetini yazıp Şit aleyhisselama verdi. Sonra da dedi ki: - Bu bilgileri Kabil evlatlarından gizli tut, onlara bildirme! Çünkü Kabil, hasedi sebebiyle kardeşi Habil’i katletti. Onun evlatları da sana haset edip, seni öldürmeye kalkışırlar! Bu emir üzerine Şit aleyhisselam, babası Adem aleyhisselamın kendisine bildirdiği bu hususları gizli tutup, açıklamadı. Adem aleyhisselamın, vefat etmeden önce oğlu Şit aleyhisselama yaptığı en önemli vasiyetlerden biri şöyle idi: “Yavrum! Bu alnında parlayan nur, son peygamber olan Muhammed aleyhisselamın nurudur. Bu nuru, mümin, temiz ve afif hanımlara teslim et ve oğluna da böyle vasiyette bulun! Ey oğlum! Benden sonra halifemsin. Allahütealayı ne zaman anarsan, Onunla beraber Muhammed aleyhisselamın ismini de söyle! Çünkü Onun ismini, ben ruh ve beden arasında iken, Arş’ın altında gördüm. Sonra semaları dolaştım. Semanın her tarafında Onun isminin yazılı olduğunu gördüm. Rabbim beni cennette bulundurdu. Cennette gördüğüm her saray ve her odada Muhammed aleyhisselamın ismi yazılı idi. Yine Onun ismini, hurilerin boyunlarında, cennet kalelerinde, Tuba ağacı ile Sidret-ül-münteha yapraklarında, meleklerin gözleri arasında yazılı olarak gördüm. Onun için Muhammed aleyhisselamın ismini çok an! Çünkü melekler Ondan her an bahsederler.” Adem aleyhisselam son tenbihlerini yapıp, bu vasiyeti, onun da çocuklarına yapmasını bildirdi. Hazreti Adem’in vefatı Adem aleyhisselamın hastalığı ilerleyince, Cebrail aleyhisselam gelerek, Hazreti Adem’in halini sordu. İkisi konuşurlarken, Azrail aleyhisselam edeple içeri girip, selam verdi ve dedi ki: - Hak teala selam eder ve evladına senden ötürü baş sağlığı diler. Hazreti Havva bir köşede oturmuş ağlıyordu. Adem aleyhisselam dedi ki: - Ey Havva, buradan git! Beni, Rabbimin melekleriyle başbaşa bırak! Sonra yüzünü Cebrail aleyhisselama çevirdi ve, “Ya Cebrail, ben ölüm şerbetini içer, Rabbime kavuşurum” deyince, Adem aleyhisselamın bu haline Cebrail aleyhisselam da ağladı. Adem aleyhisselam üzüldü. Bütün melekler ağlaştılar. O anda; “Ey Adem, yukarıya bak” diye bir ses işitti. Yukarıya baktı ve cenneti gördü. Hak teala hazretleri, Onun için hazırladığı nimetleri gösterdi. Adem aleyhisselam, Hazreti Azrail’e dedi ki: - Ey Azrail, çabuk gel ve canımı almada acele et! Zira canım cananı çok istiyor ve ruh kuşum, ten kafesinden vatanına uçmak diliyor. Azrail aleyhisselam yaklaştı. Cebrail aleyhisselam dedi ki: - Ey Azrail! Adem aleyhisselamın ne kadar aziz, büyük olduğunu bilirsin. Bu hususta çok yumuşak hareket etmen lazımdır. Azrail aleyhisselam hiç incitmeden Adem aleyhisselamın ruhunu aldı. Böylece canı canana kavuşturdu. Cebrail aleyhisselam, Adem aleyhisselama bir gömlek giydirdi. Şit aleyhisselama yıkamayı öğretti. Yıkayıp kefenlediler. Cebrail aleyhisselam, Şit aleyhisselamı imam yapıp, dört tekbir ile bugünkü gibi cenaze namazını kıldılar ve defnettiler. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Adem aleyhisselam vefat edince, melekler su ile üç defa yıkadılar. Onu defnettiler. Sonra çocuklarına dönerek; “Ey Ademoğulları! Ölülerinize böyle yapınız” dediler.) Peygamber efendimiz, Mirac gecesi, birinci kat semada, Adem aleyhisselamın ruhaniyeti ile görüşmüştür. Yeryüzünde ilk tevbe eden ve ilk tevbesi kabul olunan Hazreti Adem’dir. Allahü teala, Hazreti Adem’in tevbesini kabul ettiği zaman, melekler onu tebrik ettiler. Cebrail ve Mikail aleyhimesselam yanına inip dediler ki: - Ey Adem! Gözün aydın, Allahü teala tevbeni kabul etti. Bunun üzerine, “Ya Cebrail! Bu tevbemden sonra ben tekrar hesaba çekilirsem halim ne olur” deyince, Allahü teala Hazreti Adem’e şöyle vahyetti: - Ey Adem! Senin zürriyetine, tevbeyi miras bıraktım. Onlardan bana, kim senin gibi dua ederse, senin yalvarmanı kabul ettiğim gibi, onlarınkini de kabul ederim. Kim benden isterse, ona veririm. Çünkü ben, kullarıma yakınım ve onların isteklerini geri çevirmem. Hazreti Adem’in hususiyetleri Adem aleyhisselamın bazı hususiyetleri vardır: 1- Allahü teala, Adem aleyhisselamı kudretiyle topraktan, babasız yarattı. 2- Allahü teala, bütün mahlukat içinde en son insan nevini, insanlardan da ilk olarak Adem aleyhisselamı yarattı. 3- Adem aleyhisselam en güzel surette yaratıldı. 4- Allahü teala, Adem aleyhisselama, aksırınca; “Yerhamüke Rabbüke” (Rabbin sana merhamet etsin) buyurarak, Adem aleyhisselama hamdetmeyi telkin etti. Bu durum hadis-i şeriflerde bildirilmiştir 5- Adem aleyhisselam ve bütün nesli için, Allahü tealanın rahmeti gadabını aştı. 6- Allahü teala, Adem aleyhisselamı yarattıktan sonra, hiç ameli olmadığı halde onu cennete koydu. 7- Allahü teala cennette bir ağacın meyvesi hariç, her şeyi ona mübah kıldı. 8- Allahü teala, her şeyin ismini ve faydasını ona öğretti. 9- Onu insanlığın babası kıldı. İsmi dünyada Ebü’l-Beşer, cennette Ebu Muhammed’dir. 10- Allahü teala, meleklere, ona doğru secde etmelerini emretti. Bu secde, Adem aleyhisselama değildir. Allah için Kabe’ye doğru secde yapıldığı gibi, Allah için, Adem aleyhisselama doğru yapılmıştır. 11- Allahü teala, Onu yeryüzünde kendine halife kıldı. 12- Adem aleyhisselamın meleklerden üstün olduğunu, meleklere bildirdi. 13- Şeytan çok ibadet ve taat etmiş olmasına rağmen, Allahü teala şeytanı, Adem aleyhisselama secde etmediği için ebediyen tard etti, kovdu. 14- İlk hamd eden Adem aleyhisselamdır. 15- İlk tevbe eden Adem aleyhisselamdır. 16- İlk seçilen ve yeryüzünde Allahü tealanın ilk peygamberidir. 17- Zürriyetinden cennetlik ve cehennemlik olanları ayırarak, cehennemlikleri kıyamet günü o cehenneme gönderecektir. Resulullah efendimiz buyurdu ki: (Allahü teala kıyamet gününde şöyle buyurur: “Ey Adem kalk! Zürriyetinden binde dokuz yüz doksandokuzunu cehenneme, birini de cennete ayır.”) Eshab-ı kiram bunu işitince, yere kapanıp ağlamaya başladı. Resulullah buyurdu ki: (Başınızı kaldırın, nefsim yed-i kudretinde olan Allaha yemin ederim ki, ümmetim, ümmetler içinde siyah öküzün cildindeki beyaz tüy gibi azdır.) Peygamber efendimiz böyle buyurarak, ümmetinin diğer ümmetlerden daha üstün olduğunu, ibadet yapılırsa, kurtulma ümidinin fazla olduğunu bildirdi. 18- Yusuf aleyhisselama, Adem aleyhisselamın güzelliğinden yarısı verilmiştir. Hazret-i Adem, çok güzeldi. Siyah saçlı ve buğday renkliydi. Hazreti Havva da böyle idi. Hazreti Adem’in hiç sakalı yoktu. İnsanlarda ilk sakalı çıkan Şit aleyhisselamdır. 19- Bir gün Cebrail aleyhisselam Adem aleyhisselama gelip, ben sana üç şey getirdim. Birini seç al, dedi. Adem aleyhisselam, onlar nedir ey Cebrail? Diye sordu. Cebrail aleyhisselam, akıl, haya ve din, dedi. Adem aleyhisselam, aklı seçtim, dedi. Bunun üzerine Cebrail aleyhisselam, haya ile dine, “aklı seçti. Siz dönüp gidin” dedi. Onlar, biz her nerede olursa olsun, akıl ile birlikte bulunmakla emr olunduk, dediler ve aklın yanından ayrılmadılar. Adem aleyhisselam aklı seçmekle üçüne de sahip oldu. ŞİT ALEYHİSSELAM Şit aleyhisselam Kabil’in Habil’i şehit etmesinden sonra doğmuştur. Şis de denilir. O doğduğu zaman, son peygamber olan ahir zaman peygamberi Muhammed aleyhisselamın nuru, Adem aleyhisselamdan oğlu Şit aleyhisselama intikal etti ve onun alnında parladı. Bu sebeple Adem aleyhisselam, onu pek ziyade severdi. Bütün evladı üzerine onu reis yaptığı gibi, vefat edeceği sırada da bütün yeryüzünün halifeliğine onu tayin etti ve bu hususta vasiyette bulundu. Ayrıca bütün ilimleri öğretti. Şit aleyhisselam, Adem aleyhisselamın öteki çocuklarının hepsinden güzel, faziletli ve üstün idi. Hal ve tavırda tıpkı babasına benzediğinden, Adem aleyhisselamın ona karşı muhabbeti çoktu. Şit aleyhisselama peygamber olduğu bildirilip, vahiy geldi. Allahü teala Şit aleyhisselama elli suhuf (forma) gönderdi. Ona nazil olan bu elli suhufda hikmet ve riyaziye (matematik) ilimleri, kimya, çeşitli sanatlar ve daha pek çok şey bildirilmiştir. Ebu Zer-i Gıfari, Resulullah efendimize sordu: - Ya Resulallah! Allahü teala kaç kitap gönderdi? Resulullah efendimiz de buyurdu ki: - Yüzdört kitap gönderdi. Şit’e elli sahife indirdi... Şit aleyhisselamın dininin esasları, Adem aleyhisselamın bildirdiği dinin esaslarına uygun idi. Ekseriya Şam civarında ikamet edip; insanlara, Allahü tealaya iman etmeyi ve emirlerine uymayı bildirerek, tebliğ vazifesini yaptı ve bin şehir kurup, hudutlarını tayin etti. Her şehrin kapısında “La ilahe illallah Adem Safiyyullah Muhammed Habibullah” yazılı idi. Şit aleyhisselam, çocukları ve torunları, imar ettikleri şehirlerde yaşayıp, Allahü tealaya ibadet ve taat ile meşgul olurlardı. Gayet saadetli bir hayat sürerlerdi. Aralarında düşmanlık, buğz ve haset yoktu. Kötülüklerden, haramlardan ve isyandan uzak dururlardı. Hazreti Şit ve ona iman edenler, daima emr-i maruf ve nehy-i münker yaparlardı. Yani insanları Allahü tealanın razı olduğu, emrettiği yola davet ederler ve kötülüklerden, Allahü tealanın razı olmadığı, yasak ettiği şeylerden sakındırırlardı. Bu sebeple şeytan, Şit aleyhisselama ve ona tabi olanlara karşı haset ediyor, onları saptırmak için uğraşıyordu. Fakat ne kadar uğraştı isede, buna muvaffak olamadı. Habil’i şehit ettikten sonra, Yemen’e giden Kabil’in çocukları çoğalmıştı. Bunlar iman etmemiş ve azgın bir halde sapıklık içinde yaşıyorlardı. Şit aleyhisselam Şam’dan Yemen’e gidip, Allahü tealanın emri üzere onları imana ve ibadet etmeye davet etti. Fakat bu kavim onun dinini kabul etmeyip, sapıklıklarında ısrar ettiler. Şit aleyhisselam onlar ile savaştı. Bu savaşta kılıç kullandı. İlk kılıç kullanan odur. Yemen’deki bu azgın kavmin bir kısmını kılıçtan geçirdi, bir kısmını da esir aldı. Şit aleyhisselam Kabe’yi taştan yeniden inşa etti. Her yıl hac yaptı. Muhammed aleyhisselamın nuru Adem aleyhisselam vefat edeceği zaman, oğlu Şit aleyhisselama buyurdu ki: - Yavrum! Bu alnında parlayan nur, son peygamber olan Muhammed aleyhisselamın nurudur. Bu nuru, mümin, temiz ve afif hanımlara teslim et ve oğluna da böyle vasiyette bulun! Muhammed aleyhisselamın nuru Şit aleyhisselamdan sonra, oğlu Enuş’a geçmiş ve onun alnında sabah yıldızı gibi parlamıştı. Şit aleyhisselam da babası Adem aleyhisselam gibi aynı vasiyeti oğlu Enuş’a yaptı. Muhammed aleyhisselama gelinceye kadar, bütün babalar, oğullarına böyle vasiyet ettiler. Hepsi, bu vasiyeti yerine getirip, en asil, en afif kız ile evlendi. Nur, temiz alınlardan, temiz hanımlardan geçerek, evlattan evlada intikal edip, asıl sahibi olan Hatem-ül-enbiya hazretlerine gelmiştir. Böylece, Ademoğulları içinde, Muhammed aleyhisselamın nurunu taşıyan, seçilmiş bir soy vardı ki, her asırda, bu soydan olan zatın yüzü çok güzel ve parlak olurdu. Bu nur ile, kardeşleri ve diğer insanlar arasında tanınır, içinde bulunduğu kabile, başka kabilelerden daha üstün, daha şerefli olurdu. Şit alayhisselam vefat ettikten sonra Adem aleyhisselamın yanına defnedildi. Kendisinden sonra yerine oğlu Enuş’u halife tayin etti. Şit aleyhisselam zamanında, Kabil’in soyundan gelen kabile, zenginlik ve servete kavuştukça, azgınlıklarını ve isyanlarını artırdıkları gibi, Şit aleyhisselamın kavmi ile savaştılar. Şit aleyhisselama, babası Adem aleyhisselam, bazı sırları bildirmişti. Bunlardan biri de, ilerde, Nuh aleyhisselamın geleceği, ona iman etmeyen insanların suda boğulacağı ve onlar üzerine bir tufan gönderileceği idi. Şit aleyhisselam, bu hususu önceden bildiği için, iman etmeyip, dalalet, sapıklık içinde bulunan insanlara iman etmelerini söyleyip, nasihat ve irşadda bulundu. Kabil’in soyundan gelen kabileler iman etmemekte ısrar edip, saptıkları bozuk yolda sürüklenip gittiler. Nuh aleyhisselam zamanında tufanda boğulup, helak oldular. Şit aleyhisselamın oğlu Enuş, son derece güzel yüzlü üstün bir evlat idi. Şit aleyhisselam onu çok severdi. Ona bütün ilimleri öğretmişti. Babasından sonra yeryüzünün halifesi, müminlerin reisi oldu. Enuş da, Kabil’in soyundan gelen azgın kabilelerle savaş edip, onlara karşı mücadele vermiştir. Enuş, Süryanice’de sadık manasınadır. Enuş, vefat etmeden önce, yerine oğlu Kinan’ı halife bıraktı ve vasiyette bulundu. Kinan uzun seneler yaşamış olup, bu müddet içerisinde insanların idaresi ile meşgul olmuştur. Kinan da kendisinden sonra yerine, oğlu Mehlail’i halife bırakmıştır. Bunun zamanında Babil ve Sus şehirleri kurulmuş, insanlar iyice çoğalarak dünya üzerine yayılmışlardır. Mehlail’in soyundan gelen Yerd zamanında, insanlar doğru yoldan iyice uzaklaşıp, çok azmıştır. Putperestliğin o zaman ortaya çıktığı da rivayet edilmektedir. Yerd hayatta iken, oğlu İdris aleyhisselam, o zamanki kavme peygamber olarak gönderilmiştir. |
İDRİS ALEYHİSSELAM
İdris aleyhisselam Şit aleyhisselamın torunlarındandır. İbranice olan Tevrat’ta ismi Hanuh diye geçer. Bu, Arapça’ya Ahnuh diye tercüme edilmiştir. Kur’an-ı kerimde ismi İdris diye bildirildi. Kendisine peygamberlik, hikmet ve sultanlık verildiğinden, müselles bin ni’me, yani kendisine üç nimet verilen de denilmiştir. Babil’de veya Mısır’da Münif denilen yerde doğduğu rivayet edilmiştir. İdris aleyhisselamın babasının adı Yerd, annesinin ismi, Berre veya Eşvet’tir. İdris aleyhisselamın içerisinde büyüdüğü cemiyet, madden ve manen bozulmuştu. Onlar, Kabil’in evladından bir cemaat idi. Hazreti Adem’in ve Hazreti Şit’in gösterdikleri doğru yoldan ayrılmışlardı. Allahü tealaya ibadeti ve kulluk vazifesini yerine getirmeyi terket mişlerdi. Her türlü kötülüğü işliyorlar, haramları helal sayıyorlardı. Hazreti Adem ve Şit aleyhisselamın bildirdikleri meşru nikaha rağbet etmiyorlar, zina yapıyorlardı. Günahlara, oyun ve eğlenceye dalmışlardı. Bütün bunlara rağmen, çok sabırlı ve kullarına pek merhametli olan Allahü teala, dünyada ve ahirette mesut ve huzurlu olacakları yolu göstermesi için, onlara Hazreti İdris’i peygamber olarak gönderdi. İdris aleyhisselama 30 sahife (forma) verdi. Cebrail aleyhisselam dört defa geldi ve Hazreti İdris’e Allahü tealanın emir ve yasaklarını bildirdi. Hazreti İdris de bunları insanlara tebliğ etti ve, “Allahtan başka ilah yoktur. Yalnız Ona ibadet idiniz! Allahü tealanın emirlerine itaat edip, yasaklarından sakınmak suretiyle kendinizi cehennem azabından koruyunuz. Dünyaya rağbet etmeyiniz, ona gönül bağlamayınız! Dünya sevgisini içinizden atınız! Işlerinizde ve insanlara olan muamelenizde adaletten ayrılmayınız! Size bildirdiğim şekilde ve vakitlerde namaz kılınız, oruç tutunuz, mallarınızın zekatını veriniz! Cünüp olduğunuzda, ondan temizlenmek için yıkanınız! Domuz, eşek ve köpek eti yemeyiniz! Sarhoş eden ve aklı gideren içki ve maddelerden sakınınız” buyurarak, Allahü tealanın emir ve yasaklarını bildirdi. İdris aleyhisselam bizzat kendisi, Allahü tealanın emir ve yasaklarını büyük bir dikkatle yerine getirirdi. Hergün çok ibadet ve taat ederdi. Melekler cemaatler halinde onu ziyarete gelirler, ona görünürler ve onunla sohbet ederlerdi. İdris aleyhisselam, onların her birinin ismini, yaptığı işi, okuduğu tesbihi bilir; onları tek tek görürdü. Allahü tealanın kendisine ihsan ettiği bir mucize olarak, ağaçlarda ne kadar yaprak olduğunu bilirdi. Daima; “Ağaçların yaprakları kadar” diyerek tesbih okumaktan hoşlanırdı. İdris aleyhisselam hilal görüldüğü zamanı ve daha başka vakitleri ümmeti için bayram yaptı. Yine Allahü tealanın verdiği bir mucize olarak, İdris aleyhisselam havadaki bulutlara dağılmaları için emir verebilirdi. O emir verdiği zaman, bulutlar derhal dağılırlardı. Hatta bulutlar, onun emrine itaatlarını sözle de ifade ederlerdi. İdris aleyhisselam, kavmine, kendisinden sonra gelecek peygamberleri haber verdi. Onlara Resulullahın vasıflarını da bildirdi. Peygamber efendimizin mübarek vasıflarını şöyle anlattı: “O ahir zaman nebisi, bütün kötülüklerden korunmuştur. Yüksek bir ahlak üzere yaratılmıştır. Göklere ve yere dair her meseleyi, her acı ve elemin şifa ve devasını Allahü tealanın izni ile bilir ve duası kabul olur. Alem Onun dini ve daveti ile ıslah olur, düzelir.” İdris aleyhisselam, kendisinden sonra meydana gelecek olan Nuh tufanını da bütün tafsilatı ile anlatmıştır. İdris aleyhisselamın peygamberliğine delalet eden bu kadar açık mucizeleri görmelerine rağmen, kavminden pek az kimse ona itaat etti. Bir rivayete göre, kavminden ona bin kişi iman etti, pek çoğu karşı geldi. Bunun üzerine İdris aleyhisselam o memleketten başka bir yere hicret etmeye karar verdi. Kendisine iman edenlere de, böyle yapmalarını emretti. Fakat müminlere memleketlerinden ayrılmak zor geldi. Hazreti İdris’e dediler ki: - Biz Babil’den ayrılırsak, böyle bir yeri nasıl buluruz? İdris aleyhisselam onlara buyurdu ki: - Biz buradan Allah için hicret ettiğimizden, inşaallah Allahü teala bize Babil gibi bir yer nasip eder. Nihayet, İdris aleyhisselam ve ona iman edenler, mallarını ve mülklerini bırakarak, birlikte Babil’den ayrıldılar. Uzun bir yolculuktan sonra Babilyun denilen bir yere geldiler. Burada geniş bir vadiyi ve Nil nehrini gördüler. İdris aleyhisselam, Nil nehrinin kenarında durup, Allahü tealayı tesbih eyledi. Sonra yanındakilere buyurdu ki: - İşte, sizin terkedip geldiğiniz yerdeki gibi bir nehir! Bu mıntıkaya, Araplardan başka bütün eski milletler Babilyun; Araplar ise Mısır derler. Mısır ismi; Nuh tufanından sonra buraya gelip yerleşen Mısır bin Ham ismindeki bir şahsa nisbeten verilmiştir. Böylece, İdris aleyhisselam kendisine iman edenlerle beraber burada yerleşti. İnsanları Allahü tealanın emirlerini yapmaya çağırıp, iyilikle emredip, kötülükten nehyetmeye devam etti. Harp aletleri yapıp, kafirlerle cihad yaptı. Onlardan pek çok esir aldı. 100 şehir kurdu. Bunların en küçüğü Diyarbakır yakınında bulunan Reha şehridir. Her millet, öğrendikleri bu kaidelere göre, kendi bölgelerinde pek çok şehirler kurdu. İdris aleyhisselam bunlardan başka, insanlara muhtelif ilimleri de öğretti. Pek çok kimseye hikmet ve matematik dersleri verdi. Fen ilimleri, tıp ve yıldızlarla alakalı ince ve derin meselelerden bahsetti. Allahü teala ona, semaların esrarını, terkiplerini, neden meydana geldiklerini, yıldızlarla alakalı derin bilgileri, senelerin sayısını ve hesap ilmini öğretti. İdris aleyhisselam, bunların yanında kavmine kalem ile yazı yazmasını, elbise dikip giymeyi de öğretti. Bundan önce insanlar, hayvan derisi giyerlerdi. Bu ilimler, Allahü tealanın bildirmesi ile oldu. Yoksa insanoğlunun aklı ve zekası, sadece araştırma yolu ile bu bilgilere ulaşamazdı. Hazreti İdris’in hikmetli sözleri İdris aleyhisselam, insanlara hikmetli sözler ile pek çok nasihatta bulundu. Onun bu kıymetli sözlerinden bazıları şunlardır: Akıllı kimse, sultanlara, alimlere ve dostlarına hakaret gözü ile bakmasın! Yoksa sıkıntıya düşer, dinine zarar gelir, mürüvvetini yok eder. Akıllı kimse, hikmeti arar. Umumi bela ve musibetten dolayı boşuna ızdırap gösterip, kendisine zarar vermez. Akıllı kimsenin mertebesi yükseldikçe, tevazuu artar. Akıllı kimse başkalarının aybına bakmaz. Kişinin aybını yüzüne vurmaz. Malı çoğaldıkça, mağrur olup ahlakını bozmaz. Cahil, mertebesi yüksek olsa da, basiret ehlini hakir ve aşağı görür. Akıllı kimsenin dünyadaki mertebesi ne kadar aşağı olsa da, basiret ehli yanında yüksektir. Bir kimse; adaletli devlet reisi, hükmü geçerli hakim, tabib-i hazık ve akarsu bulunmayan bir yerde yerleşse, canını ve malını zayi etmeye çalışmış olur. İlim ve salih amele kavuşmak isteyen, cehaleti ve kötü işleri bıraksın. Nitekim her sanattan anlayan kimse, terzilik yapmak istediği zaman, onunla alakalı aletleri alır, diğerlerine ait olanları bırakır. Ahiret ile dünya sevgisi bir arada bulunmaz. Dua ettiğiniz zaman niyetiniz halis olsun, namaz ve oruçlarınızda da böyle yapınız! Yalan yere yemin etmeyiniz! Adi ve düşük kazançlardan sakınınız! Amirlerinize itaat ediniz! Büyüklerinize tevazu gösterip, dillerinizden Allahü tealaya hamdi düşürmeyiniz! Hikmet, insan için hayattır. Kavuştukları nimetlerden dolayı insanları haset etmeyiniz! Çünkü, insanlar bu nimetlerden az faydalanırlar. Kendisine yetecek miktardan fazlasını elde etmeye çalışanı hiçbir şey doyuramaz. Dostlar arasındaki hakiki sevgi, içinde bir menfaat temin etme ve kendisinden bir zararı def etme düşüncesi olmayan sevgidir. İnsanda bulunan en faziletli cevher, akıldır. Sahibini pişman ettirmeyen en kıymetli şey, salih ameldir. İşleri tedbir ve tanzimde en mühim şey, çalışmaktır. En koyu karanlık, cehalettir. İyi hasletlerin en üstünü, kızgınlık halinde doğruluk, sıkıntı halinde cömertlik, ceza vermeye gücü yettiği halde affetmektir. Akıllı ile cahili birbirinden ayıran şey, akıllının konuştuğu lehine, cahilinki ise aleyhinedir. Ölüme hazırlıklı olmak sebebiyle ölümden korkmamak, kişinin faziletindendir. İnsanlar için en faydalı şey, kanaat ve kadere rıza göstermektir. En zararlısı ise, aç gözlülük ve kızmaktır. Çünkü, kanaat ve kadere rıza gösteren huzurlu olur. Aç gözlü ve hırslı olan ve kızan kimse, daima gamlı ve kederli olur. İdris aleyhisselam hikmetli nasihatlarında, yine şunları buyurmuştur: Hiçbir kimse, Allahü tealanın mahluklarına iyilikte bulunması ile yaptığı şükür gibi, hiçbir şeyle nimetlerine şükür yapamaz. Dalalet ve helakın temeli; kişinin, hayır işleri, Allahü tealanın lütfu ve ihsanı sayıp, kötülükleri, fitne ve fesadı, şeytanın işleri ve tuzaklarından saymamasıdır. Bir arkadaşına, dostuna iftira eden kimse, mutlaka onun cezasını çeker. İnsanlar için durum böyle olursa, hep kötülüklerin sebebi Allahü tealadır diye, Allahü tealaya iftira eden kimse, bunun mesuliyetinden nasıl kurtulur? İyilik de, kötülük de mutlaka sahibine ulaşır. Kendisine hayır ulaşan ve hayra vesile olan kimseye ne mutlu. Kendisine kötülük ulaşan ve kötülüğe sebep olan kimseye ise hakikaten çok yazık. Her şeyi değiştirmek mümkün, fakat, bir şeyin tabiatını, aslını değiştirmek imkansızdır. Kötü ahlaktan başka her şeyi değiştirmek mümkündür. Her şeyi defetmek mümkün, fakat kaza bundan müstesnadır. Senin ve yer ehlinin yanında en beğenilen şey, insanlar arasında adalet, hikmet ve hak ile konuşan doğru dildir. Yolu; selamet, rahmet, başkalarına eziyetten vazgeçmek olanın yolu, Allahü tealanın yoludur. Yolu; helak etmek, kötü huylu olmak ve başkasına eziyet vermek olanın yolu ise şeytanın yoludur. Ey insan, acıktığın zaman çocuk gibi, doyduğun zaman azgın köle gibi, mülk sahibi olduğun zaman haddi aşan cahil gibi olma. Dosta, düşmana herkese nasihat et. Böylece dostuna karşı yapman icabeden bir vazifeyi yapmış olursun. Düşmanın ise, senin nasihatını öğrenince, senden korkar ve seni kıskanır. Eğer o akıllı olsa idi, senden utanır ve işlerinde sana müracaat ederdi. Sıkışık ve darlık zamanında, kişinin cömertlikte bulunması, onun cömertliğine; mala ve dünyaya düşkün olduğu halde, şüphelilerden bile sakınması, kişinin doğruluğuna; kızgınlık sırasında, affetmek ise hilmine, yumuşaklığına delalet eder. İnsanların kendisini sevmesini, yardım etmelerini, onların kendisinden güzel ve iyi yönleri ile bahsetmelerini isteyen kimsenin, onlara aynı şekilde davranması gerekir. Kişinin hayır ve hikmeti elde etmesi ve kendisini ayıplardan muhafazası üç şeye sahip olmak ile mümkündür: 1- Vezir. 2Veli. 3- Arkadaş. Kişinin veziri; aklı, velisi; iffeti, arkadaşı; salih amelidir. İdris aleyhisselamın hem sözleri, hem de işleri hikmetli idi. İdris aleyhisselama, “Hüsn-i zan nasıl elde edilir” diye sordular. Buyurdu ki: - İnsanları güzel bir şekilde karşılamak, onlara güler yüz göstermek, onlara iyi muamele etmek suretiyle. Hazreti İdris’in göğe çıkarılması İdris aleyhisselam insanları üç tabakaya ayırdı. Zahidler, sultanlar ve tebaa, yani halk. Yalnız Allahü tealadan istedikleri ve Ondan hiçbir zaman gafil olmadıkları için, zahidleri, diğer iki sınıftan üstün tuttu. İdris aleyhisselam, gerek sözleri ve gerekse işleri ile insanlara günlük hayatlarında lazım olan pek çok şeyi öğretti. Zamanla, insanlar çoğaldı. İdris aleyhisselam, emri altındaki yerleri dört bölgeye ayırdı ve oralara, kendi adına idare edecek kimseler tayin etti. Tayin ettiği bu vekiller, onun gibi, insanlara Allahü tealanın emir ve yasaklarını anlattılar. İdris aleyhisselam, yeryüzünün meskun yerlerini dört bölgeye ayırıp, herbirine bir vekil tayin edince, Mısır’dan ayrıldı. Yeryüzünü dolaşarak tekrar oraya döndü. Bir müddet sonra Aşure gününde göğe kaldırıldı. Nitekim, Kur’an-ı kerimde Meryem suresi 57. ayet-i kerimesinde mealen şöyle buyurulur: “Biz onu yüksek bir mekana kaldırdık.” Resulullah efendimiz de şöyle buyurdu: (Ben Mirac gecesi dördüncü kat semaya (göğe) vardığımda, İdris (peygamber) ile karşılaştım. Cibril bana; “Bu gördüğün İdris’tir. Ona selam ver” dedi. Ben de ona selam verdim. O da benim selamıma cevap verdi. Sonra (bana); “Merhaba salih kardeş, salih peygamber!” dedi.) İdris aleyhisselam göğe çıkarılınca, onu çok sevenler, ayrılık acısına dayanamadı. Resmini yapıp seyreyledi. Daha sonra gelenler, bu resimleri “tanrı” sandı. Çeşitli heykeller de yapılıp tapıldı. Böylece putperestlik meydana çıktı. Peygamberimizden bin sene önce, Hicaz’daki Huzaa hükümetinin reisi olan Amr bin Luhay, Putperestliği Şam’dan Mekke’ye getirdi. Putlara tapanlar, putlardan ses işitirdi. Cin, putun, yani heykelin içine girip söylerdi. Peygamberimizin dünyayı teşrif ettiği, İslamiyetin başladığı, birçok putlardan işitilmişti. Bu sözlerle, çok kimselerin müslüman olduğu, Mir’at-ı Mekke adlı tarih kitabında uzun yazılıdır. Putperestliğin Hazreti Adem’in vefatından sonra, Hazreti İdris’in peygamber olarak gönderilmesinden önce çıktığı da rivayet edilir. İdris aleyhisselam peygamber olarak gönderilmeden önce, duaları makbul bazı salih kimseler vardı. Bunların isimleri, Ved, Süva, Yeğus, Yeuk ve Nesr idiler. Bunlar vefat edince, onları sevenler, teselli bulmak için, onların suretlerini yapıp, evlerinde sakladılar. Zamanla bu suretlerin yapılış maksadı unutuldu. Onlara tapmaya başladılar. Bu suretlere tazim ve hürmette çok ileri gittiler. Bu sırada şeytan onlara, “Bu suretler, yeryüzünün tanrılarıdır. Ecdadınız onlara ibadet ederlerdi” diye vesvese verip, insanları doğru yoldan saptırdı. Böylece putperestlik ortaya çıktı ve İslamın zuhuruna kadar devam etti. İslamiyet gelince, putperestliğin kökünü kazıdı. İslamiyet, zatında ve sıfatlarında hiçbir zaman Allahü tealaya şerik, ortak kabul etmez. |
NUH ALEYHİSSELAM
İdris aleyhisselamın Metuşalih isminde bir oğlu vardı. Metuşalih, babasının bildirdiklerine tamamen uyan kamil bir mümindi. Meysaha adlı saliha bir hanımla evlendi. Bu evlilikten, ismi, Yemlek ve Lemk şeklinde de bildirilen Lamek dünyaya geldi. Lamek; doğumu, çocukluğu, yetişmesi ve gençliğinde, herkesin imrendiği bir hale sahip ve pek güzel, güçlü, kuvvetli idi. Muhammed aleyhisselamın mübarek nuru, Adem aleyhisselamdan beri temiz ana-babalardan geçerek ona ulaşmış, şimdi de onun yüzünde parlıyordu. Lamek, Kaynuş isminde saliha bir hanımla evlendi. Bu evlilikten de Hazreti Nuh dünyaya geldi. Hazreti Nuh, çocukluğunda ve gençliğinde, zahirde ve batında [görünüşte ve iç aleminde] çok güzel, pek mükemmel idi. Bütün güzel sıfatları kendinde toplamıştı. Şekl ü şemail, yani vücut görünüşü ile huy ve yaradılış bakımından Hazreti Adem’e çok benzerdi. İdris aleyhisselam, insanlara peygamber olarak gönderilip, onlara doğru yolu gösterdikten sonra, diri olarak göğe kaldırıldı. Bundan sonra ona tabi olup, yolunda bulunan ve Hazreti Adem ile Hazreti Nuh arasında, çeşitli zamanlarda geldikleri de bildirilen Ved, Süva, Yegus, Yeuk ve Nesr isimlerindeki kıymetli alim zatlar Arap Yarımadası’nın çeşitli yerlerine dağılarak, Hazreti İdris’in dinini yaymaya çalıştılar. Bu alimler, çeşitli yerlerde dağınık vaziyette yaşayan insanların yanlarına, ayaklarına kadar giderek, onlara; doğru olan hidayet yolunu anlatıyorlardı. Bunun için bütün gayretlerini sarfediyorlar ve hiçbir fedakarlıktan kaçmıyorlardı. Bu alimler, ahlak ve edeplerinin fevkalade olması, hep Allahü tealadan, kıyametten, ahiretten anlatmaları ve dinleyenleri çeken tatlı sohbetleri ile gittikleri her yerde sevilip sayıldılar. Herkes bunları pek çok sevip, anlattıklarına inanıyor, onlara tabi oluyordu. Nihayet onlar da, birer birer vefat edip, ahirete göçtüler. Sevenleri kedere boğuldu ve kimse onları unutamadı. Putperestliğin yayılması Kavmin içinde bulunan bazı münafıklar, doğru iman sahiplerinin, vefat eden alimlere olan muhabbet ve bağlılıklarını istismar ettiler. Temiz iman sahibi insanları kandırabilmek için, sanki müminlerden imiş gibi göründüler. Onlara yaklaşarak dediler ki: - Bizler, bu kıymetli büyüklerimizin, alim zatların, vefatlarından bir müddet sonra unutulacağından ve nasihatlerinin tesirinin kaybolacağından ve dolayısıyla, insanların doğru yoldan ayrılacaklarından endişe ediyoruz. En iyisi, biz, bu alimlerin bulundukları yerlere birer alamet koyup, nişan diksek, hatta, bu alimlerimizin küçük birer timsallerini yapıp, evlerimizde bulundursak ne kadar güzel olur. Böyle yapınca, hem devamlı hatırlayarak onları unutmamış, hem de nasihatlerine uymuş oluruz. Hep birlik olalım ve bu hususu ihmal etmiyelim. Münafıkların, kıymetli alimler hakkında gönül alıcı sözlerle müminlere yaklaşmaları, şeytanca maksatlarının o an için anlaşılmasına mani oluyordu. Onların bu düşüncelerinin arkasında putperestlik illetinin yayılması fikri yatıyordu. Yani münafıklar, insanlığı ebedi felakete, sonsuz azaplara sürükleyecek olan putperestlik, müşriklik zehirini şekerle kaplayıp, yaldızla süsleyerek, tatlı sözlerle insanlara vermek istiyorlardı. Müminlerin ileri gelenleri, böyle bir durumun, ileride ne gibi neticeler hasıl edeceğini düşünemediklerinden ve işin garibi, bu fikri telkin edenler, müminlerden imiş gibi göründüklerinden, bu işi makul karşıladılar. Zahiri sebeplere göre, bu halin, maksada uygun olduğunu zannettiler. Hatta, şeytanın, insan şekline girerek onlara bu fikri verdiği de rivayet edilmiştir. Şayet bu fikir, İdris aleyhisselama iman etmeyenlerden gelmiş olsaydı, iman sahibi olanlar, durup düşünürler, böyle bir durumun, ilk bakışta faydalı görünse bile, mahzurlarının da bulunabileceğini tahminde geç kalmaz ve buna göre hareket ederlerdi. Lakin bu fikir, mümin görünen münafıklar tarafından ortaya atıldığı için, hemen hiç kimse karşı çıkmadı. Üstelik herkes tarafından da kabule şayan görüldü. Böylece münafıkların sinsi planları tuttu ve ilk başta maksatlarına uygun bir şekilde işlemeye başladı. Nihayet insanlar, kendilerine doğru yolu gösteren ve nasihatlerde bulunan Ved, Süva, Yegus, Yeuk ve Nesr isimlerindeki o alim zatların birer suretlerini yaparak, onların daha ziyade bulundukları yerlere diktiler. Bunu, güya o alimlerin feyzlerinden istifade etmeyi kolaylaştırmak, onları unutmamak için yapmışlardı. Zaman akıp giderken, insanlar, bu suretlerin, daha küçüklerini yapıp evlerinde bulundurmaya başladılar. Böylece, onların feyzlerinden daha çok istifade edeceklerine, nasihat ve vasiyetlerini unutmayıp, onlara tam uyacaklarına inanıyorlardı. Münafıkların, hak dine düşman olanların sinsi planları, maksatlarına uygun bir şekil almıştı. Nesiller değişip, bunların dikiliş maksatları unutulunca, insanlar zamanla bunlara daha çok tazim etmeye başladılar. Bu husus, münafıklarca, dine daha çok sarılmaya ve bağlanmaya sebep şeklinde gösteriliyor ve büsbütün yoldan çıkarabilmek için, tahrifleri olanca hızı ile devam ediyordu. Öyle bir hale geldi ki, insanlar, farz ibadetlerini yaptıktan başka, muayyen zamanlarda o suretlerin etrafında toplanırlar, ziyaret ederler, onlara saygı ve hürmet gösterirlerdi. Mümin olanlar, geçmiş alimlerin yolunda olmak, nasihatlerini hatırlamak perdesi altında, putperestliğe doğru adım adım yaklaştırıldıklarının farkında bile değillerdi. Münafıklar sinsi ve şeytanca hareket ediyorlardı. İnsanlar, bunların evlerde bulunan küçük suretlerine de tazim etmeye, onları, geçmiş alimlerin sohbet ve nasihatlerini hatırlatıcı ve kendilerini kötülüklerden men eden, uyarıcı olarak kabul etmeye başladılar. Uzun yıllar geçip, nesiller değiştikçe, suretlere olan muamele, onların ibadete karıştırılması, önceki müminlerin itikadlarının ve yaptıklarının aksine olarak çok değişti. Bu durum şeytanın ve dine düşmanlıkta ona iş bırakmayan münafıkların çok hoşuna gidiyordu. Çünkü onlar, gitgide maksatlarına ve hedeflerine yaklaşıyorlardı. Zaman ilerledikçe, yeni yetişen nesiller, bu suretlerin yapılış gayesini unuttular. Şeytanın, münafıkların vesvese ve aldatmaları ile, inanç ve ibadetlerinde değişiklikler meydana geldi. İnsanlar, bu dikili taşlarda üstün vasıflar bulunduğunu zannetmeye, diğer yapılan ibadetlerden ziyade, bunlara hürmet göstermeye başladılar. Böylece, daha çok sevap kazanacaklarına, Allahü teala katında bunların kendilerine şefaatçi olacağına, dolayısıyla bunlara daha çok hürmet ve tazim etmenin lazım geldiğine inanmaya başladılar. Daha sonra insanlar, bunlarda, ilahi kudret bulunduğuna inanmaya, bunları, manevi olarak gözlerinde daha çok büyütmeye başladılar. Nihayet, onların ilah olduğunu zannedip, kendilerine put edindiler ve tapınmaya başladılar. Böylece insanlar putlara tapmaya yönelmiş, hakiki ve yegane mabud olan Allahü tealaya ibadetten yüz çevirir olmuşlardı. Artık, insanlar putlara ibadet ediyorlardı. Böylece yeryüzünde ilk defa putperestlik, putlara ibadet etme başlamış, şeytan ve onun avenesi olan münafıklar, maksatlarına kavuşmuşlardı. İnsanlar puta tapmaya başlayıp, Allahü tealaya ibadet ve taatten yüz çevirince, tabii olarak, gitgide aralarında, zulüm, ahlaksızlık, fitne, fesat ve zorbalık gibi kötülükler arttı ve yayıldı. Kainatta bulunan her şey, insan aklının idrak edemeyip aciz kaldığı, fevkalade, akıl almaz bir ahenk ve nizam içinde cereyan ederken ve her şey bütün teferruatıyla insanoğlunun hizmetine sunulmuşken, insanlar bunu anlayamıyorlardı. Bütün bu nimetlerden ve her nimetin sahibi olan Allahü tealadan gafil idiler. Üstelik Ondan başkasına, putlara ibadet ediyorlar, bu halin Allahü tealayı gadaba getireceğini, kendilerine azap edeceğini bir türlü akıl edemiyorlardı. Kainattaki birçok mahluk, kendilerinde hiç şuur olmadığı halde, insanlara hizmet ederken, bu insanlar, ihsan edilmiş olan akıl ve şuurlarını kullanmayarak, Allahü tealadan başkasına ibadet ediyorlardı. Hiç kimseye fayda ve zararı olmayan taş parçalarına tapan insanlar, hakiki ve yegane mabud olan Allahü tealadan yüz çevirip, Ona kulluk etmekten uzaklaştıkça, daha çok bozuldular. Zaten, Onu unutup, başka şeylere ibadet etmeleri, her fenalık ve alçaklığın habercisi olup, en büyük kötülük ve çirkinlikti. Nitekim insanlar günden güne daha da bozularak her türlü fenalık ve ahlaksızlığı işler oldular. Güçlü, kuvvetli olanlar, zayıf ve aciz kimselere zulmederlerdi. Fakirler, garipler, zavallılar, güç ve kuvvet bakımından zayıf olanlar, kötülerin şerlerinden korunabilmek için kaçacak yer ararlardı. Hazreti Nuh’un yetişmesi Zulüm ve haksızlıkların gün geçtikçe biraz daha çirkinleşerek , her gün biraz daha kök saldığı bu kavmin içinde, bunlara hiç benzemeyen birtakım kimseler vardı. Bunlar hiçbir zaman Allahü tealadan başkasına ibadet etmeyen ve tevhid dininden ayrılmayan insanlar olup, kavmin azgınlık ve taşkınlıklarına kapılmamış, hakiki iman sahibi temiz müminler idi. Hazreti Nuh’un ailesi de, bunlar arasında idi. Bu müminlerin istisnasız hepsi, Hazreti İdris’in bildirdiği dinin esaslarına inanarak, uygun amel eden, takva sahibi salih kimselerdi. Fakat zalim hükümdarlarından korktukları için, imanlarını gizlerlerdi. Zaten sayıları pek az olup, üçü beşi geçmezdi. Nuh aleyhisselam, gençliğinde bir müddet çobanlık yaparak, kavminin sürülerini otlattı. Zaman zaman ticaretle meşgul oldu. Her ne kadar, bu vesilelerle, kavminden, inanmayanlar ile teması olduysa da, onları putlara taptıkları için sevmedi. Kavminin başında, Kabil’in soyundan gelme, Dermesil veya Dernesil isminde çok zalim bir hükümdar vardı. Dermesil, içki içer, kumar oynar, zamanını oyun ve eğlence ile geçirirdi. Onun zamanında, demir, bakır ve kurşundan muhtelif eşyalar yapılırdı. Dermesil ve kavmi, baba ve dedelerinin putları olan Ved, Süva, Yegus, Yeuk ve Nesr isimlerindeki putlara ibadet ederlerdi. Demir, bakır ve kurşunu rahat işleyebildikleri için, kendilerine göre muhtelif suretlerde şekiller yaparlar, sonra bu şekil ve heykelleri put kabul edip, onlara ibadet ederlerdi. Böylece muhtelif şekillerde binlerce putları oldu. Her kabilenin ayrı bir putu vardı. Daha sonra Dermesil, putlar için büyük bir puthane yapılmasını emretti. Her put, pek güzel, kıymetli örtülerle döşenmiş masalara kondu. Ayrıca putlar için, nöbetle vazife yapan hizmetçiler vardı. Hazreti Nuh, onların bu gülünç durumlarını hiç tasvip etmez ve onlardan uzak kalırdı. Aralarına karışmadığı gibi, bayramlarına da iştirak etmezdi. Bu kadar azgın, haddi aşmış, her türlü ahlaksızlık ve kötülüğün yayılıp, yerleşmiş olduğu bu kavme, Allahü teala, Hazreti Nuh’u elli yaşında peygamber olarak gönderdi. Peygamber olduğunu haber vermek ve kendisini müjdelemek üzere, Allahü teala Cebrail aleyhisselamı Hazreti Nuh’a gönderdi. Cebrail aleyhisselam, Hazreti Nuh’un yanına gelerek dedi ki: - Esselamü aleyke ey Nuh! - Ve aleykesselam. Kimsiniz? - Ben Cebrail’im. Allahü teala tarafından, peygamberliğini bildirmek için geldim. Allahü teala sana selam ediyor. Seni kavmine peygamber yaptı. Dermesil ve kavmine git! Onları, Allahü tealaya iman etmeye, yalnız Ona ibadet ve kullukta bulunmaya davet et! Böylece o zamanda, o beldede yaşayan bütün insanlara peygamber olarak gönderilen Nuh aleyhisselam, dokuzyüz elli sene, insanları imana çağırıp, Allahü tealanın emirlerine uymaya davet etti. Hazreti Nuh, peygamber olduğu kendisine bildirildikten sonra, kavmine nasihat etmeye, onları imana davet etmeye başladı. Muhammed aleyhisselam gibi, Hazreti Nuh da peygamberliğinin ilk zamanlarında, gizliden gizliye insanları hak dine davet ediyordu. Yılmadan, gecegündüz, gayret ederek çalıştı. Bir zaman sonra açıktan açığa insanları dine davet etmeye başladı. Kavminin ismi Beni Rasim idi. Onlara dedi ki: - Ey kavmim! Allahü tealaya ibadet ediniz! İbadet edilecek Ondan başkası yoktur. Eğer Ona iman etmezseniz, kıyamet gününde size büyük bir azabın isabet etmesinden korkuyorum. Ben size Allahü tealanın azabını haber veriyor ve azaptan kurtuluşun çaresini açıklıyorum. Allahü tealadan başkasına ibadet etmeyin! Bana muhalefet etmeniz halinde, bir gün, dünyada suda boğulmakla, ahirette ise ateş ile, üzerinize elem verici çok şiddetli bir azabın gelmesinden korkuyorum. Nuh aleyhisselam, insanları bu şekilde Allahü tealaya iman ve ibadete çağırırken, kavmi, tam bir sefahet içinde idi. İçki, kumar, zina, zulüm, haksızlık gibi her türlü ahlaksızlık ve kötülük almış yürümüştü. Hazreti Nuh da, diğer bütün peygamberler gibi, çocukluğunda da, kavminin azgınlık ve taşkınlıklarına, bozuk işlerine kapılmamıştı. Çocukluk ve gençliğinden itibaren salih bir zat ve emin bir kimse olarak tanınmış ve hiç kimse, ondan bir sıkıntı ve rahatsızlık görmemişti. Böyle olunca, onun, tevhid dinine davetinin çok tesirli olması, hemen herkesin onun davetini kolayca ve hemen kabul etmesi icap ediyordu. Ama böyle olmadı. Bilhassa kavminin ileri gelenleri ona karşı çıktı. Çünkü onun söyledikleri, bu haddi aşmış kimselerin, habis zevklerine gem vuruyor ve bu kötü işlerden vazgeçmelerini emrediyordu. Bunun için Hazreti Nuh’un davetine çok az kimse icabet etmişti. Nuh aleyhisselam bir bayram gününde kavminin yanına gitti. O günü bayram olarak, babaları, yani o azgın kavimde bulunanların bir kısmının ataları, dedeleri olan Kabil koymuştu. Onlar kendilerine göre bayram günü geldiğinde, bir yere toplanırlar, putlarını masaların üzerine dikerek, onlara kurban keserlerdi. Putların önünde secdeye kapanarak ibadet ederlerdi. Ayrıca içki içerler ve çalgı çalıp oynarlardı. Kadın erkek karışırlar, hatta hepsi çıplak olarak bir arada bulunur, zina yaparlar, her türlü ahlaksızlık ve rezaleti işlerlerdi. İşte böyle bir günde Hazreti Nuh, onların bulunduğu yere vardı. Giderken de; “Allahım! Onlara karşı bana yardım eyle” diye dua etti. Kendilerine yaklaştığında, yüksek sesle şöyle seslendi: - Ey kavmim! Allahü teala tarafından, size nasihatçi olarak geldim. Sizi, Allahü tealaya iman ve yalnız Ona ibadet etmeye davet ediyorum. İbadet edilecek Ondan başkası yoktur. Sizi, putlara ibadet etmekten men ediyorum. Allahü tealadan korkun, bana itaat edin! Hazreti Nuh böyle söylerken, masaların üzerlerinde bulunan putların hepsi yere devrildi. Hazreti Nuh’un daveti Nuh aleyhisselamın, kavmini putlara tapmaktan vazgeçmeye çağırması üzerine, kavmin meliki olan Dermesil, yanında bulunanlara, “Bu da kim” diyerek, alay edici bir tavırla Hazreti Nuh’u sordu. Onlar da dediler ki: - Ey Melik! O, bizim kavmimizden olduğu halde, hali bize uymayan birisidir. İsmi Nuh bin Lamek’tir. Önceleri akıllı idi. Sonra aklını kaybedip peygamber olduğunu, Allahü tealadan kendisine vahiy geldiğini iddia etmeye başladı. O, mecnun, yani delidir. Şu anda cinneti, deliliği fazlalaşmış olduğundan böyle şeyler söylüyor. - Peki neler söylüyor? - O, insanları, bir olan Allahü tealaya iman etmeye, Ondan başkasına ibadet etmemeye davet ediyor. “İbadet edilecek Ondan başkası yoktur” diyor. Bizi, putlarımıza ibadet etmekten men ediyor. Bu söylenenlere çok kızan Dermesil, derhal onu, huzuruna getirmelerini emretti. Dermesil’in adamları, hemen Hazreti Nuh’u yakalayıp, döverek, onun yanına getirdiler. Dermesil, Hazreti Nuh’a dedi ki: - Yazık sana, demek sen bizim ilahlarımızı inkar ediyorsun ha!.. Söyle bakalım sen kimsin? Hazreti Nuh, büyük bir sabır ve tevazu ile, fakat vekar ve heybet içerisinde buyurdu ki: - Ben Nuh bin Lamek’im. Alemlerin Rabbi olan Allahü tealanın peygamberiyim. Sizleri, Allahü tealaya imana davet ediyorum. Onun peygamberi olduğumu tasdik etmeniz ve putlara ibadeti terketmeniz için, nasihat vermek üzere, peygamber olarak gönderildim. Bunun üzerine Dermesil, Hazreti Nuh’a dedi ki: - Ey Nuh! Sen bize, bizim bilmediğimiz şeyleri anlatıyorsun. Böyle olunca, biz senin saçmaladığını zannediyoruz. Eğer mecnun isen, seni tedavi edelim. Fakir olduğun için böyle yapıyorsan, sana yardım edelim. Bunun üzerine Hazreti Nuh şöyle cevap verdi: - Ey kavmim! Ben deli değilim ki, siz beni tedavi edesiniz. Ben sizin elinizde bulunanlara muhtaç değilim ki, bana yardım edesiniz. Mülk, kendisinden başka ilah bulunmayan, her şeye galip ve hakim olan Allahü tealanındır. Ben sizden böyle şeyler istemiyorum. Benim sizden istediğim tek şey, La ilahe illallah (Allahü tealadan başka ilah yoktur) demeniz ve benim, Onun resulü, peygamberi olduğumu tasdik etmenizdir. Hazreti Nuh’un bu sözlerini dinleyen Dermesil, fena halde kızdı ve “Ey Nuh! Bizim adetlerimize göre bugün bayram olup, adam öldürmek caiz değildir. Şayet böyle olmasaydı, seni, pek şiddetlibir şekilde öldürürdük” diyerek kin ve düşmanlığını bildirdi. Nuh aleyhisselama ilk iman eden, Amure isminde bir hanımdır. Hazreti Nuh bu hanımla evlendi. Bundan Sam, Ham ve Yafes adında üç oğlu ile Hadure, Nesure ve Mahbure isimlerinde üç kızı oldu. Daha sonra evlendiği bir kadından da Kenan isimli bir oğlu oldu. Fakat bu kadın daha sonra, Hazreti Nuh’un dininden dönüp, mürted oldu. Yani mümin iken, imandan ayrılıp, imansızlığı seçti ve putperestliğe döndü. Hazreti Nuh, devamlı olarak kavmine, kendilerine peygamber olarak gönderildiğini bildirdi. Onlara; putlara tapmaktan, haksızlıktan, zulüm ve işkenceden, aşağılıktan vazgeçmelerini ve içinde bulundukları ahlaksızlıklara son vermelerini söyledi. Allahü tealaya iman etmelerini ve Onun emirlerine tabi olmalarını, bunlara riayet etmezlerse, Allahü tealanın azabının pek şiddetli ve çok çetin olduğunu her defasında tekrar tekrar haber verdi. Fakat zulüm ve zorbalığa alışmış olan bu gaddar insanlar, buna inanmadılar, kabul etmeyip, karşı geldiler. Nitekim Şuara suresinin 105. ayet-i kerimesinde mealen buyuruldu ki: “Nuh kavmi, peygamberleri tekzip etti, yalanladı.” Hazreti Nuh, inanmayanları, Allahü tealanın azabı ile korkutunca, bu halden en çok, kavmin ileri gelen yönetici durumundaki kimseler rahatsız oluyordu. Çünkü, diğer insanların, kendilerine; “Bu peygamber olduğunu söyleyen zat, bizi şiddetli azap ile korkutuyor. Söyledikleri doğru ise halimiz ne olur” demelerinden çekiniyorlardı. Onlara göre bunun çaresi, azap ile korkutandan kurtulmak, onu susturmak, en azından sindirmekti. Bu sebeple Hazreti Nuh’a, en çok kavmin ileri gelenleri karşı çıkıyorlar, pek katı ve sert cevaplar verdikleri gibi, sataşarak eziyet ediyorlardı. Kavmin ileri gelenleri Nuh’a dediler ki: - Biz seni ancak, bizim gibi bir insan olarak görüyoruz. Böyle olunca, senin, ne üstünlüğün ve ne meziyetin var ki, peygamberlik vazifesi ve kendisine tabi olunması icap ettiği gibi bir hususiyet sana has kılınmış olsun. Biz, sana uymuş, iman etmiş olanların da, aşağılarımız olduklarını görüyoruz. Senin ve sana tabi olanların, bizim üzerimize bir faziletiniz, üstünlüğünüz olduğunu görmüyoruz ki, sen peygamber olmaya ehil ve kendisine tabi olunmaya layık ve müstehak olasın. Bilakis biz, seni, peygamberlik davasında; sana tabi olanları da, senin sadık olduğunu bilmeleri hususunda yalancılardan zannediyoruz. Aslında, kendileri pek aşağı ve rezil kimseler olan o kafirlerin; Hazreti Nuh’a iman etmiş olan müminleri aşağı görmelerine sebep, iman nimetinden mahrum olmaları, her şeyin, dünyanın zahirinden, görünüşünden ibaret olduğunu zannetmeleridir. Çünkü onlar, dünya hayatından sonra gelen ahiret hayatını, sonsuz yaşamayı bilmezler ve inanmazlardı. Onlara göre lezzet ve zevk veren şeyi daha çok olan, en şerefli ve çok üstün idi. Bundan mahrum olanlar da rezil kimseler idi. Onlar, hakiki kıymet ve üstünlüğün, iman etmekte olduğunu, iman nimeti ile şereflenmiş sıradan bir insanın, imandan mahrum olan bir sultandan çok daha kıymetli ve üstün olduğunu anlayamıyorlardı. Nuh aleyhisselamın kavmi, peygamber olacak zatın, melek veya melik, yani hükümdar olması icabettiğini düşünüyorlar, bunun aksini kabul etmiyorlardı. Ayrıca, iman eden zayıf kimselerle birlikte olmak istemediklerini bahane ederek, Hazreti Nuh’a dediler ki: - Etrafındaki o aşağı, mal, mevki sahibi olmayan kimseleri kov! O zaman belki biz de sana inanırız. Yoksa onlarla beraber olmayı kendimiz için aşağılık sayarız. Nuh aleyhisselam, kavminin bu karşı çıkmalarına ve bozuk isteklerine şöyle cevap verdi: - Ey kavmim! Bana haber verin! Eğer ben, Rabbim tarafından, davamın doğru olduğuna açık hüccet ve delil üzere gelmiş isem; O, kendi katından bana nübüvvet, peygamberlik vermiş ise ve bütün bunlar da size gizlenmiş, sizde bunları görecek göz yok ise, istemediğiniz halde onu size zorla mı kabul ettireceğim? Ey kavmim! Risaletimi tebliğ ettiğim için, ben sizden mal istemiyorum. Bu yaptığım tebliğ işine karşılık, benim ecrim Allahü tealaya aittir. Sizin talebinizle müminleri yanımdan kovacak, tard edecek değilim. Zira onlar, kıyamet günü, Rablerine kavuşup mükafatlarını alacaklar. Allahü teala, onlara mükafat verdiği gibi, onlara zulmedenlere ve onları terkedenlere, kovanlara da cezalarını elbette verir. Lakin ben sizi; kıyamet günü Allahü tealanın huzurunda mertebeleri çok yüksek olan, Allahü tealaya iman etmiş müminlere, rezillerin de rezilleri demekle küstahlıkta bulunan, böylece cahillik eden bir kavim olarak görüyorum. Ey kavmim! İman edip, bana tabi olan müminler, bu durumda iken, ben sizin arzunuza uyarak onları yanımdan kovsam, o takdirde, Allahü tealanın azabından beni kim kurtarır? Benim onları kovmamın, yanımdan uzaklaştırmamın doğru olmadığını düşünmez misiniz? Kavmin ileri gelenleri, Hazreti Nuh’a akıllarına gelen her sözü çekinmeden söylüyor, her hakareti yapıyorlardı. Bunun için, devamlı hücum ediyorlar, kendi kısır akıllarına ve bozuk mantıklarına göre susturmaya, davasından caydırmaya çalışıyorlardı. Onlara göre Nuh aleyhisselam yanlış yolda idi. Hazreti Nuh’u, anlamak istememelerinin sebebi; gerçekte, kendilerinin bozuk olmalarından ve Hazreti Nuh’un, kendi istekleri doğrultusunda hareket etmeyip, onlara hakiki saadet yolunu göstermesindendi. Kavminin ileri gelenleri Hazreti Nuh’a dediler ki: - Biz, senin, apaçık bir dalalet içinde bulunduğunu görüyoruz. Hazreti Nuh da onlara cevaben şöyle dedi: - Ey kavmim bende dalalet yoktur. Ben, ancak, alemlerin Rabbi olan Allahü teala tarafından size gönderilmiş bir peygamberim. Rabbimin risalatını, bana vahyettiklerini, çeşitli vakitlerde size tebliğ ediyorum. Doğruluk ve iyiliğiniz için size nasihat ediyorum. Kendim için dilediğim hayrı, sizin için de dilerim. Allahü tealadan bana vahiy geldiği için, sizin bilmediğiniz şeyleri; bana vahyedilen, bildirilen kadar bilirim. Nuh aleyhisselamın kavminden kafirlerin ileri gelenleri, diğer insanlara dediler ki: - Bu Nuh, ancak sizin gibi bir insandır. Sizin gibi yiyor, içiyor, uyuyor. Böyle birisi, Allahü teala tarafından gönderilmiş bir peygamber nasıl olabilir? Sizi tevhide davet etmekle, size reis olmak istiyor. Onun maksadı budur. Eğer hakikaten, Allahü teala, kendisinden başkasına ibadet olunmamasını veya bize peygamber göndermeyi dileseydi, meleklerden peygamberler gönderirdi. Biz bunun; tevhid, peygamberlik ve öldükten sonra dirilmeye ait olarak, bizi davet ettiklerinin hiçbirini atalarımızdan duymadık. Bu Nuh ancak deli bir kimsedir. Onun için böyle şeyler söylüyor. Bu sebeple bir zaman onu bekleyin. Ona nezaret edin. Belki ayılır da böyle sözleri söylemeye devam etmez. Hazreti Nuh, kavminden iman etmeyenlerin bu sözlerine dedi ki: - Sizi Allahü tealanın yasak ettiği küfür ve günahlardan sakındırmak ve cehennem azabıyla korkutmak için, Rabbiniz tarafından, içinizden biri vasıtasıyla, size vahiy ve haber gelmesine taaccüp mü ediyorsunuz? Şayet Allahü tealanın emirlerine itaat ederseniz, ahirette ebedi azaptan kurtulursunuz. Hazreti Nuh, onların bu kadar itiraz etmelerine ve kendini yalanlamalarına karşı, sabrediyor, tebliğ vazifesine devam ediyordu. Onlar istemeseler de, yine gidip, adeta yalvarırcasına nasihat ediyor, dünya ve ahirette felakete girmemeleri için çok gayret sarfediyordu. Üstelik kavminin kendisine sataşmalarına, “Sadece bizim gibi bir insandır, bizden üstünlüğü yoktur” gibi sözlerine yumuşaklıkla cevap veriyordu. Nuh aleyhisselam onlara diyordu ki: “- İstediğiniz, itiraz ettiğiniz şeylerin hepsinin doğru olmadığını, yanlış olduğunu bildiğiniz halde, ısrar eder, hallerinizin ve sözlerinizin yanlış olduğunu düşünmez, tefekkür etmez misiniz? Ben size, benim yanımda Allahü tealanın hazineleri vardır demiyorum ki, istediklerinizi vereyim. Ben gaybı bilirim demiyorum ki, size maksadınızı haber vereyim. Size, ben meleğim de demiyorum ki, sizin bana ancak bizim gibi bir insansın diyerek itirazda bulunmanızın bir manası olsun. Sizin hor ve hakir gördüğünüz fakir müminler hakkında da, Allahü teala, onlara hayır ve mükafat vermez de demiyorum. Bilakis Allahü tealanın onlara dünyada iken verdiği iman ve hidayet nimeti ve ahirette vereceği cennet ve yüksek dereceler; size dünyalık olarak çok mal vermesinden elbette daha hayırlıdır. Onların kalblerinde Allah sevgisinden, güzel ahlaktan ve temiz itikaddan, sıdk ve ihlastan ne bulunduğunu en iyi bilen Allahü tealadır. O halde ben, Allahü tealanın hazineleri benim yanımdadır, ben gaybı bilirim ve ben meleğim desem ve sizin arzunuza uyarak, onların bana iman etmelerini kabul etmezsem, onları yanımdan kovarsam ve kendilerine, Allahü teala size, hayır, mükafat vermez desem, muhakkak ki zalimlerden olurum.” Nuh kavmi hiç yola gelebilecek gibi değildi. O ne söylese, kavmi inkar ederdi. Zaman ilerledikçe, onun sözlerine, Allahü tealadan bildirdiklerine inanmamaları bir tarafa; karşı çıkmaları, öfke ve kinleri devamlı olarak artıyordu. İnkar ve itirazları, zamanla hakarete ve üzerine hücum etme derecesine geldi. Nuh aleyhisselam, kavminin yaptıklarına sabrediyor, belki iman ederler ümidiyle, tebliğine devam ediyordu. Gece, onların kapılarını çalıp; “Ey kavmim! La ilahe illallah deyin” diye yalvarıyordu. Buna karşılık insanlar, Hazreti Nuh’un, Allahü tealaya iman ve yalnız Ona ibadet etmeye davetine hep karşı çıktılar. Fakat o, yine devam etti. Mecnun, yani deli dediler, o yine devam etti. Hakaret ettiler, yine devam etti. Üzerine hücum ettiler, yine devam etti. Onlara dedi ki: - Siz Allahü tealadan korkmaz mısınız da, Ondan başkasına ibadet edersiniz? Muhakkak ki ben, Allahü teala tarafından emin olarak size gönderilmiş bir peygamberim. O halde Allahü tealanın azabından korkun, ve O’na ibadet ve size emrettiklerimde bana itaat edin! Sizi Allahü tealaya davet ettiğim ve nasihatlerde bulunduğum için, sizden bir ücret istemiyorum. Bilakis benim ecrim Rabbül-alemin’in katındadır. O halde Allahü tealadan korkup, emrini size tebliğimde bana itaat edin! Nuh kavmi, iman etmemeye, Hazreti Nuh’a tabi olmamaya kesin ve kat’i karar vermiş gibi bir halde idi. Hazreti Nuh’un anlattıklarını, haber verdiklerini, nasihatlerini hiç kabul etmiyorlar, kendi noksan akıllarına ve bozuk mantıklarına göre ileri sürdükleri sözlerle karşı çıkıyorlardı. Bir defasında, Hazreti Nuh’a o zamana kadar iman etmiş olanları işaret ederek dediler ki: - Sana tabi olup, iman edenler, mal ve mevki bakımından, aşağı, düşük kimseler iken, biz sana iman eder miyiz? Bu kibirli, kendini beğenmiş kimselerin hepsi; iman eden fakir ve garip kimselerle bir olmaktan kaçınarak, bunu, kendileri için aşağılık saydılar. Halbuki, bu düşünce ve hareketlerinden daha büyük alçaklık ve aşağılık olamazdı. Bunu anlayamadıkları için, bir türlü uyanamıyorlardı. Hazreti Nuh onlara şöyle cevap verdi: - Ben onların ihlas ile mi, yoksa dünyadaki rütbelerini yükseltmek, dünya menfaatine kavuşmak için mi bana tabi olduklarını bilmem. Ben, görünüşe itibar ederim. Onların içlerini Allahü teala bilir. Şayet şuur sahibi olsaydınız, bunun böyle olduğunu bilirdiniz. Fakat Allahü teala, size, anlayacak şuur vermediğinden ve gözleriniz kör olduğundan, bunu anlayamıyorsunuz. Ben, sizin arzu ve isteklerinize uyarak, bana tabi olmuş müminleri tardedecek, yanımdan kovacak değilim. Ben; fakir olsun, zengin olsun, mükellef olan insanları, küfür ve günahlardan sakındırmak için gönderilmiş bir peygamberim. Allahü tealanın azabı ile korkutucuyum. Yoksa sizi razı edebilmek için, bana tabi olmuş müminleri yanımdan kovucu değilim. Hazreti Nuh’un tehdit edilmesi Hazreti Nuh’un bu kadar nasihat ve yalvarmaları, onların insafa gelip, ona tabi olmalarına sebep olacağı yerde, bilakis onların kin ve düşmanlıklarını artırıyordu. Devamlı yalanladıkları, karşı çıktıkları gibi, büsbütün ileri giderek, onu tehdit edip dediler ki: - Ey Nuh! Eğer bu sözünden vazgeçmezsen, davet işinden ve bizi azap ile korkutmaktan geri durmazsan, muhakkak ki, taşla öldürülenlerden olursun. Böyle sözler söylemek ve ölümle tehdit etmekle, onu, bu ulvi davadan, yani peygamberliğini tebliğ vazifesinden caydırmak, vazgeçirmek istiyorlardı. Nuh aleyhisselam, bu gibi tehdit ve sataşmalarla davasından elbette vazgeçecek, hatta, yavaşlayacak, gerileyecek değildi. O, yine vazifesine devam etti. Zaman akıp giderken, Hazreti Nuh büyük bir sabırla, belki akıllarını kullanırlar, belki uyanırlar da küfür ve isyandan, putlara ibadet etmekten vazgeçerler ümidiyle, hiçbir şeyden çekinmeden gayret ediyor; “Ey kavmim! La ilahe illallah deyin” diye yalvarıyordu. O, buna devam ettikçe, kavminin hakaretleri de gitgide artıyordu. Onu susturmak, üzmek ve insanlara bir şeyler anlatmasına mani olmak için, ellerinden geleni yapıyorlardı. Hazreti Nuh, kavminin yanına gelip, onlara bir şeyler söylemek istese, insanlar onu görmemek için, elbiseleriyle yüzlerini, parmaklarıyla da kulaklarını kapatırlar, hakaretlerini bu şekilde gösterirler, bazen daha da ileri giderek, sille tokat üzerine hücum edip, kıyasıya döverlerdi. Kavmin ileri gelenleri, bir taraftan Hazreti Nuh’a hakaret ve hücum ederek, bir taraftan da, iman etmeye meyilli kimselerin arasında dolaşarak, onları tehditten geri kalmazlardı. Kavmin ileri gelenleri, diğerlerine, asıl mabudlarının, atalarının ibadet edegeldikleri bu putlar olduğunu söylüyorlar; “Şayet bunlar yanlış olsaydı, atalarımız hiç ibadet ederler miydi? Eğer biz bunları terkedersek, atalarımızın yapmış olduklarına karşı çıkmış, onlara hakaret etmiş olmaz mıyız” diyerek, insanların bu hislerini okşayıp, onları tahrik edici sözler sarfediyorlardı. Bu husus Kur’an-ı kerimde Nuh suresinin 23. ayet-i kerimesinde mealen şöyle bildirilmektedir: “Kavmin ileri gelenleri, hakimiyetleri altındaki kimselere; ilahlarınıza ibadeti terketmeyin. Hassaten, Ved, Süva, Yegus, Yeuk ve Nesr isimlerindeki ilahlarınıza ibadeti terketmeyin, dediler.” Müşrikler, Hazreti Nuh’un tebliğ ettiği ve bildirdiği şeyleri kabul etmeyip karşı çıktıkları gibi, Hazreti Nuh’a iman edenlere de zulüm ve eziyette ileri gitmeye başladılar. Muhammed aleyhisselamın ümmetinden, zayıf ve güçsüz olanlara, müşriklerin, ilk zamanlarda reva gördükleri zulüm ve haksızlık gibi, Nuh kavminin ileri gelen müşrikleri de, müminlere aynı şekilde davranıyorlardı. Fakat onların bu hareketleri, iman etmiş olan herhangi bir mümini imanından döndürmediği gibi, bilakis, imanlarının ve Hazreti Nuh’a bağlılıklarının daha da artmasına sebep oluyordu. Hazreti Nuh, her gün kavminin toplu bulundukları, hep birlikte oturdukları yerlere gider, onları, Allahü tealaya ibadet etmeye davet eder, putlara tapmaktan, günah işlemekten uzak durmalarını söylerdi. Her defasında, kavmi ona hücum eder, bayıltıncaya kadar dövüp, ayaklarından çekerek, mezbelelik yerlere atarlardı. O insanlara nasihat verdikçe, insanlar ona daha çok saldırır, hatta kadınlar ve çocuklar da taş atarlardı. Bazen geçeceği yolların etrafına taş yığarlar, yoldan geçerken onu taşa tutarlardı. Azgınlık ve taşkınlıklarında o kadar ileri giderlerdi ki, taşlarlar ve döverler, artık mutlaka ölmüştür diye bırakırlar, mübarek vücudunu eski bir hasır parçasına sarıp, evine atıverirlerdi. Bundan sonra Cebrail aleyhisselam gelerek, yaralarını temizler, tedavi eder, Allahü tealanın izni ile tekrar sıhhate kavuşurdu. İyileşince Allahü tealaya hamd ve şükreder, iki rekat namaz kılardı. Namazdan sonra; “Ya Rabbi! İzzetine yemin ederim ki, onlardan bana gelen bela ve musibetler, benim sabrımı artırmaktan başka bir şey yapmıyor” diye dua ederdi. Kalkıp, tekrar kavmine varır, nasihat ederdi. Böylece seneler, hatta asırlar geçmesine rağmen, ilk zamanlardaki iman edenlerden başka kimse iman etmiyordu. Bilakis Hazreti Nuh’a ve ona iman edenlere karşı zulüm ve eziyetleri de gittikçe artıyordu. Bu arada kavmin reisi olan Dermesil öldü ve yerine oğlu Nevlin geçti. Nevlin, babasından daha inançsız, ondan daha azgın ve zalim idi. Hazreti Nuh, peygamberliğini tebliğe başlayalı dörtyüz sene gibi çok uzun bir zaman geçmişti. Bu zaman zarfında Hazreti Nuh’un kavmini imana daveti ve kavminin karşı çıkması, hep artarak devam etmişti. Her defasında, kavmine; “Allahü tealadan başka ilah yoktur. Nuh aleyhisselam Onun resulüdür” demelerini söylüyordu. Fakat kavmi, bu sözüne karşılık, Hazreti Nuh’un yanına varıp, tokatlıyorlar, dövüyorlar, yüzüne toprak atıyorlardı. Kötü muamelelerine bu şekilde devam ediyorladı. Hazreti Nuh, kavmine nasihat vermek üzere yanlarına gidip geldikçe, onlara, güneşin, ayın ve diğer yıldızların, belirli bir nizam ve istikamet içinde gökyüzünde hareket etmelerini, yerin ve göğün tabakalarını anlatır, bunların yaratılışlarındaki hikmetlerden ve faydalardan bahsederdi. Bütün bunların, insanların istifadeleri için yaratıldığını, onların hizmetine sunulduğunu, insanların da Allahü tealayı tanımak, Ona ibadet etmek ve ahirette sonsuz yaşamak için yaratıldığını haber verirdi. Fakat bütün bu anlatılanlardan hisse alıp uyanacakları yerde, bu kavmin azgınlığı ve taşkınlığı gittikçe artıyordu. Nuh aleyhisselam nasihat ettikçe, onların müşriklikte inat ve ısrarları çoğalıyordu. Her defasında eziyet ve cefa ederlerdi. Nuh aleyhisselam ne zaman kavmini davet etse, kavmi onu yine öldü diye kanaat getirinceye kadar döverlerdi. Daha sonra Cebrail aleyhisselam yine gelerek, yaralarını temizleyip tedavi edince, o tekrar nasihat vermek üzere kavminin yanına giderdi. Onlar derlerdi ki: - Yazık sana ey Nuh! Bizim seni o kadar dövmemiz, tahkir etmemiz, aşağılamamız, seni bu davadan vazgeçirmeye yetmedi mi? Sen, Allahü tealanın peygamberi olduğunu söylüyorsun. Şayet bu sözünde sadık olsa idin, “Her şeyin Rabbidir” dediğin o Allah, seni, bizim eziyet, cefa ve kötülüklerimizden korurdu. Fakat sen mecnun, deli birisi olduğun için, böyle işlere kalkışıyorsun. Hazreti Nuh, onların bu sözlerine şöyle cevap verirdi: - Ey kavmim! Ben mecnun değilim. Ancak siz, bilmiyorsunuz. Babalarınız, dedeleriniz ölüp gittiler. Şimdi onlar yaptıklarına pişman bir vaziyette bulunuyor ve azap çekiyorlar. Siz, ibret alıp aklınızı başınıza toplayarak, putlara tapmaktan vazgeçin! Yalnız Allahü tealaya iman ve sırf Ona ibadet edin! İbadet edilecek Ondan başkası yoktur. Siz dediklerime tabi olursanız, baba ve dedelerinizin akıbetine düşmekten kurtulur, dünya ve ahirette saadete erer, rahat ve huzura kavuşursunuz. Bütün bunlara rağmen bu kavmin insanları, şirk ve isyanda o kadar ileri gidiyorlardı ki, Hazreti Nuh’un davetini kabul etmek şöyle dursun, hiç dikkate bile almıyorlardı. Buna rağmen Nuh aleyhisselam bıkmadan, usanmadan, kavminin bulunduğu yere tekrar tekrar gider, buyururdu ki: - Ey kavmim! La ilahe illallah. Nuh nebiyyullahi ve resulihi deyiniz! Putlara tapmayı terkediniz! O böyle söylerken, bütün putların hep birlikte yüzüstü yere düştüğünü gördükleri halde, yine inanmaz, şirk ve isyanda ısrar ederlerdi. Bununla da kalmayıp, hemen, hep birden üzerine hücum ederek, şiddetli bir şekilde onu döverlerdi. O mübareğin vücudu yara bere içinde kalır, mübarek ağzından ve burnundan kan gelirdi. Merhamet hisleri körleşmiş olan bu alçak kimseler, üstelik yaptıkları bu çirkin hareketlerden zevk duyarlardı. Hatta, Hazreti Nuh’un mübarek karnına basarak, “Ey Nuh! İşte senin cezan budur” diyerek, bayağılık ve aşağılıklarını göstermekten geri kalmazlardı. Bütün bu eziyet ve sıkıntılara rağmen, Nuh aleyhisselam kavminin yaptıklarına sabrederdi. Kendisini her dövdüklerinde ve işkence ettiklerinde onlara lanet etmez ve, “Allahım! Kavmimi affet; çünkü onlar bilmiyorlar” derdi. Bu hal üzere seneler geçip gitti ve kavmin reisi olan Nevlin de öldü. Yerine kendi ve babası gibi zalim ve putperest biri olan oğlu Tafreduş geçti. Kavmin ise, imansızlık ve putlara tapmak hususunda, reislerine tam bir bağlılıkları vardı. Hatta rivayet edilir ki, o kavimden bazı müşrikler ölümlerine yakın, mallarının yarısını, putların hizmetinde kullanılmak üzere ayrılmasını, yarısının da çoluk-çocukları ile hizmetçilerine verilmesini vasiyet ederlerdi. Bundan başka olarak, Hazreti Nuh’a iman etmemek ve ona tabi olmamak hususunda çoluk çocuklarından, hizmetçi ve yakınlarından da söz alırlardı. Kavmi, Nuh aleyhisselama düşmanlıkta o kadar ileri giderlerdi ki, babalar çocuklarına şöyle derlerdi: - Bana bak! Babam beni bundan sakındırdı. Ben de seni sakındırıyorum. Onun, seni babalarımızın dininden, putlarımıza ibadetten caydırmasından, çevirmesinden korkuyorum. Sakın ha sakın, onun söylediklerine kanmayasın! Çünkü o, sihir yapan yalancının biridir. Birgün, kavmin ileri gelen reislerinden birisi, yanında oğlu ile birlikte giderken Hazreti Nuh’a rastladılar. O şahıs oğluna dedi ki: - Oğlum! Bu adama dikkat et! Sözlerine inanma! Bu bir delidir. Bunun üzerine oğlu yerden bir avuç toprak alıp, Hazreti Nuh’un yüzüne attı. Hazreti Nuh’un mübarek yüzü toprak olduğu gibi, mübarek gözleri de toprak ile doldu. Bu halden dolayı çok mahzun oldu. Kendilerine iki cihan saadetini bildirmek üzere gönderilen bir büyük peygambere, kavminin bu kadar düşman kesilmesine, ona eziyet ve işkence etmelerine çok üzülen melekler, Allahü tealaya münacat edip, yalvararak dediler ki: - Ya Rabbi! Sen bunlara karşı ne kadar halimsin. Onlar senin peygamberine karşı bu kadar kötü muamelede bulundukları halde, sen onlara, yine de yumuşaklıkla muamele ediyor, azap etmiyorsun. Onlar senin mülkün olan yeryüzünde yürüyorlar, senin verdiğin rızkı yiyorlar. Fakat, senden başkasına, sana ortak koştukları putlarına ibadet ediyorlar. Senin, kendilerine rahmet olarak gönderdiğin peygamberine ise isyan ediyor, üstelik bununla da kalmayıp, ona eza ve cefada ileri gidiyor, çok sıkıntı verdikleri gibi, her zulüm ve işkenceyi de reva görüyorlar. Hazreti Nuh, dörtyüz elli sene kadar uzun bir müddet kavmini imana davet etti ise de, ilk zamanda iman edenlerden başka kimse iman etmedi. Böyle bir kavmin insanlarının, bu daveti kabul edeceklerine artık imkan ve ihtimal yoktu. Nitekim, kavminden birçokları dediler ki: - Ey Nuh! Sen bizimle çok mücadele ettin ve bu mücadelende de çok ileri gittin. Senin bu mücadelen çok uzadı. Eğer sen sözünde, vadinde sadıklardan isen, bize vadeylediğin azabı getir de görelim. Zira senin mücadele etmenin, nasihat verip durmanın bize bir tesiri yoktur. Onların bu sözleri üzerine, Nuh aleyhisselam onlara buyurdu ki: - Allahü teala dilerse, hemen veya takdir ettiği daha sonraki bir zamanda azabı size getirir. Ama siz, azaptan kaçmakla Onun azabından kurtulamazsınız. Ben size nasihat etmek istesem bile, cenab-ı Hak dalalette kalmanızı dilemiş ise, nasihatim size fayda vermez. Allahü teala sizin Rabbinizdir, sizi yaratan Odur ve siz Ona döndürüleceksiniz. Dönüşünüz Onadır. O, size amelinizin karşılığını verir. Hazreti Nuh’un kavminden ümit kesmesi Nuh aleyhisselam senelerce kavmini davet etmesine rağmen, kavminin iman etmemesi üzerine, yavaş yavaş ümidini kaybetmeye başladı. Sonunda, Allahü tealaya şöyle münacatta bulundu: - Ya Rabbi! Ben gecegündüz devamlı olarak, kavmimi, taat ve ibadete davet ettim. Benim davetim, ancak onların, iman ve taattan uzaklaşmalarını artırdı. Senin, iman etmeleri sebebiyle onları magfiret etmen için, her ne zaman kendilerini imana davet ettimse, davetimi duymamak için parmaklarıyla kulaklarını tıkadılar. Yüzümü dahi görmemek için, elbiselerini başlarına örttüler. Küfür ve isyanlarında ısrar edip, bana tabi olmaktan kaçındılar, kibirlendiler. Sonra onları, aşikare olarak imana davet ettim. Daha sonra da, hem yüksek sesle, hem de her birini ayrı ayrı çağırarak, gizliden gizliye davetime devam ettim. Nuh aleyhisselam, davetini üç şekilde yürüttü. Önce gizli olarak davete başladı. Bu hal kavmine pek tesir etmedi. Bundan sonra açıktan açığa davetini sürdürdü. Bu da tesirli olmayınca, davetini her iki şekilde de devam ettirdi. Yani hem gizli, hem de aşikare olarak insanları imana davet etti. Hazreti Nuh’un, bu münacatı üzerine, Allahü teala, Nuh kavmine kırk sene müddetle yağmur vermedi. Ayrıca, bu müddet içinde, hiçbir kadının çocuğu olmadı. Üstelik bu asi kavmin çocukları, malları ve davarları da helak olmaya başladı. Nasipleri kesilip, bağ-bahçe namına ne varsa, hepsi kurudu. Şiddetli bir sıkıntıya ve geçim darlığına düştüler. Ne yapacaklarını bilemediklerinden, çok şaşırmışlardı. Sonunda Hazreti Nuh’a müracaat ettiler. O da kavmine buyurdu ki: - Küfürden, şirkten tevbe edip, Rabbinizden magfiretinizi isteyiniz! Zira, O, şirk ve isyandan tevbe edeni çok magfiret edicidir. Bunu yaparsanız, Allahü teala, ihtiyacınız kadar yağmur yağdırır, çok mal ve evlat ile size imdat eder, size meyveli bostanlar, bağlar, bahçeler verir ve o bostanlarda nehirler akıtır. Size ne oluyor ki, Allahü tealanın azametine, büyüklüğüne inanmıyorsunuz. İhsanlarını ümit etmiyorsunuz ve Onun azabından korkmuyorsunuz. Halbuki, O sizi yaratmıştır. Hem siz, Allahü tealanın yedi kat gökleri, tabaka tabaka nasıl yarattığını, dünyada ve diğer göklerde Ay’ı nur kıldığını, Güneş’i, yeryüzünde, gecenin karanlığını giderici ışık kaynağı kıldığını görmez misiniz? Allahü teala, sizin aslınız olan Adem’i topraktan yarattı. Sonra ölümünüzle yine toprağa iade eder ve kıyamet günü tekrar diriltip yine yerden çıkarır. Allahü teala yeryüzünü, sizin için yatak gibi döşenmiş kıldı. Ta ki, onda geniş yollar açıp, ihtiyacınıza gidersiniz. Nuh aleyhisselam, kıtlığa uğrayan kavmine, önce ibadet, takva ve taati emrettikten sonra, istigfarı emretti. Nuh aleyhisselamın bu sözlerine rağmen, kavmi, helak olmayı seçerek, yine küfürlerinde ısrar ettiler. Hatta Nuh aleyhisselamı tehdit ettiler. Nuh aleyhisselam onlara dedi ki: - Ey kavmim! Eğer benim, sizin aranızda bulunmam ve Allahü tealanın ayetlerini hatırlatarak sizi Hakka davet edip nasihat vermem size ağır geliyorsa, biliniz ki, ben sizin hilenizden Allahü tealaya tevekkül ettim. Ona güvendim. Artık siz ve ortaklarınız toplanıp ne yapacağınızı kararlaştırın! Sonra benim helakime kasdetmeniz gizli olmasın! Yapacağınızı aşikare olarak yapın! İçinizdekileri gizlemeyin! Sizin bana yapacağınız şeylere aldırış etmem. Daha sonra da bana herhangi bir mühlet de vermeden istediğiniz kötülüğü yapın. Hazreti Nuh, Allahü tealanın muhafaza ve himayesinde olduğunu bildiğinden, düşmanlarına hiç ehemmiyet vermediğini göstermek ve onların acizliğini, bir şey yapamayacaklarını meydana çıkarmak için şöyle bir teklifte bulundu: - Siz, tedbir sahiplerinizi, tedbirlerinizi, ortaklarınızı, yani bu hususta her neyiniz varsa, hepsini bir araya getirin ve bütün imkanlarınızı beni öldürmekte kullanın. Hem hiçbir tedbirinizi de noksan bırakmayın ki, sonunda, bu işi başaramadığınızda da, şu tedbiri de alsaydık demeyesiniz! Hazreti Nuh, onların daveti kabul etmeyip, yüz çevirmelerinin kendisine bir zarar veremeyeceğini de bildirerek buyurdu ki: - Eğer davetimden yüz çevirirseniz, bunun bana bir zararı yoktur. Zira insan iki şeyden korkar. Birincisi, başkalarının zararından, ikincisi de, menfatinin kesilmesi endişesinden. Ben sizin şerrinizden, zarar vermenizden korkmadığımı, Allahü tealaya tevekkül ettiğimi önceki sözümde de söyledim. Şimdi de, şunu söylüyorum: Sözümü dinlememenizden dolayı bana bir zarar gelmez. Çünkü sizden korkum yok. Bir ücret istemiyorum ki, onu da elden kaçırma endişem olsun. Bunda benim bir telaşım yoktur. Benim ücretim Allahü tealaya aittir. Siz kabul etseniz de, etmeseniz de, vazifemi yapmış oluyorum ve Allahü teala bana bunu verecek. Şu halde siz iman etmezseniz, zarara uğrarsınız. Yani iman edip etmemeniz halinde, bana bir fayda ve zarar yoktur. Hakikat apaçık meydanda iken, Allahü tealanın emirlerini hatırlatmamdan, sözlerimi ve nasihatlerimi kabulden yüz çevirmeye devam ederseniz, muhakkak helak olursunuz. Kabulüne mani olacak hiçbir sebep yokken, haktan yüz çevirirseniz, Allahü teala size azap eder. Çünkü yüz çevirmenizde haklı olduğunuzu iddia edebilmeniz için; sizden, buna sebep olacak, hakkı kabulünüzü gerektirecek ve size ağır gelecek herhangi bir ücret istemedim. Hazreti Nuh’un duası Hazreti Nuh’un davet ve nasihatı, kavminin nefslerine ağır geldiği için, ona akıl almaz hakaretler ve işkenceler yapmışlardı. Hazreti Nuh onlara buyurmuştu ki: - Bana olan buğzunuz, sizi, eziyet etmeye sevketti. Halbuki, ben size, sizin bana yaptığınız kötülükle değil, Allahü tealaya tevekkül etmekle, yalnız Ona itimat edip güvenmekle karşılık veririm. Sakın ola ki, eziyet vermenizin ve ölümle tehdit etmenizin, beni, insanları Hakka, Allahü tealaya imana davetten alıkoyacağını zannetmeyiniz! Hazreti Nuh, onların kötü niyetlerinin bulunduğunu haber verip, meydan okudu ve şöyle dedi: - Maksadınızın meydana gelmesini temin edecek, ne kadar çare, yol varsa hepsini toplayın. Kendilerine yakın olmakla, durumunuzun kuvvetli olacağını zannettiğiniz ortaklarınızı kendinize katın. Bu işiniz size tasa olmasın, faaliyetinizi gizli olarak devam ettirip sıkılmayın. Ne yapacaksanız, aşikare olarak yapın! Bütün bu hazırlıklardan sonra, yapacağınız kötülüğü bana yöneltin. Bu kötülüğünüzü icra edeceğinizde, bana mühlet vermeyin ve bütün gücünüzle acele edin. Hazreti Nuh’un bu sözleri, onun, Allahü tealaya ne derece tevekkül sahibi olduğunu, kavminin hile ve kötü planlarının kendisine asla zarar veremeyeceğini kat’i olarak, açık bir şekilde göstermektedir. Hazreti Nuh, kavminin kendisine yaptığı eziyetlere katlanıyor, iman etmemelerine üzülüyordu. Nihayet Allahü tealaya şöyle yalvardı: - Ya Rabbi! Kullarının bana yaptığını görüyorsun. Kulların hakkında hayr dilemişsen, onları hidayete erdir. Yoksa sen onlar hakkında hükmedinceye kadar, bana sabır ver. Çünkü sen, hükmedenlerin en hayırlısısın. Bunun üzerine, Hud suresinin 36. ayet-i kerimesinde mealen şöyle bildirildi: “Nuh’a vahyolundu ki, kavminden daha evvel iman etmiş olanların dışında hiç kimse iman etmeyecek. O halde sen, kavmin seni yalanladıkları için ve sana eza verdikleri için mahzun olma, kederlenme ki, onlardan intikam alma vakti gelmiştir.” Allahü tealadan gelen vahiy ile de sabit olmuş, iyice anlaşılmıştı ki, bu kavim ıslah olmayacak ve başka iman eden bulunmayacaktı. |
Artık ümit de kalmamıştı. Bundan sonra Hazreti Nuh, kavminin helakı için şöyle dua etti: - Ya Rabbi! Bu zalimleri helak ve azabını ziyade eyle! Ey beni hidayet ve doğru yol üzere gitmek yaratılışı ile terbiye eden Rabbim! Yeryüzünde hareket eden hiçbir kafiri bırakma! Eğer sen, onları bırakırsan, kullarını dalalete sürüklerler. Senin vahdaniyetini, bir olduğunu tasdik etmiş olan kullarını doğru yoldan ayırır, tevhidden küfre döndürmek isterler. Hem bundan sonra onların çoluk-çocuğu olmaz. Olsa bile çocukları facir ve küfürde pek ileri giden kimseler olurlar. Ey Rabbim! Beni, anamı, babamı mümin olarak evime girenleri, erkek, kadın, bütün müminleri magfiret eyle! Zalimlerin, kafirlerin ise ancak helak ve hüsranlarını arttır.
Gemi yapması vahyediliyor Nuh aleyhisselamın anne ve babası, onun dinine girmiş mümin kimselerdi. Nuh aleyhisselamın duası Kur’an-ı kerimde çeşitli ayetlerde bildirilmiştir. Müminun suresinin 26. ayet-i kerimesinde, Hazreti Nuh’un, kavminin iman etmesinden ümit kesince, Allahü tealaya yönelerek şöyle dua ettiği bildirilmektedir: “Ey Rabbim! Kavmimden olanlar beni yalanladıkları için vadettiğin azabı göndermek, onlardan intikamımı almak suretiyle onlara karşı bana yardım et!” Şuara suresinin 117 ve 118. ayet-i kerimelerinde mealen buyuruldu ki: “Nuh (aleyhisselam) dua edip dedi ki: Ya Rabbi! Gerçekten kavmim beni tekzip etti. Beni yalanladılar. Artık benimle onların arasındaki hükmü sen ver. Beni kurtar.” Hazreti Nuh’un yaptığı bu dualara melekler, amin dediler. Allahü teala onun duasını kabul etti. Ona kavminin helak olma zamanının geldiğini vahyetti ve buyurdu ki: - Nezaretimiz altında ve vahyimiz ile bir gemi yap! Zalimler hakkında azabın defi için bana dua eyleme ki, onlar, gark olunmakla, suda boğulmakla hüküm olunmuşlardır. Rivayet olundu ki; Cebrail aleyhisselam Nuh aleyhisselama gelerek dedi ki: - Allahü teala sana bir gemi yapmanı emrediyor. - Ben onu nasıl yapabilirim ki? - Allahü teala sana, onu yapmayı kolaylaştırır ve nasıl yapılacağı hususunda yol gösterir. Allahü tealanın bu emri üzerine Nuh aleyhisselam, evladı ve kavminden iman edenlerle beraber gemiyi yapmaya başladı. Gemi yapmak için çok ağaca ihtiyaç vardı. Bulundukları yer ise ağaçsızdı. Bu yüzden ağacın bol olduğu bir yerde gemiyi yapmaları icap etti. Bulundukları yerin dışına çıkıp, ağacı çok olan bir mahalli seçtiler ve çalışmaya başladılar. Kavmin ileri gelenleri, oraya gelip, Hazreti Nuh’u bu işle meşgul görünce, alaya başladılar: - Neler yapıyorsun ey Nuh, bakıyoruz meslek değiştirdin... - Senin marangozluktan anladığını bilmiyorduk... - Keşke bu işe daha önce başlasaydın. Bu işte peygamberlikten daha başarılısın... - Biz kıtlıktan, kuraklıktan kırılıyoruz. Sen de tutmuş, boğulmamak için gemi yapıyorsun... Bu ve benzeri sözlerle alaylarını sürdürüyorlardı. Onların bu alaylarına karşı Nuh aleyhisselam diyordu ki: - Gerçi şimdi siz bizimle alay ediyorsunuz, ama Allahü tealanın azabı size geldiği zaman çok perişan olacaksınız. Kendisini perişan ve rüsvay edecek azabın kime geleceğini ve ahirette daimi azabın kimin başına geleceğini yakında bileceksiniz. Nuh aleyhisselamın kavmi, gece olunca, Hazreti Nuh’un yaptığı geminin yanına gelip, yakmak isterler, lakin hiçbir zarar veremeden geri dönerlerdi. Nuh aleyhisselama da; “Ey Nuh! Bu da senin sihirlerindendir” diyorlar, iman etmeyi akıllarına bile getirmiyorlardı. Bu kadar açık mucizeleri gördükleri halde, küfürlerinde ısrar ediyorlardı. Nuh aleyhisselam, bir müddet geminin yapımına devam etti. Kur’an-ı kerimde, fülk, fülk-i meşhun, zat-i elvah ve desir gibi kelimelerle işaret buyurulan, Hazreti Nuh’un gemisinin mahiyeti, eni, boyu, yüksekliği, nasıl yapıldığı, yapılırken hangi malzemenin kullanıldığı hakkında çeşitli rivayetler vardır. Abanoz ağacından yapıldığı söylenen geminin, iki veya dört senede tamamlandığı, üç katlı olduğu rivayeti meşhurdur. Ateş yanarak, kazanı kaynayarak hareket ettiği, yani buharla çalıştığı Kur’an-ı kerimde açık olarak bildirilmiştir. Nuh aleyhisselam, yüzyıllar boyunca, kavmini iman ve hidayete davet ettiği halde, onların, inanmamakta ısrar etmeleri sebebiyle helak olmalarının yaklaştığı sırada, son olarak kavmine şöyle söyledi: - Ey insanlar! Ben size doğru yolu göstermek için Allahü teala tarafından görevlendirildim. Bir ömür boyu size nasihat ettim. Dinlemediniz, benimle alay ettiniz, buna rağmen sabır ve tahammül gösterdim. Bana ve bana inananlara eziyet edip, incittiniz. Allahü teala, yeryüzünü zulüm ve küfürden temizleyecek. Geliniz, davetimi kabul ediniz. Cahillik etmeyiniz. Allahü tealaya itaat ediniz. Ben sizin hayır ve iyiliğinizi istiyorum. Siz bilmiyorsunuz ama, Allahü tealanın azabı en kısa zamanda büyük bir tufan şeklinde gelecek. Bildirdiklerime inanmayan herkes helak olacaktır. Şu yaptığım gemi, iman edenlerin binip, kurtuluşa ereceği gemidir. Allahü tealaya iman etmeyen asiler suda boğulacaktır. Kurtulmayı isteyen iman etsin ve benimle gelsin. Bu, benim, herkesin duymasını istediğim son sözümdür. Hazreti Nuh’un son olarak söylediği bu sözlerine de uymayan insanlar, dediler ki: - Ey Nuh! Uzun yıllardan beri, bu sözleri söylüyorsun. Şimdi de kuru bir çöl ortasında büyük bir gemi yaptın. Bizi tufanla korkutuyorsun. Biz sana da, söylediklerine de inanmıyoruz. Tufanın başlaması ve buharlı gemi Nuh aleyhisselam gemiyi bitirdiğinde, vadolunan azabın vakti gelmişti. Tufanın alametleri görülüp, sular yavaş yavaş yükselmeye başladı. Allahü teala, Hazreti Nuh’a vahyedip, her hayvan ve kuştan birer çifti ve kavminden iman edenleri gemiye almasını emretti. Gemiye alınan müminlerin sayısı hakkında değişik rivayetler vardır. İbni Abbas’dan rivayet edildiğine göre; Nuh aleyhisselam da dahil, gemide 80 kişi bulunuyordu. Nuh aleyhisselamın son davetini de kavmi kabul etmeyince, sular yükselmeye başladı. Bu hususta Kur’an-ı kerimde, Hud suresinin 40. ayet-i kerimesinde mealen buyuruldu ki: (Nihayet helak etme emrimizin, azabımızın vakti geldiği, gemi kazanı [Tennur] kaynadığı zaman, biz Nuh’a emreyledik ki, kendisinden faydalanılan hayvanların her cinsinden erkek ve dişi birer çift hayvanı gemiye koy. Üzerlerine boğulma emri takdir olunanlar hariç aile efradını ve sana iman etmiş olanları gemiye koy. Zaten Nuh’a iman edenler pek az idi.) Alimler, ayet-i kerimede geçen tennuru, gemide suyun toplandığı yer olarak bildirmişler, yani tennurun geminin kazanı olduğunu haber vermişler; “Nuh’un gemisinin, ateş yanarak, kazanı kaynayarak hareket ettiğini, Kur’an-ı kerim açıkça bildiriyor” buyurmuşlardır. Tufan alametleri başlayınca, Hazreti Nuh, müminlerden birini, kavmin meliki olan Safredus’a gönderdi. Gönderilen mümin, tufanın başladığını haber verip, meliki imana davet etti. Kral derhal atına atlayıp geminin yanına geldi. Hazreti Nuh’a bu olanları sordu. O da buyurdu ki: - Ey Melik! Bu, daima size söylediğim, sizi korkuttuğum gadab-ı İlahidir. Allahü tealanın azabıdır. İşte zahir oldu. Kral ve diğer müşrikler, hala bu hali, diğer zamanlarda yağan, şiddetli yağmur olarak zannettiler ve en son daveti de kabul etmediler. Gemiye binecekler hazır olunca, Hazreti Nuh onlara, Besmele ile gemiye binmelerini söyledi. Bütün müminler, o azgın kafirlerin gözleri önünde, Hazreti Nuh’la beraber gemiye bindiler. Nitekim bu hal, Hud suresinin 41. ayet-i kerimesinde mealen şöyle bildirildi: (Nuh, gemiye bineceklere; “Allahü tealanın ismiyle girin ki, geminin yürümesi ve durması Allahü tealanın iradesiyledir. Benim Rabbim, müminleri magfiret edici ve merhametiyle tufan belasından kurtarıcıdır” dedi.) Nihayet gemiye binecekler bindi. Tufan başlamıştı. Sular yükseliyordu. Hazreti Nuh, geminin gitmesini isteyince, “Bismillah” der, gemi giderdi. Durmasını isteyince de, yine “Bismillah” der ve gemi dururdu. Hazreti Nuh ilk önce, iman etmiş olan Amure ismindeki bir hanımla evlenmişti. Bundan olan oğulları ve bunların hanımları, yani Hazreti Nuh’un gelinleri de mümin idi. Bunların hepsi gemiye binmişlerdi. İkinci olarak iman etmiş olan Vaile ise, daha sonra, imandan ayrılmış, mürted olmuştu. Hazreti Nuh’un bu kadından doğan oğlu Kenan da babasına iman etmemişti. Bu Vaile, iman gibi büyük bir devlete, sonra da yüce bir peygambere zevce olmak gibi çok üstün bir şerefe ve saadete kavuşmuş iken, imandan ayrılmış ve nasipsizin biri olmuştu. Mürted olduktan sonra ise, aşağılık ve alçaklığına bir yenisini daha ekleyerek, Hazreti Nuh’a hakaret ve hainlik yapmaya başladı. Hazreti Nuh’a mecnun, deli diyerek, küstahlıkta bulunduğu gibi, onun gizli sırlarını, kavmin müşrik olan reislerine vermekten de geri kalmıyordu. Tabii ki, bu kadın gemiye binemedi. Nuh aleyhisselam sular yükselmeye başladığında, oğlu Kenan’ı bir köşede gördü. Babalık ve peygamberlik şefkati ile son bir defa daha, bu asi evlada nasihat etti. İman etmesini söyleyerek buyurdu ki: - Ey oğulcuğum! Bizimle beraber gemiye bin ki, inananlarla beraber selamete eresin. Kafirlerle beraber olma! Eğer kafirlerle beraber olursan helak olursun. - Ne iman ederim, ne de gemiye binerim. Bir büyük dağa sığınırım. O dağ beni, suda boğulmaktan korur. - Allahü tealanın iman nasip etmekle rahmet buyurdukları hariç, bugün Allahü tealanın azabı olan boğulmaktan koruyucu, kurtarıcı yoktur. Nuh aleyhisselam bundan sonra, Allahü tealaya nida edip dedi ki: - Ya Rabbi! Oğlum Kenan benim ehlimdendir ve senin vadin elbette haktır. Senin vadinde değişiklik olmaz. Sen beni ve ehlimi suda boğmayacağını vadetmişsin. Allahü teala buyurdu ki: - Ey Nuh, o senin ehlinden, dininden değildir. Zira o salih olmayan bir amel sahibidir. O halde ilmine vakıf olmadığın bir şeyi benden isteme! Şüphesiz ben, seni, cahillerden olmaktan men ederim. Bunun üzerine Nuh aleyhisselam derhal şöyle dedi: - Ya Rabbi! İlmim olmayan şeyi senden istemekten, sana sığınırım. Eğer beni magfiret ve bana affınla rahmet etmezsen, ben ziyana düşenlerden olurum. Tefsir alimlerinin bildirdiklerine göre, Kenan, iman etmiş görünen bir münafık idi. Hazreti Nuh da bunu bilmediğinden, görünüşe göre hüküm verip, onun için niyazda bulundu. Kenan, babasının ısrarına rağmen, gemiye binmeyerek, o güne kadar gizli tuttuğu küfrünü açığa vurmuş oldu. Bu sırada bir dalga gelip, Kenan da diğer kafirlerle beraber boğulanlardan oldu. Tufan başlamıştı. Gökten adeta sel akıyor, yerden de su fışkırıyordu. Hem bu su, başka zamanlarda yağan yağmur suları gibi, tatlı değildi. Tadı acı olup, içenin midesini harap ederdi. Bunun normal bir yağmur değil, azap suyu olduğu, gayet açık ve aşikar idi. Bu sular her tarafı kapladı. Gemide bulunanların haricinde hiçbir canlı mahluk kalmamak üzere hepsi boğuldu. Suların yükselmesinden, en yüksek dağlar bile su altında kaldı. Bu kadar büyük ve geniş bir su deryasında, dalgaların büyüklüğünü tarif etmek mümkün değildir. Bu tufan esnasında, Hazreti Nuh’un gemisi emniyet ve selamet içinde, rahatça yol alıyordu. Nitekim Hud suresinin 42. ayet-i kerimesinde mealen buyuruldu ki: (O gemi, dağlar gibi dalgalar içinde yüzüp onları götürüyordu...) Gemi dağlar gibi dalgalar arasında, bütün dünyayı dolaştı. Her uğradığı yerde, yani şehirler üzerinden geçerken; “Bu şehir filan şehirdir. Tufandan sonra da burada filan şehir kurulacaktır” diye bir ses gelirdi. Mekke-i mükerremeye vardıklarında, gemi, Kabe-i muazzamanın bulunduğu yerin etrafında, su üzerinde, yedi defa döndü. Böylece Kabe-i muazzamayı tavaf etmiş oldular. Tufan sona eriyor Rivayet edildiğine göre tufan, altı ay devam etti. Nihayet Allahü teala yere ve göğe emredip buyurdu ki: - Ey yer! Suyunu yut ve ey sema suyunu tut, yağdırma! Bu İlahi emir karşısında su çekildi ve gemi Cudi Dağı üzerinde karar kıldı. Bundan sonra Allahü teala tarafından Hazreti Nuh’a denildi ki: - Ya Nuh! Bizden, selamet ile ve seninle beraber bulunanlardan doğup, yetişecek mümin ümmetler üzerine birçok bereketler ile gemiden in! Beraberinde bulunanlardan gelecek kafir ümmetler de vardır ki, biz onları da dünyada bol rızıklarla faydalandıracağız. Sonra ise ahirette onlara, bizden elem verici bir azap verilecektir. Tufan sona erince gemide bulunanlar, emniyet ve selamet içinde gemiden indiler. Yeryüzünde, kendilerinden başka hiçbir canlı sağ kalmadı. Bu dehşetli ve korkunç tufanda, onlar, imanlarının bereketiyle hiçbir sıkıntı ve elem görmediler. Dağlar gibi dalgaların meydana geldiği o korkunç su deryası, Allahü tealanın emri ile yine çok kısa bir zamanda kuruyup, yeryüzü yaşamaya müsait hale geldi. Tufandan evvel 40 veya 90 sene süren kıtlık müddetince, müşriklerin çocukları da olmamıştı. Yani tufanda, yeryüzünde hep, akıl baliğ olan kimseler vardı. Bunlardan mümin olanlar kurtulup, kafirler ise, tamamen helak oldu. Yani tufanda müşriklerin çocukları olmadığından günahsız kimseler helak olmamıştır. Nuh ve beraberindekiler, Muharrem ayının onuncu (Aşure) gününde gemiden indiler. Tufandan sağ ve selametle kurtulmalarına, karaya inmelerine şükür olarak, o gün oruç tuttular. Azıklarından ellerinde kalanları topladılar. Hazreti Nuh, buğday, mercimek, nohut gibi hububattan tatlı pişirdi. Bu tatlıya aşure tatlısı demek adet olmuştur. Nuh aleyhisselamın o gün aşure tatlısı pişirdiği için, müslümanların, Muharrem ayının onuncu gününde aşure pişirmesi ibadet olmaz. Muhammed aleyhisselam ve eshab-ı kiram böyle yapmadı. Aşure günü, aşure pişirmeyi ibadet sanmak bid’attir, günahtır. Muhammed aleyhisselamın yaptığı veya emrettiği şeyleri yapmak ibadet olur. Din kitaplarının yazmadığı, ehl-i sünnet alimlerinin bildirmediği şeyleri yapmak, bunları ibadet sanmak sevap olmaz, günah olur. O gün, herhangi bir tatlı yapmak, tanıdıklara ziyafet, fakirlere sadaka vermek sünnettir, ibadettir. Nuh aleyhisselamın peygamberliği 950 sene sürdü. Yaşı kesin bildirilmedi. Kabr-i şerifinin nerede olduğu ve tufandan sonra ne kadar yaşadığı hakkında muhtelif rivayetler vardır. İnsanlar, Nuh aleyhisselamın gemiye binen oğulları ve inananlardan çoğaldılar. Zamanla diğer inananlar unutularak Hazreti Nuh’a ikinci Adem denildi. Hazreti Nuh’un vefatı Hazreti Nuh, tufan son bulduktan, yeryüzünde hayat yeniden başladıktan ve evladı etrafa dağıldıktan sonra vefat etti. Tufandan sonra daha uzun seneler yaşadığı da bildirilmiştir. Nuh aleyhisselam vefatı yaklaştığı sırada yerine büyük oğlu Sam’ı vekil bıraktı ve yanına toplanan oğullarına birtakım tavsiyelerde bulundu. Allahü tealaya ibadete devam etmelerini onlara emretti. Ayrıca oğlu Sam’a: - Yavrum, kalbinde zerre miktarı şirk olduğu halde kabre girme! Çünkü Allahü tealanın katında müşrik olarak gelen kimse için bir mazeret, özür yoktur. Yavrum, kalbinde zerre miktarı kibir bulunduğu halde kabregirme! Çünkü kibriya, büyüklük Allahü tealaya mahsustur. Büyüklük taslayan kimseye azab eder. Yavrum, kalbinde zerre miktarı rahmetten ümit kesmiş olarak kabre girme! Çünkü dalalete, küfre düşmüş kimseden başkası Allahü tealanın rahmetinden ümid kesmez. Sana vasiyetimi söylüyorum. Sana iki şeyi emrediyor, iki şeyden nehy ediyorum. Sana Kelime-i tevhidi emrediyorum. Çünkü yedi kat sema ve yedi kat yer terazinin bir kefesine ve La ilahe illallah kelimesi de diğer kefeye konsa bu kelime onlardan ağır gelir. Eğer yedi kat sema ve yedi kat yer uçsuz bucaksız bir çenber olsalar La ilahe illallah ve Sübhanallahi ve bihamdihi kelimeleri onları kırar. Çünkü bunlar her şeyin düasıdır ve halk bunlarla rızıklanır. Seni şirkten ve kibirden nehy ediyorum. Gücün yeterse kalbinde şirkten ve kibirden bir şey bulundurmamaya çalış. Hazreti Nuh’un vefatı yaklaştığında, Cebrail ve Azrail aleyhimesselam birlikte geldiler. Azrail aleyhisselam buyurdu ki: - Ey uzun ömürlü peygamber! Ömür olarak bu kadar hayat sürdün. Çok günler geçirdin. Sıkıntı ve meşakkat diyarı olan bu fani alemi nasıl buldun? Hazreti Nuh da şöyle cevap verdi: - İki kapısı olan bir kervansaray gibi buldum. Bu kapının birinden içeri girdim. Diğerinden çıkıp gidiyorum. Ancak içeride az bir miktar kaldım. Bundan sonra vefat edip, Kudüs’te Beyt-i Makdis civarına defnedildi. Bu hususta başka rivayetler de vardır. Rivayete göre Havariler, İsa aleyhisselama dediler ki: - Ey Allahın peygamberi! Allahü teala sana, ölüleri diriltmek mucizesini verdi. Nuh aleyhisselamın gemisini görmüş, bize ondan bahsedecek birisini diriltseydin ne iyi olurdu. Bunun üzerine İsa aleyhisselam, onları, bir kum tepeciğinin yanına götürdü. Oradan bir avuç toprak alıp, havarilerine sordu: - Buranın ne olduğunu bilir misiniz? Onlar da dediler ki: - Allahü teala ve peygamberi daha iyi bilir. O zaman İsa aleyhisselam, “Burada Hazreti Nuh’un oğlu Sam vardır” deyip, elindeki asası ile toprağa vurdu ve buyurdu ki: - Allahü tealanın izni ile kalk! O böyle söyler söylemez, orası açıldı ve Sam, mezardan çıktı. Hazreti İsa ona buyurdu ki: - Nuh aleyhisselamın gemisinden bahset, haber ver! Sam da şöyle anlattı: - Gemi üç katlı idi. Birinci katta evcil ve vahşi hayvanlar, ikinci katta kuşlar, üçüncü katta da müminler vardı... Allahü teala, birbirine hasım olan hayvanlara dostluk verdi. Böylece birbirlerine zararları dokunmadı. Bu şekilde sual ve cevaplardan sonra, Hazreti İsa buyurdu ki: - Allahü tealanın izniyle geri dön! Bunun üzerine Sam da tekrar vefat edip, toprağa girdi. Allahü teala katında Hazreti Nuh’un derecesi o kadar yüksek idi ki, onun gadaplanması ile; gökler, yer ve hava gadaba geldi. Bu, öyle bir gadablanma idi ki, yeryüzünde değişikliğe uğraması icabeden ne kadar yer varsa, değişikliğe uğrayıncaya ve yeryüzünde kafirler kalmayıncaya kadar dinmedi. Hazreti Nuh’un yüksekliği, üstünlüğü buradan da anlaşılmaktadır. Medeniyetin yeniden kurulması Tufan bitip, Nuh gemisindeki seksen kişi dışarı çıkınca, bir kasaba kurup, (Medinetüs-Semanin = Seksenler şehri) ismini verdiler. Sonra çoğalınca, Babil diyarına varıp, orada da şehir kurdular. Nüfusları zamanla artıp, yüzbini buldu. Hepsi müslüman idiler. Nitekim Yunus suresinin 73. ayet-i kerimesinde mealen buyuruldu ki: “Biz Nuh’a ve gemide onunla birlikte bulunan kimselere, selamet, kurtuluş verdik ve onları yeryüzünde halifeler kıldık. Onları suların içinde boğulup gidenlerin yerlerine kaim eyledik. Bizim ayetlerimizi yalanlayanları da tufanla suda boğduk. Şu halde ey Habibim! Bir bak ki, kendilerine gönderdiğimiz peygamberler, Allahü tealanın azabıyla korkuttuğu halde, iman etmeyenlerin hali nice oldu.” Hazreti Nuh’un evladı zamanla daha da çoğalarak yeryüzünün her tarafına dağıldı. Diğer insanlar bunlardan çoğaldı. Bunun için Hazreti Nuh’a, insanoğlunun ikinci babası ve ikinci Adem de denilmiştir. Hazreti Nuh’un üç evladı vardı. Sam, Hazreti Nuh’un büyük oğlu olup, akıl ve fazilette, salih bir zat olmakla, kardeşlerinden üstündü. Yüksek babasındaki nurlardan, gizli marifetlerden pek çok istifade etmiş, çok şeylere kavuşmuş idi. Babasından sonra bütün müslümanlara halife oldu. Hazreti Nuh’un hayır dualarına mazhar olmuştu. Bu fazileti sebebiyle, birçok peygamber ve başka üstünlük, şeref sahibi pek çok kimse, onun temiz neslinden gelmiştir. Keldaniler, Asuriler, Süryaniler, Finikeliler, İbraniler ve Araplar onun soyundandır. Hazreti Nuh, vefatı yaklaştığında, oğlu Sam’ı yanına çağırıp şöyle söyledi: - Oğlum, sana iki şeyi tavsiye ediyor ve seni iki şeyden de men ediyorum. Sana yasak ettiğim iki şey; Allahü tealaya şirk koşmak ve kibirdir. Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremez. Sana tavsiye edeceğim iki şey de şudur ki, bunlar; Allahü tealaya yönelmeyi arttırır. Bunlardan birisi, La ilahe illallah diğeri ise Sübhanallahdır. Çünkü Sübhanallah, mahlukatın duasıdır. Onlar bununla rızıklanırlar. Ham, Hazreti Nuh’un diğer oğlu olup, Hindistan, Habeş ve Afrika halkı, soy itibariyle buna bağlıdır. Yafes de Hazreti Nuh’un oğullarındandır. Çin, Rus, Slav ve Türkler bunun soyundandır. Yafes beşyüz yaşında iken suda boğuldu. Neslinden gelenler Asya’nın ortalarında yerleşti. Doğu Asya’ya ve o zaman mevcut olan karayolları ile Okyanus adalarına yayıldılar. Aradan uzun yıllar geçtikten sonra, insanlar, Hazreti Nuh’un dinini ve nasihatlerini unutarak, yıldızlara, güneşe, heykellere tapınmaya başladılar. Nitekim Yunus suresinin 74. ayet-i kerimesinde mealen buyuruldu ki: “Nuh’dan sonra kavimlere peygamberler gönderdik. O peygamberler kavimlerine, peygamberlikleri ispat eden açık mucizeler getirdiler. Fakat, o kavimler evvelce yalanlamış oldukları şeylere, yine, iman etmediler. İşte bunlar gibi haktan batıla koşan, haddi aşmış olanların kalbleri üzerine böylece mühür basarız.” Nuh aleyhisselam dokuzyüzelli sene peygamberlik yapmıştır. Nitekim Ankebut suresinin 14 ve 15. ayet-i kerimelerinde mealen buyuruldu ki: “Biz Nuh’u, onları imana davet etsin diye kavmine peygamber olarak gönderdik. O, kavminin arasında dokuzyüzelli sene kaldı. Nihayet davetinin tesiri olmayınca, onlar zulümde devam edip dururlarken, kendilerini tufan yakalayıverdi. Nuh’a ve gemide onunla beraber olan müminlere tufandan kurtuluş verdik ve onu, gemiyi ve tufan hadisesini alemlere ibret kıldık.” Alimlerimiz Nuh aleyhisselamın ümmeti arasında dokuzyüzelli sene kaldığının bildirilmesindeki hikmet ve faydayı şöyle anlatıyorlar: “Kureyş kafirlerinin İslama girmemesi ve müşriklikte ısrar etmeleri sebebiyle, Resulullah efendimiz çok üzülüyordu. Bu sebeple Allahü teala sevgili Habibini teselli buyurarak, Nuh aleyhisselamın kavmi arasında 950 sene kaldığını, onları hak dine davet ettiği halde, pek az kimsenin ona inandığını, buna rağmen onun sabrettiğini bildirdi. Muhammed aleyhisselamın ise, Hazreti Nuh’a göre kavmi arasında daha az kaldığını; iman edenlerin ise daha çok olduğunu, bu bakımdan Onun sabretmeye daha layık olduğunu bildirerek teselli buyurdu. Yine bu ayet-i kerimede; “... onlar zulme devam edip dururlarken, kendilerini tufan yakalayıverdi” buyurdu. Burada bir incelik vardır. Allahü teala sadece zulümden dolayı azap etmez. Böyle olsa idi, önceleri zulmedip, sonra tevbe edene de azap ederdi. Fakat durum böyle değildir. Allahü teala, ancak, zülümde ısrar edildiği zaman azap eder. Nitekim Allahü teala, onları, zulme devam ettikleri için helak etti. Yoksa zulmü terketselerdi, Allahü teala onları helak etmezdi. Şüphesiz ki her peygamber, ümmetine, Allahü tealanın bir nimeti ve rahmetidir. Bu nimetin şükrünü, iman ederek yerine getirmeyenler, küfran-ı nimette bulunanlar helak olmuşlardır. Zira kavuştuğu nimetin kıymetini bilmeyenler, daima felakete maruz kalmışlardır.” Kur’an-ı kerimin bu beyanatı, Peygamber efendimize bir teselli ve inkarcılar için de küfürden sakındırma ve bir tehdittir. Nuh kavminin, inananlara yaptıkları işkenceler, tarih boyunca, bütün inananlara uygulanmıştır. Nitekim şiddetli rüzgar ile helak edilen Ad kavmi, sayha, şiddetli ses ve gürültü ile helak edilen Semud kavmi, Hazreti İbrahim’in kavmi olan Keldaniler, Lut kavmi, eshab-ı Ress, eshab-ı Medyen, eshab-ı Eyke ve Kavm-i Tübba gibi nice kavimlere peygamberleri hüccet ve apaçık mucizelerle geldiler. Fakat bunlar inanmadılar, alay ettiler ve inananlara da işkence ettiler. Hazreti Nuh’un hilyesi, görünüşü Hazreti Nuh, Allahü tealanın korkusuyla çok ağlayıp, gözyaşı döktüğü için Nuh denilmiştir. Nuh aleyhisselam Hazreti Adem’e çok benzerdi. Buğday tenli, iri yapılı, iri gözlü, uzunca boylu, geniş omuzlu olup, kolları ve baldırları ince ve kalın değildi. Her şeyin yaratıcısı olan yüce Rabbimiz, onun mübarek teninin rengini, halis gümüş misali, beyaz halketmişti. Mübarek başı büyükçe ve pek güzel idi. Sakalları uzunca idi. Gayet şiddetli ve gadablı idi. Bununla beraber çok kerim, sabırlı ve yumuşak huylu olup, çok şükredici idi. Nitekim İsra suresi 3. ayetinde mealen buyuruldu ki: “Ey Nuh ile beraber gemiye yüklediğimiz kimselerin zürriyeti! Doğrusu Nuh, çok şükredici bir kul idi.” Hazreti Nuh’a inanmayıp ahirette sonsuz azaba duçar olan; dünyada ise suda boğularak helak edilen kavmin, bu duruma gelmesine sebep olan halleri, kısaca şöyledir: Her müminin bundan ibret alıp sakınması ve onların akıbetine düşmekten korkup, titremesi lazımdır. O kavimde, Hazreti Nuh’a tabi olanların dışındaki herkes, imansız olup, Allahü tealaya ve gönderdiği Nuh aleyhisselama inanmıyordu. Onların kafir oldukları, Kur’an-ı kerimde zikrolunmaktadır. Bunlar putlara tapıyor, başkalarını da putlara tapmaya teşvik ediyorlardı. Putlara tapmak, müşriklik olup, bu da küfrün bir çeşididir. Yine iman edenlerden başka, herkes zındık idi. Onlar ahiret gününü, öldükten sonra tekrar dirilmeyi, haşrı ve neşri inkar ederlerdi. Bu azgın kavim Hazreti Nuh’un bildirdiği tevhid itikadına, dalalet dediler. Kıyamet günü ile korkutmasına ise, apaçık bir sapıklık, dediler. Onların bu sözleri, kıyamet gününü yalanladıklarını göstermektedir. Halbuki, Allahü tealanın bütün peygamberleri, başta, Allahü tealaya ve ahiret gününe iman etmeyi bildirmişlerdir. Ümmetlerinden ilk olarak bunu tasdik etmelerini istemişlerdir. Allahü teala tarafından kendilerine peygamber olarak gönderilen Hazreti Nuh’a tabi olmayıp, bunu kendileri için aşağılık saydılar. O yüce peygamberi, kendileri gibi alelade bir insan olarak gördüler. Peygamber olarak gönderilen zatın, kendilerinden apayrı cinsten biri olması, mesela bir melek olması lazım geldiğini zannettiler. Ebu Hüreyre’nin rivayet ettiği bir hadis-i kudside; Allahü teala buyurdu ki: “Ademoğlu yalanlamaması lazım geldiği halde, beni yalanladı. Şetmetmemesi lazım geldiği halde beni şetmetti. Onun beni yalanlaması, benim kendisini ilk yarattığım gibi (tekrar) onu diriltemeyeceğimi söylemesidir. Onun beni şetmetmesi; “Allah çocuk edindi” demesidir. Halbuki ben ehad, var ve bir, eşi, ortağı olmayan ve samedim. Üstünlüğüm nihayet derecesinde, sonsuz olup, mahlukların hiçbirisine muhtaç olmayan ebedi ve ezeli malik ve hakimim. Doğmadım, doğurulmadım. Bana hiç kimse denk değildir.” Nuh aleyhisselamın kavminin helakine sebep olan diğer hallerden bazıları da şunlardır: Bu azgın kavim, Nuh aleyhisselama tabi olmadıkları gibi, bir de onu yalanladılar. Hazreti Nuh’a asi oldular, karşı geldiler. Nitekim Nuh suresinin 21. ayet-i kerimesinde mealen; (Nuh dedi ki: “Ey Rabbim! Bu kadar uzun davet ve nasihatime rağmen, kendilerine emrettiğim şeylerde, onlar bana asi oldular...”) buyurulmaktadır. Hazreti Nuh’un kavminden olup, iman etmeyenler, Allahü tealanın kendilerine ihsan ettiği nimetlere şükretmiyorlar, ondan haya etmiyorlar ve azabından korkmuyorlardı. Allahü tealanın yüceliğine, rahmetinin genişliğine, azabının çetinliğine hiç aldırış etmiyorlardı. Onların kadınları da, edep ve hayasını kaybetmiş, çok ahlaksız bir hal üzere idiler. Zinetlerini, edep yerlerini yabancı erkeklere gösterirlerdi. Giydikleri elbiseleri, incilerle süsleyip, yol ortasında çalım satarak ve salınarak yürürlerdi. Bu ise haramdır. Nitekim Ahzab suresinin 33. ayet-i kerimesinde mealen buyuruldu ki: (Eski cahiliyye zamanındaki kadınlar gibi; kendinizi süsleyip sokakta salınarak yürümeyin...) Zina, bütün dinlerde haram kılınmış, en çirkin günahlardan olduğu halde, onlar, bu fiili işlerlerdi. Hazreti Nuh’un kavmi, zevk ve lezzetlere düşkün olan reislerine uyarlar, onların peşinden giderlerdi. Hatta bunu da kendileri için bir kıymet sayarlar, başkalarının sevgi ve muhabbetlerine, bunları tercih ederlerdi. Mal ve evlat sahibi olup, halleriyle övünen, gururlanan reislerine uyarlardı. Nitekim, Nuh suresinin 21. ayet-i kerimesinde mealen buyuruldu ki: (Nuh şöyle dedi: Rabbim, onlar kendilerine emrettiğim şeylerde bana isyan ettiler. Kavmimin fakirleri de şu kimselere tabi oldular ki, onların mal ve evlatları, ancak ahirette hüsranlarını arttırır. Onlar, zenginler ve kavmin reisleridir.) Mekr, hile yapmak büyük günahtır. Allahü teala, Nuh aleyhisselamın kavmi için, Nuh suresinin 22. ayet-i kerimesinde mealen; “Ve çok büyük bir mekr, hile yaptılar” buyurdu. İnsanları aldatıp, doğru yoldan saptırmak, onları, Allahü tealaya imandan, Ona taatten menetmek, günahlara ve kötülüklere davet etmek, kötü kimselere tabi olmak, onların peşinden gitmek, çok yanlış ve çirkin bir iştir. Hazreti Nuh’un kavmi, bu yanlış halde bulunuyordu. Hadisi şerifte buyuruldu ki: “Ümmetim hakkında en korktuğum; reis, rehber durumunda olup da, insanları doğru yoldan saptıranlardır.” Nasihat dinlemekten yüz çevirdiler. Nasihat dinlememek, insanı, kibre ve Allahü tealadan yüz çevirmeye götürür. Nuh kavmi, yüz çevirdikleri gibi, nasihat edenlere buğzettiler. Hazreti Nuh, kavmine nasihat ederken,onların, elbiseleriyle yüzlerini kapatmaları; nasihat edenlere kızıp hakaret ettiklerini gösteriyor. Nuh aleyhisselamın kavminin helakine sebep olan diğer hallerden bazıları şunlardır: Nuh kavmi, günah işlemekte ısrar ettiler. Bu da çok hatalı bir davranıştır. Günah işlemekte ısrar eden kimse, müptela olduğu günahı devamlı yapar. Bir defa yapınca, diğer bir defa daha yapmaya azmeder. Günahı tekrar işlemekte sürat gösterir, yani beklemeden tekrar tekrar yapar. Hal böyle olunca, iyilik yapamaz olur. Bu sebeple hayırdan uzaklaşır. Böyle bir kimsenin yaptığı günahtan pişman olması, günahtan yüz çevirmesi lazımdır. İstigfar, günahtan ayrılmak, onu terketmektir. Hazreti Nuh da kavmine, iman etmelerini, işledikleri günahlarından dolayı istigfar etmelerini emretmiştir. Nuh kavmi çok kibirli kimselerdi. Kibirlendikleri için, imandan mahrum kaldılar. Kibirlenmeleri, bu büyük nimet ve şerefe kavuşmalarına mani oldu. Şeytanın da ebedi melun olmasına sebep kibirlenmesidir. Nuh aleyhisselam, kavmine nasihat eyledi. Kavmini, ibadet edilmeye tek layık olan Allahü tealaya iman etmeye ve yalnız Ona ibadet etmeye davet etti. Onlara karşı pek şefkatli davrandı. Çünkü onlara azap gelmesinden korkuyordu. Buna rağmen, kavmi, iyiliğe kötülükle karşılık verdikleri gibi, ona yalancı ve deli de dediler. Böylece, Hazreti Nuh’un ve ona iman etmiş olanların fazilet ve üstünlüklerini inkar ettiler. Bununla da kalmayıp, taşkınlıkta bulundular. Hakaret ve alay ederek, aşağıladılar. Hatta olmadık işkenceyi reva görüp, acımasızca, bayılıncaya kadar dövdüler. O ise kendine geldiği zaman derdi ki: - Allahım! Kavmimi hidayete erdir! Çünkü onlar bilmiyorlar. Kavmi, Hazreti Nuh’u ve ona iman edenleri, aşağılamaya ve onlara kötülük etmeye devam edince, Allahü teala onları helak etti. Hatta, Hazreti Nuh’u onlara şefkat etmekten, onlara gelecek azabın olmaması için dua etmekten bile men etti. Azgınlık ve taşkınlıkta bulundular. Büyüklere karşı hayasızca davranmak, kötülük yapmaya yeltenmek ve saygısızlık etmek, küçük çocukları onlara kötülük yapmak için göndermek de, Hazreti Nuh’un kavminin azgın ve taşkın hallerinden idi. Allahü tealanın bazı kullarına, ilim, hikmet ve benzerlerini vererek, onları kıymetli kılmasını kabul etmemek de, o kavmin kötü ahlakından idi. Hazreti Nuh’a iman eden müminler için; “Kavmimizin en aşağı, rezil kimseleri” dediler. İnsan olmak bakımından eşit bulunmayı, içlerinden bazı kullara ilim, hikmet gibi faziletlerin verilmesine mani olarak gördüler. Yine onlar, böyle faziletlerin, makam, mevki, zenginlik, soy, akrabalarının çokluğu gibi sebeplerle, kendilerinde bulunması icabettiğini zannettiler. Halbuki, kendilerine peygamber olarak gönderilen zatlar, içlerinden en güzel soydan, en asil aileden gelirdi. Buna rağmen inatla direnirler ve hakikati kabul etmezlerdi. Hazreti Nuh’un kavminden olanlar, Hazreti Nuh’un ve ona iman edenlerin faziletlerini, üstünlüklerini inkar ettiler. Bu, onların fazilet ehli olmadıklarını göstermektedir. Zira hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Fazilet ehlinin, faziletini, üstünlüğünü ancak fazilet ehli bilir.) Hazreti Nuh’un mucizeleri Her peygamber gibi Nuh aleyhisselamın da mucizeleri vardır. Bunlardan bazıları şunlardır: Hazreti Nuh’a, kavminden bir kısım kimseler gelip, köylerindeki büyük taşların toprak olmasını teklif etmişlerdi. Hazreti Nuh bunun için dua edince, cenab-ı Hak, Cebrail aleyhisselamı gönderip; “Eliyle taşlara işaret etsin” buyurdu. Hazreti Nuh eliyle taşlara işaret edince, bütün taşlar, istisnasız toprak kesildi. Onun bu mucizesi ile oniki kişi imana geldi. Hazreti Nuh, Allahü tealanın izni ile, çok uzak olan, gözlerin göremeyeceği şeyleri görerek, haber verirdi. Bu mucizesine sebep şu idi: Bir defa sında, çocuklarını kaybeden iki kimse gelerek dediler ki: - Hak peygamber isen, çocuklarımızın nerede olduklarını haber ver, biz de iman edelim. Cenab-ı Hak, Cebrail aleyhisselamı gönderip, ona, uzak yerdeki şeyleri görecek göz verdiğini bildirdi. Hazreti Nuh, doğu istikametine bakıp, pek uzak bir yerde, çocukların koyun gütmekte olduklarını görüp, haber verdi. Hazreti Nuh’un haber verdiği yer çok uzak olduğundan, o kimseler, orayı kolay bulabilmeleri için alamet istediler. Hazreti Nuh, filan tepe diye tarif etti. O iki kimse, tarif edilen yere gidip, çocuklarını buldular. Bu mucizeyi görmekle, Hazreti Nuh’un hak peygamber olduğunu anlayan o iki kişi, imanla şereflendiler. Hazreti Nuh, mucize olarak, susuz yerlerden su çıkarırdı. Bir defasında kavminden birtakım kimseler, susuz bir yerde yerleşmişlerdi. Bunlar, ziraatçi olduklarından, suya ihtiyaçları vardı. Birgün Hazreti Nuh’a gelerek dediler ki: - Bizim yerleştiğimiz yerde su akıtırsan iman ederiz. Hazreti Nuh dua edince; “Orada bulunan bir dağa gidip, eliyle işaret edersen, su akacaktır” diye vahiy geldi. Nuh aleyhisselam, bildirilen dağa eliyle işaret edince, dağın eteklerinden billur gibi berrak sular akmaya başladı. Hazreti Nuh’un emir ve işaretiyle, ağaçlar kökleriyle birlikte yerinden kalkıp, başka bir yerde dururdu. Bir defasında, Hazreti Nuh, kavminden bazı kimselerle sefere çıkmıştı. Bir yerde konakladıklarında, güneşin sıcaklığı kendilerine çok tesir etti. Yanındakiler, Hazreti Nuh’a dediler ki: - Hak peygamber isen, şu karşıda bulunan ağaca emret de, yerinden kalkıp yanımıza gelip, bize gölgelik etsin! Hazreti Nuh buyurdu ki: - Allahü tealanın izni ile bunu yaparsam, hakikaten iman eder misiniz? Bunun üzerine hepsi de; “Evet, iman ederiz” dediler. Hazreti Nuh, bunun için dua edince, ağaç yerinden ayrılıp, yanlarına geldi. O toplulukta bulunanların hepsi, bunu gördü ve hayretle seyrettiler. Bu mucize ile, o topluluktan sekiz kişi imanla şereflendi. Diğerleri ise; “Bu sihirdir” diyerek küfür ve dalalette ısrar ettiler. Hazreti Nuh’un diğer mucizeleri de şunlardır: Hazreti Nuh bulutsuz olarak yağmur yağdırdı. Rivayet edildiğine göre, kavminden bazı kimseler, Hazreti Nuh’a gelerek dediler ki: - Bir mucize gösterirsen, iman ederiz. Hazreti Nuh da buyurdu ki: - Nasıl mucize istersiniz? - Bulut olmadığı halde yağmur yağdır. Hazreti Nuh, bunun için dua edince, Allahü teala; “Ellerini semaya kaldır” buyurdu. Hazreti Nuh emir icabı, ellerini semaya kaldırdı. Kaldırmasıyla birlikte yağmur yağmaya başladı. Aslında, onların böyle mucize istemekten maksatları, mucizeyi görünce iman etmek değildi. Kendi bozuk düşüncelerine göre, Hazreti Nuh’tan yapamayacağı, gücünün yetmeyeceği bir şey isteyip, yapamayınca da, güya, birbirlerine; “Bakın! Bu peygamber filan değildir. Hakikaten peygamber olsa mucizeler gösterirdi” diyeceklerdi. Fakat, hakikat, onların kısa görüşleriyle zannettikleri gibi olmuyordu. Hazreti Nuh, kuru bir ağacın meyve vermesi için dua edince, ağaç hemen yeşillenir, meyve verirdi. Bir defasında, kavmini imana davet ederken, onlar, mucize olmak üzere, daha önce kurumuş olan ağaçları göstererek; “Bunlar meyve versin” dediler. Hazreti Nuh, bunun için dua edince, ne kadar kuru ağaç varsa, hepsi meyve verdi. Hazreti Nuh kum, toprak, kül gibi şeylere dua edince, Allahü tealanın izniyle o şeylerin hepsi yiyecek yemek haline gelirdi. Hazreti Nuh, gemiyi tamamladığında, müşrikler gemiyi yakmak istedikleri halde yakamadılar. Cenabı Hakkın kudretiyle, Hazreti Nuh’un bir mucizesi olarak gemi konuştu. Bu sırada gemiden; “La ilahe illallah. Ben o gemiyim ki, bana giren kurtulur. Girmeyen helak olur. Bana ancak ihlas sahibi olanlar biner” diye ses geldi. Bunun üzerine Nuh aleyhisselam müşriklere buyurdu ki: - Ne dersiniz? Şimdi bana iman eder misiniz? Onlar ise; etrafında çok büyük ateşler yaktıkları halde, gemiye bir şey olmamıştı. Bu durum karşısında, Hazreti Nuh’a iman edecekleri yerde, kızıp hakarete devam ettiler. Hazreti Nuh’un duası bereketiyle, gemide bulunan müminler karaya çıktıktan sonra, kısa zamanda çoğaldılar. Hazreti Nuh, selametle gemiden indiğinde, mübarek eliyle bir ağaç fidanı dikmişti. Onun bir mucizesi olarak, o fidan biraz sonra, rengi birkaç nevi olan çeşit çeşit meyveler verdi. Önceden gemiye koymuş oldukları fidanları da dikti. Onlar da kısa zamanda yeşerip meyve verdi. Bunlardan ilkinin zeytin olduğu, “Mektubat-ı İmam-ı Rabbani”de yazılıdır. Hazreti Nuh’un bazı hususiyetleri Hazreti Nuh çok ibadet ederdi. Vakitleri sıkıntılı ve meşakkatli geçerdi. Buna rağmen her gün ve gecede yedi yüz rekat namaz kılardı. Dünya hayatının kısalığını ve dolayısıyla ömrü, faydasız, boş şeylere harcetmenin çok yanlış olduğunu bildirirdi. Her anının, Allahü tealanın emri üzere geçmesine çok dikkat ederdi. Hatta vefatında, Azrail aleyhisselam ona dedi ki: - Ey Allahü tealanın peygamberi! Dünyayı nasıl buldun? O da buyurdu ki: - Kendisine bir ev yapılan ve bir kapısından girip, diğer kapısından çıkan bir kimsenin hali gibi gördüm. Nuh aleyhisselam, kamıştan bir ev yapıyordu. Kendisine denildi ki: - Keşke bundan değil de, daha sağlam bir şeyden yapsaydınız. Buyurdu ki: - Ölecek olan kimseye, bu kadarı bile çoktur. Nuh aleyhisselam, peygamberler silsilesinin en üstünlerindendir. Kalbi pak, hali dürüst olanların önderi, hidayet ve kurtuluş gemisinin kaptanı, tevhid denizinin yüzücüsü idi. Alemin düzelmesinin sebebi, Hazreti Adem’in neslinin devamının vasıtasıdır. Peygamberlerin dördüncüsü, peygamberlerden ülül’azm denilen en yüksek altı peygamberin ikincisidir. Cebrail aleyhisselam, Allahü tealanın vahyi için, Hazreti Nuh’a elli defa geldi. Nuh aleyhisselam, kendinden önceki dini neshedip, yeni bir din getiren resullerdendir. Hazreti Adem de resul idi. Fakat kendinden evvel herhangi bir din, hatta insan olmadığı için, onun dini herhangi bir dini neshetmiş değildir. Ömrü çok uzun idi. O kadar yaşına ve pek çok eziyet ve cefa görmüş olmasına rağmen, kuvvetinden bir şey kaybetmemiş, dişi dökülmemiş ve saçları ağarmamış idi. O zamanda, yeryüzünde bulunan bütün kafirler, onun duası sebebiyle helak oldu. Kavmini hak dine davet için, 950 sene çok ısrarlı bir şekilde, gizli ve aşikare olarak, gecegündüz çalıştı, gayret etti. Kavmi ise, ona devamlı eziyet ettiler. Misak ve vahiyde, Peygamber efendimizden sonra ikinci derecede kılındı. Nitekim, Ahzab suresinin 7. ayet-i kerimesinde mealen buyuruldu ki: “... Hususen bu ahd aldıklarımız içinde, meşhur ve ülül’azm olanları sen, Nuh, İbrahim, Musa ve İsa bin Meryem. Biz bunlardan sağlam yeminli, te’kidli bir ahd, söz aldık.” Allahü teala Nuh aleyhisselama gemi yapma ilmini ve sanatını verdi. Gemiyi suda yürütme imkanı verdi. Kıyamet gününde Peygamber efendimizden sonra, kabrinden ilk kalkacak olan Nuh aleyhisselamdır. Devamlı olarak kavmini imana davet ederdi. Bununla beraber ibadetten hiç geri durmaz, her gün yediyüz rekat namaz kılardı. Nuh aleyhisselam, bir şey yiyip içtiği veya bir elbise giydiğinde, hep Allahü tealaya hamdederdi. Bunun için; “Çok şükredici bir kul” olarak zikredilmiştir. Ayet-i kerimede, Allahü tealaya şükretmeye teşvik vardır. Yani, siz, Hazreti Nuh’a inanan kimselersiniz. Onun ve gemide onunla beraber taşınanların zürriyetisiniz. O halde, siz de onlar gibi olunuz, demektir. Nuh aleyhisselam, bir elbise giyse “Bismillah”, onu çıkardığında ise “Elhamdülillah” derdi. Hadis-i şerifte, Peygamber efendimiz buyurdu ki: (Nuh (aleyhisselam), “Bismillah” ve “Elhamdülillah” demeden, büyük olsun, küçük olsun herhangi bir iş yapmazdı. Bu sebeple Allahü teala, onu; “Çok şükredici bir kul” olarak isimlendirdi.) O yemek yiyince; “Beni doyuran Allahü tealaya hamdolsun. Dileseydi beni aç bırakırdı” derdi. Bir şey içtiğinde; “Bana su veren Allahü tealaya hamdolsun. Dileseydi beni susuz bırakırdı” derdi. Bir şey giydiğinde; “Beni giydiren Allahü tealaya hamdolsun. Dileseydi beni çıplak bırakırdı” derdi. Ayakkabısını giydiğinde; “Bana ayakkabıyı giydiren Allahü tealaya hamdolsun. Dileseydi beni yalın ayak bırakırdı” derdi. Büyük abdest bozduğunda; “Bana eziyet veren şeyi benden çıkaran Allahü tealaya hamdederim. O, çıkmamasını dileseydi, eziyet veren şey benden çıkmazdı” derdi. İftar edeceği zaman, elinde bulunan yiyeceği, müminlerden ihtiyacı olan varsa ona verir, kendisi açlığa sabrederdi. Nuh aleyhisselam kavmine şu üç şeyi emretti: 1) Allahü tealaya ibadet etmek. 2) Allahü tealadan korkmak. 3) Kendisine itaat. Hazreti Nuh, bu emrettiği hususlarla ilgili olarak, kavmine dedi ki: “- Allahü teala beni size, tebliğ vazifesini yerine getirmem için gönderdi. Size, Onun tarafından bildireceğim hükümler şunlardır: Allahü tealaya ibadet etmeniz, Onun haram kıldığı şeylerden kaçınmak suretiyle Ondan korkmanız ve emredilen ve nehyedilen hususlarda, benim emirlerim ve yasaklarımda, bana itaat etmenizdir. Eğer bu üç şeye riayet ederseniz; büyük menfaatlere, faydalara kavuşursunuz. Bunlara riayet edin ki, Allahü teala sizi magfiret buyursun.” İbadeti emretmek, kalb ve bedene ait olan işlerden, yapılması istenenleri; Allahü tealadan korkmayı emretmek de, haram ve mekruhlardan sakınmayı gerektirir. Hazreti Nuh’a itaati emretmeye, her ne kadar, Allahü tealaya ibadet ve Ondan korkmak dahil ise de, bunun ayrıca zikredilmesi, teklifte te’kid, yani pekiştirmek içindir. Nuh aleyhisselamın davetini kabul edenlere şu iki şey vadedilmişti: 1) Bu emirlere riayet ederlerse, günahlarını magfiret etmekle, ahiret sıkıntılarından ve azaplardan kurtulacaklardır. 2) Dünyada karşılaşacakları zararlar giderilecektir. Hazreti Nuh, magfiret olunmaları için, kavmini, ibadete, takvaya ve taate davet ettikçe, söylediklerine karşı çıktılar. Kabul etmeyip yalanladılar. Hatta onu, yalancı ve deli olmakla itham ettiler. Hazreti Nuh’un sabırlı ve şefkatli muamelesi, davetten vazgeçmemesi, uzun seneler devam etti. Zaman içinde onların karşı çıkmaları daha da arttı. Baba ve dedelerinden gördükleri kötülüklere o kadar dalmışlar ve bağlanmışlardı ki, Hazreti Nuh’un hak dine olan davetini kabul etmedikleri gibi, sözlerini dinlemeye bile dayanamıyorlardı. Nuh suresinin 7. ayet-i kerimesinde bildirildiğine göre, Hazreti Nuh’un nasihatlerini duymamak için, parmaklarıyla kulaklarını tıkıyorlardı. Tarifi mümkün olmayan bir azgınlıkla, Hazreti Nuh’un sözlerini dinlemiyorlar, yanlarına geldiği zaman yüzünü görmek istemediklerinden, Nuh suresinin 7. ayet-i kerimesinde bildirildiği gibi, elbiselerini başlarına çekiyorlardı. Onun, kendilerini cehennem ateşinden korumaya çalışan ve hayırlarını isteyen büyük bir zat olduğunu farkedemiyorlardı. Nuh suresinin 22. ayet-i kerimesinde, kavmin ileri gelenlerinin, Hazreti Nuh’a çok büyük bir mekr (hile) yaptıkları bildirilmektedir. Çünkü onlar, kendilerine tabi olanlara, vedd, süva, yegus, yeuk ve nesr ismindeki putları terketmemelerini söylediler. Onları tevhid itikadından, Allahütealanın birliğine inanmaktan men ettiler. Müşrikliği emrettiler. Tevhidi emretmek, bunu insanlara öğretmek, dinde ne kadar yüksek bir derece ve ne büyük bir hayır ise, buna mani olmak ve şirki emretmek de, o derece aşağı ve o derece büyük bir musibettir. Bu sebeple Allahü teala, onların mekrini çok büyük bir hile olarak bildirmiştir. Onların, insanları, tevhid itikadından men etmelerine, ayet-i kerimedeki mekr (hile) buyurulmasının iki sebebi vardır: 1- Onların, putlara ilahlık isnad etmeleri ve putlara ibadete devam etmeleridir. Onlar, kendilerine tabi olanlara; “Bu putlar sizin ilahlarınızdır. Baba ve dedelerinizin de ilahları bunlar idi. Siz Hazreti Nuh’un sözünü, davetini kabul ederseniz, kendi aleyhinizde bulunmuş; kafir olduğunuzu, dalalet ve cehalette bulunduğunuzu itiraf etmiş olacaksınız. Hem bu itirafınız, babalarınızın da aleyhinde bulunmanız demektir...” gibi sözler söylediler. İnsanın, gerek kendisi ve gerekse baba ve dedelerinin kusur, noksanlık ve cehalette bulunduğunu itiraf etmesi çok zor olduğundan, onların bu duygularını istismar edip kullanmaları gizli bir hile idi. Bu sebeple, onların böyle söylemelerine ayet-i kerimede mekr (hile) buyurulmuştur. 2- Ayet-i kerimelerde, bu büyük hileyi yapanların, yani kavmin ileri gelenlerinin, mal ve evlat sahibi oldukları bildirilmektedir. Onlar cahil halka, mal ve çok evlada, putlara ibadet etmeleri sebebiyle kavuştuklarını; Hazreti Nuh’un bildirdiği ilahın ise, haşa, mal ve evlat veremediğini söylediler. Böyle bir hile ile onları kandırmaya çalıştılar. |
HUD ALEYHİSSELAM
Hud aleyhisselam, Ad kavminin yaşadıkları yer olan Ahkaf diyarında doğup yetişti. Ahkaf, Yemen’de Aden ile Umman arasındadır. Hazreti Hud’un babası Abdullah, annesi Mercane ismindeki saliha hanımdır. Hazreti Hud’un annesi, ona hamile kaldığı gecenin sabahında, kalkıp baktıklarında, etrafta bulunan ağaçların yeşillendiğini, çiçeklerinin açtığını ve hiç mevsimi olmadığı halde çeşit çeşit meyvelerin bulunduğunu gördüler. Aynı zamanda; “Hud aleyhisselamın gelmesi yaklaştı; ona itaat etmezseniz helak olursunuz” diye sesler duydular. Bir cuma gecesi Hazreti Hud doğdu. Doğumuyla beraber, o beldede yaşayan bütün insanlarda, sebebini ve hikmetini anlayamadıkları korkuyla karışık bir titreme, kalb çarpıntısı meydana geldi. Mercane’nin bir çocuğu olduğu öğrenilince, önceden gördükleri halin hikmetini anladılar. Ana rahmine düşmesinden itibaren, her zaman fevkalade halleri görülen Hazreti Hud’un, bebeklik ve çocukluğu da başkalarından çok farklı idi. Soy bakımından baba ve dedeleri de kendi zamanlarının en seçkini idiler. Büyüyüp yetiştiğinde, çehre itibariyle zamanındaki insanların en güzeli, akıl bakımından da onların en mükemmeli idi. Bir gün namaz kılıyordu. Namazdan sonra annesi merakla dedi ki: - Yavrucuğum! Bu ibadet kimin içindir? Kime ibadet ediyorsun? - Beni ve her mahluku yaratan Allahü tealaya ibadet ediyorum. - Yani herkesin ibadet ettiği putlara ibadet etmiyorsun, öyle mi? - Anneciğim! O putlar, hiç kimseye zarar ve faydası dokunmayan taş parçalarından başka bir şey değildir. Şeytan, müşriklere; yaptıkları kötü amellerini iyi; putlara tapmayı da süslü gösterdiği için, onlar putlara tapıyorlar. Halbuki kendisinden başka ibadet olunmaya layık, hiçbir Ilah bulunmayan, hak ve yegane mabud, yalnız Allahü tealadır. Oğlunun bu sözlerini, dikkatle ve heyecanla dinleyen annesi, Hazreti Hud’a sarılarak, “ Yavrucuğum! Sen bildiğin, bildirdiğin şekilde ibadetine devam et. Muhakkak ki, ben sana hamile iken, doğumun esnasında çok acayip haller gördüm ve görüyorum” dedi ve gördüğü garip hallerden bazılarını şöyle anlattı: “Doğumun yaklaştığında, pek çok vadiyi dolaştım. Bu esnada, sana bir zarar gelmesinden ziyadesiyle endişe ediyordum. Bir cuma gecesi, sen doğunca, endişelerimin yersiz ve lüzumsuzluğunu, senin hususi olarak muhafaza edildiğini anladım. Çünkü doğduğun gecenin sabahında, o siyah vadinin beyazlaşıp, kardan ak olduğunu gördüm. Kupkuru ağaçlar bir gecede yeşerip, taptaze olmuşlar ve meyve vermişlerdi. Evladım! Seninle beraber giderken, yoluma çok heybetli birisi çıktı. Seni benden alıp, daha önce kendilerini hiç görmediğim, beyaz yüzlü, nurani kimselere teslim etti. Bir müddet sonra bana geri verdiler ve seni getirdiklerinde; başının üzerinde bir nur halesi, pazularında ise yeşil renkli yakutlar vardı. O topluluktan birinin, sana hitaben; “Allahü teala seni peygamber kıldı. Müjdeler olsun” dediğini işittim. ” Pek tatlı ve sevimli olan Hazreti Hud, sima olarak, Hazreti Adem’e çok benzerdi. Dünya ve dünyalık ile alakası yoktu ve çok ibadet ederdi. Kendini; Allahü tealaya ibadet ve taate vermiş idi. Gayet şefkatli, çok cömert bir zat olan Hud aleyhisselam, ara sıra ticaretle meşgul olurdu. Ad kavmi Nuh tufanından sonra, gemide bulunarak kurtulanlar, çoğalıp, zamanla Arabistan Yarımadası ve başka yerlere dağılarak yerleştiler. Hazreti Nuh’un torunlarından olan Ad; Yemen’de, Hadramut bölgesinde, Umman ile Aden arasında Ahkaf denilen yeri yurt edindi. Ad’ın evladı burada çoğalarak büyük bir kabile oldu. Bu kabile, Ad’ın soyundan geldiği için, bu kavme Ad kavmi denildi. Ad, kendi arasında yirmiüç kabileden meydana gelen büyük bir Arap kavmi idi. Ad kavminin insanları, gayet uzun boylu, iri cüsseli, tuttuğunu koparan cinsten, çok kuvvetli kimselerdi. Aynı zamanda uzun ömürlü idiler. Bedeni olan kuvvetleri yanında, Allahü tealanın ayrıca bir ihsanı olarak, bulundukları belde de, gayet bereketli idi. Yaşadıkları yerin toprağı çok verimli, yağmurları da bol idi. Her taraf yemyeşil olup, her yanda, bağlar, bahçeler, etrafta rengarenk çiçekler, göz görebildiğince çeşit çeşit meyve ağaçları vardı. Adım başı pınarlar, akarsular bulunurdu. Hatta bu Ahkaf diyarının İrem diye tanındığı, İrem bağları tabirinin oradan geldiği de rivayet edilmiştir. Ad kavmi insanları, büyük kaya parçalarını yontarak sütun, direk şekline getirirler, bu direkler üzerine muazzam, gösterişli binalar yaparlardı. O muazzam binalarının içinde, ayrıca bağlar, bahçeler, güzel havuzlar bulunurdu. Her yer akıl almaz süslere ve göz kamaştırıcı güzelliklere sahipti. Hazreti Nuh’tan sonra uzun bir zamanın geçmesiyle, Ad kavmi bozulmaya başladı. Önceleri doğruluk, hak ve adalet üzere rahat yaşarlarken, zamanla fitne ve fesada başladılar. Dinlerine ait ilimleri, büsbütün unutarak doğru yoldan ayrıldılar. Nuh tufanını görenler, çoktan vefat etmiş olduklarından ve tufanın tesiri yavaş yavaş insanların hafıza ve gönüllerinden silindiği için, azmaya başladılar. Şeytan da zaten bütün gayretiyle, insanları hidayet yolundan ayırmak için, devamlı hile ve tuzaklar hazırlıyordu. Boy ve kuvvetlerine, ellerindeki nimetlerin çokluğuna bakarak aldanan bu kavim; kibre kapıldı. Bu durum Kur’an-ı kerimde Fussilet suresinin 15. ayetinde mealen şöyle bildirilmektedir: (Yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve; “Bizden daha kuvvetli kim var ki” dediler.) Bütün nimetleri veren Allahü tealayı da çoktan unutmuşlardı. Kendilerinin ve bütün alemin bir yaratıcısı olduğu, akıllarına bile gelmiyordu. Her geçen gün kibir ve büyüklenmeleri, cehalet ve taşkınlıkları artıyordu. Nihayet Ad kavmi; samed, samud, sada ve heba adlı putlara tapmaya, etrafta bulunan kabilelere zulüm ve işkence etmeye başladı. Ad kavmi öyle zalim ve gaddar idiler ki, zayıf ve güçsüzler, onların yanında eğlence vasıtası idi. Bunlar üzerinde adeta kuvvet denemesi yaparlar, beğenmedikleri zavallı bir kimseyi çok yüksek binalardan aşağıya atıverirler, merhamet nedir bilmezlerdi. Adeta zorbalık ve şiddet ile muamele etmeyi, kendilerine şiar edinmişlerdi. Kuvvet, şiddet sahibi olanlar, diğerlerini ezer, inletir, hatta işkence ile öldürürlerdi. Güçsüz ve korunmasız olanların hamisi ve sığınağı yoktu. Zulüm ve aşağılıkta akıl almaz derecede ileri gitmişlerdi. Herkesin gelip geçmekte olduğu çöl yollarına, güya kolay, kısa ve emin olan istikameti göstermek için çeşitli yanlış işaretler koyarlardı. Yolu bilmeyen garip, zavallı yolcular, bu yanlış işaretlere aldanarak, farkında bile olmadan, kızgın çöllerin içlerine kadar giderlerdi. Ad kavminin zalimleri de, bu biçarelerin sıcak çöllerde, açlık ve susuzluktan, perişan bir vaziyete düşmelerini; kurda, kuşa yem olmalarını seyrederler ve habis ruhları bu alçaklık ve vahşetten zevk alırdı. Bazan uzak olsun, yakın olsun civarlarında bulunan kabilelere baskın yaparlar, her tarafı yakıp yıkarlardı. Ele geçirdikleri malları yağma ederler, yakaladıkları insanları da köle olarak çalıştırır, yahut da satarlardı. Merhamet duyguları tamamen kaybolmuş, yerini, canilik ve zulüm duygusu almıştı. Güç ve kuvvetlerini zulüm ve haksızlıkta kullanıyorlardı. Allah korkusu ve insanlık düşünceleri dumura uğrayan, şefkat ve merhametten tamamen mahrum kalan bu kavim, elindeki maddi imkan ve zenginlikleri, sadece zulüm vasıtası olarak kullanıyordu. Garip ve kimsesizleri, zayıfları, haklı, haksız ayırmadan, akıl almaz işkencelerle inletiyorlar, onları köle gibi çalıştırıyorlardı. Komşu kabileler de bunların zulüm ve işkencelerinden yaka silker hale gelmişlerdi. Çünkü aynı şekilde onlara da, zulüm ve haksızlık ediyor, rahat bırakmıyorlardı. Maddi imkan ve nimetleri arttıkça, Ad kavminin şımarıklığı, haddi aşması da artıyor, Allahü tealanın sonsuz nimet ve ihsanlarına karşı, şükür yerine nankörlükte ileri gidiyorlardı. Bağ, bahçe, tarla, hayvan, mahsul ve hatta nesillerinde şaşılacak bir bereket bulunması, dünya nimetleri bakımından, ulaşılması arzu edilen bütün her şeye kavuşmuş olmaları, onların gittikçe azıtıp sapıtmalarına, zulüm ve haksızlıkta daha da ileri gitmelerine sebep oluyordu. Bu hesapsız nimetlere şükredecekleri yerde, şükrü terkedip şirke, müşrikliğe devam ediyorlar, içinde bulundukları bolluk sebebiyle gurur ve kibre kapılıp, insani duygu ve meziyetlerden ayrılarak, eğlence ve sefahet yolunda ilerliyorlardı. Herkesin gelip geçmekte olduğu işlek yolların kenarlarında yaptıkları gayet muazzam binalarda, benzeri görülmemiş bir ihtişam içinde yaşıyorlardı. Bu umumi yerlerde, ayrıca yüksek tepelerde, yaptıkları sağlam bina ve köşklerde vakitlerini oyun ve eğlence ile geçiriyorlardı. Hud aleyhisselamın peygamberliği Ahlaki ve insani değerlerini kaybetmiş, maneviyattan tamamen mahrum kalmış kimselerin, ellerine geçirdikleri kuvveti ve maddi imkanları, başkalarına zulüm ve işkence aleti olarak kullanacakları gayet açıktır. İşte Ad kavmi de böyle olup, ellerindeki kuvvet ve imkanları ile etrafa dehşet saçıyorlar, bundan da zevk duyuyorlardı. Bu zamanda Ad kavminin meliki, Halcan bin Vehm isminde, vicdansız, zalim bir kimse idi. İşte böyle bir zamanda, edep ve haya bakımından her türlü azgınlık ve taşkınlığa sahip olan, hak hukuk tanımayan Ad kavmi içinde, bir zat yetişiyordu. Bu seçilmiş zat, Hud aleyhisselam idi. Hud aleyhisselamın Ad kavmi ile olan münasebeti, sadece nesep bakımından onlarla aynı olması ve aralarında yetişmesi idi. Başka hiçbir yönden onlara benzemiyordu. Allahü tealanın bir ihsanı olarak, yaratılıştan, fevkalade bir güzelliğe sahip olan Hazreti Hud, kavminin en güzeli ve ahlakça en üstünü olup, dedesi Adem aleyhisselama çok benziyordu. Muhammed aleyhisselamın nuru, Hazreti Hud’un mübarek alnında ay gibi parlıyordu. Daha küçüklüğünden itibaren, kendisine; “Muhammed aleyhisselamın nuru senin alnındadır. Putları kırmak, küffarı öldürmek ve küfür ateşini söndürmek, Ona nasip olacak” diye nida edildiğini duyardı. Allahü teala onu muhafaza etti. Kavminin taşkınlıklarına kapılmadı. Nuh aleyhisselamın dininde olup, o din üzere ibadet ederdi. Kavmi arasında, sevilen, sayılan, hürmet edilen bir kimse idi. Gayet halim, selim, yumuşak huylu ve şefkatli olan Hud aleyhisselam temiz, itibar sahibi ve soylu bir aileye mensup idi. Doğruluk ve dürüstlüğü ile başkalarından tamamen farklı bir halde olduğu, herkes tarafından bilinirdi. Cesareti ve zekası ise, fevkalade idi. Kavminin itibar ve itimadını kazanmış olduğundan, herkes arasında Emin lakabı ile tanınmış idi. Hud aleyhisselam, kavminin bu azgın haline baktıkça çok üzülüyor, müdahale edemiyor ve karşı gelemiyordu. Gayet sakin olan, hiç kimseye bir şey söylemeyen, bununla beraber vekar ve heybet sahibi olan Hazreti Hud’a, Ad kavmine peygamber olduğu bildirildi. Allahü teala, Cebrail aleyhisselam vasıtasıyla Hazreti Hud’a şöyle vahyetti: - Ey Hud! Kavmin arasından seni seçtim ve seni Ad kavmine peygamber kıldım. Onlara git! Kendilerinden korkma! Ben onlara, senin için, mucize olacak şeyler gösteririm. Ya Hud! Ben onlara, altından tahtlar, çok mal ve servet yanında, kendilerinden evvel hiçbir kavme nasip olmayan uzun ömür ve çok kuvvet verdim. Onlara gökten bol yağmur yağdırdım. Yerden çeşit çeşit otlar bitirdim. Rızkımı yiyip, ben den başkasına ibadet ediyorlar. Ey Hud! Sen, benim kulum ve peygamberimsin. Onlara git! Kendilerini tevhide çağır ve benden başka ilah olmadığını, bir olduğumu, ortağımın bulunmadığını söyle ve inanmaya davet et! Hazreti Hud’un, kavmini imana daveti Hazreti Hud, peygamber olduğunu bildiren vahyi aldıktan sonra, doğruca kavminin toplandığı yere gitti. O gün, onların bayramları olduğundan, hepsi bir yerde toplanmışlardı. Başta melikleri Halcan ve kavmin ileri gelenleri, hususi olarak hazırlanmış altın tahtlar üzerinde oturuyorlardı. Reislerinin başında çeşitli mücevherat ile süslenmiş bir taç vardı. O sırada Hazreti Hud’un gür sesi duyuldu: - Ey kavmim! Benim ve sizin Rabbimiz olan Allahü tealaya ibadet ediniz! İbadet edilecek Ondan başkası yoktur. Allahü tealayı bırakıp da, kendilerine ibadet ettiğiniz şu putlar, sizden önceki Nuh kavminin suda boğularak helak olmasına sebep oldu. Yani Nuh kavmi, putlara ibadet ettiler, helak oldular. Onun bu sözlerini duyan Halcan dedi ki: - Ey Hud! Yazık sana. Biz bu kadar kalabalık iken, bu kadar güçlü iken, sen bize bu sözlerle galip geleceğini mi zannediyorsun? Sen bilmez misin ki, her gün ve gecede bizim bin çocuğumuz doğar. Böyle sözlerle, kavminin, davetini kabul etmeyip dinlememelerine üzülen Hazreti Hud, Allahü tealaya dua edip, bu kavmin kadınlarının kısır olmalarını diledi. Allahü teala kabul edip, o sene bütün kadınlar kısır kaldı ve hiç birinin çocuğu olmadı. Hud aleyhisselam davetine devam ettikçe, kavminden, kafir olanların ileri gelenleri dediler ki: - Ey Hud! Biz seni, kavminin dinini terk ettiğin için akılsız, peygamberlik davasında da yalancılardan zannediyoruz. Hud aleyhisselam bunlara cevaben şöyle dedi: - Ey kavmim! Bende akıl azlığı ve cahillik yoktur. Ben, alemlerin Rabbi tarafından size gönderilmiş bir peygamberim. Ben, Rabbimin emirlerini, bana vahyettiklerini size tebliğ ediyorum. Size nasihatta bulunuyor ve sizi tevbe etmeye davet ediyorum. Ben sizin için, güvenilir, emin bir nasihatçiyim. Peygamberliğimde sadık ve eminim. Allahü tealanın vahyi ve Allahü tealanın bana emaneti olan peygamberlik hususunda eminim. Bir değişiklik yapmam. Bilakis, bana emrolunan şeyi, aynen emrolunduğum şekilde tebliğ ederim. Sizi Allahü tealanın azabından korkutmak için, Rabbiniz tarafından, içinizden biri vasıtasıyla vahiy ve haber gelmesine hayret mi ediyorsunuz? Allahü tealanın sizi, Nuh kavminin helakinden sonra, onların yerine getirdiğini, yaratılışta size onlardan kat kat ziyade boy, cüsse ve kuvvet verdiğini ve Allahü tealanın daha nice nimetleri ihsan ettiğini düşünün, hatırlayın. İhlas ile Allahü tealaya ibadet ederek ve Ona şirk koşmayı bırakarak, Onun bu nimetlerine şükredin ki, felah bulasınız, kurtulasınız. Ad kavminin ileri gelenleri Hud aleyhisselama inanmadıkları gibi, bir de alay ediyorlar ve diyorlardı ki: - Sen bize, babalarımızın ibadet ettiği putlarımızı bırakıp, Allahü tealaya ibadet, kulluk etmemizi emretmeye mi geldin? Eğer peygamber olduğunu bildirmek hususunda sadık isen, haydi, “Hala Onun azabından korkmayacak mısınız” diye bizi korkuttuğun azabı getir de görelim. Kavminin bu inkarcı ve alaycı sözlerine karşı, Hud aleyhisselam onlara dedi ki: - Muhakkak ki, size, Rabbiniz tarafından bir azap ve gadap vacip ve hak oldu. Sizin ve babalarınızın ilah diye isimlendirdiğiniz putlarınızla, benimle mücadele mi ediyorsunuz? Öyleyse şimdi azabın gelmesini bekleyin! Ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim. Hud aleyhisselam, uzun müddet kavmini Allahü tealaya iman ve ibadet etmeye davet etti isede, pek az kimse iman etti. İman edenler de, diğer müşriklerin, zulüm ve işkencelerinden çekinerek imanlarını gizliyorlar, açıktan açığa söyleyemiyorlardı. Kavmin ekserisi ise, iman etmedikleri gibi, inkar ve inatta pek ileri gidiyorlar, yola gelmiyorlardı. Şirk ve sapıklıkta kaldıkları gibi, üstelik Hud aleyhisselama karşı çıkıyorlar ve onu çok üzüyorlardı. Her defasında; “Eğer doğru söylüyorsan, haydi, bizi korkuttuğun azabı getir de görelim” dediler. Hud aleyhisselam da onlara dedi ki: - O azabın geleceği vaktin ilmi Allah katındadır. Onu sadece Allahü teala bilir. Ben size vahyolunduğum şeyi bildiriyorum. Peygamberin vazifesi haber vermektir. Lakin görüyorum ki, siz cahillik ediyorsunuz. Peygamberlerin, tebliğ ve Allahü tealanın azabı ile korkutmak için gönderildiğini bilmiyorsunuz. Sizin bu sözleriniz azabın gelmesini süratlendirir. Hud aleyhisselam, yalvarırcasına kavmine nasihate devam ediyor, onları, Allahü tealaya imana ve yalnız Ona ibadet etmeye, acizlere zulmetmemeye, başkalarına karşı merhametli olmaya, Allahü tealanın ihsan etmiş olduğu nimetlere nankörlük etmemeye davet ediyordu. Dağ başlarında, çöllerde, ıssız yerlerde, korumasız zavallı kimselere saldırmamalarını, haksız yere başkalarının mallarını almamalarını söylüyor, Allahü tealaya karşı gelmenin çok büyük felaket olduğunu anlatıyordu. Hud aleyhisselam, nesep olarak Ad kavminden olup, onların arasında yetiştiğinden, onların hallerini çok iyi biliyor, hangi hususlarda çok hassas olduklarını pek iyi anladığı için, bütün bunları dikkate alarak konuşuyor, nasihat ediyordu. Fakat Ad kavmi pek azmış, müşriklik ve putperestliğe iyice dalmış olduğundan, nasihatleri kabul etmiyor ve inkarda ısrar ediyordu. Ad kavmi, daha düne kadar, aklı, zekası, cesaret ve doğruluğu ile çok yakından tanıdıkları, hatta kendisine, “Emin” lakabını verdikleri Hud aleyhisselamı, bugün yalancı ve akılsız olmakla itham ediyorlardı. Allahü tealanın emirlerini kabul edip, iman etmek, Onun peygamberine tabi olmak, bu haddi aşmış, canavarlaşmış kavme pek zor geliyordu. Hud aleyhisselam onlara dedi ki: - Allahü tealaya ibadet ediniz! İbadet edilecek, Ondan başkası yoktur. Onun azabından korkunuz! Onlar ise dediler ki: - Bu peygamber, bizim gibi yiyip içiyor. Kendimiz gibi birçok şeye muhtaç olan birine inanırsak, aldanmış ve ziyan etmiş oluruz. Hud aleyhisselamın, “Ölüp, kemikleriniz çürüyüp, toz toprak olduktan sonra, tekrar dirilerek kabirden kalkacaksınız” demesi üzerine, kavmi şöyle cevap verdiler: - Hiç böyle şey olur mu? Ne varsa, ancak bu dünyadadır. Cennet, cehennem, hep buradadır. Bu dünya böyle gelmiş, böyle gider. Öldükten sonra, bir daha dirilmek yoktur. Hud, risalet davasında ve öldükten sonra tekrar diriltileceğimizi söylemek hususunda, Allahü tealaya iftira ediyor. Biz, ona inanıcı ve onu tasdik edici değiliz. Onların bu sözlerine karşı, Hud aleyhisselam Allahü tealaya dua edip dedi ki: - Ya Rabbi! Onların beni yalanlamalarına karşı, bana yardım et! Beni yalanladıkları için, intikamımı onlardan al! Allahü teala buyurdu ki: - Az zamanda azap geldiğini görüp, seni yalanladıklarına pişman olurlar. Hud aleyhisselam; “Ey kavmim! Allahü tealaya ibadet ediniz” dedikçe, onlar; “Hayır, biz Allaha ibadet etmeyiz. Ancak şu putlarımıza ibadet ederiz” diyerek, putlarını gösterirlerdi. Böylece Hud aleyhisselema karşı kaba ve inkarcı davranmaya devam ederlerdi. Hud aleyhisselam buna karşılık, onlara, bu itikadlarının yanlışlığını, Allahü tealadan başka ibadete layık bir ilah bulunmadığını bildiriyor, müşriklikte inat ve ısrar etmemelerini söylüyordu. Buna rağmen Ad kavminin insanları, Hazreti Hud’un vaaz ve nasihatlerine kulak vermiyor ve bildiklerinden şaşmıyorlardı. Devamlı olarak, yüksek binalar yapmakta, garip, güçsüz, zavallı ve kimsesizlere zulmetmekte adeta birbirleriyle yarış ediyorlardı. Herkesin gelip geçtiği yolların kenarlarına kurdukları ihtişamlı binalardan, gelip geçenlerle eğlenirler, bilhassa Hud aleyhisselamın evine giden misafirlerle alay ederler ve insanların onun yanına gidip, konuşup görüşmelerine mani olmak isterlerdi. Hud aleyhisselam, çok güç şartlar altında kalmış olmasına, pek çok manilerle karşılaşmış bulunmasına rağmen, sabır ve tahammül gösteriyor, bıkmadan, usanmadan ve yorulmadan, onları imana davete devam ediyordu. Onlar ise, ters, sert, kırıcı ve kaba cevaplarına ve kibirli sözlerine devam ediyorlardı. Kavminin Hazreti Hud’a eziyeti Hazreti Hud’a ilk iman eden, Cünade bin Esam isminde bir zattır. Bu zat, Hazreti Hud’un amcasının oğlu idi. Cünade bir gün, akrabalarından kırk kadar kişiyle otururken, onlara dedi ki: - Ey kavmim! Defalarca size, doğru olan saadet yolu teklif edildiği halde, sizi bundan men eden nedir? Niçin kabul etmiyorsunuz? Batılda bir tatlılık yoktur, niçin onu terketmiyorsunuz? Bu Hud aleyhisselam sizin yakın akrabanızdır, amcanızın oğludur. Şüphesiz siz, onu, önce ve sonra, doğru, sadık olarak tanırsınız. O size Allahü teala tarafından vaiz ve peygamber olarak geldi. Şimdi niçin onu yalanlayıp, hakaret ediyorsunuz? Allahü tealadan korkunuz ve ona itaat ediniz! Siz böyle inkar ve inatta ısrar ederseniz, Nuh kavminin başına gelen felaketin, sizin başınıza da gelmesinden korkuyorum. Adlılar, Cünade’nin bu sözlerine fena halde kızdılar. Üzerine hücum edip, hakarete başladılar. Cünade, ellerinden kurtulup Hazreti Hud’un yanına dönerek, olanları anlatınca, Hazreti Hud onu teselli ederek buyurdu ki: - Üzülme! Ahirette senin için hüzün yoktur. Mükafatını Allahü teala verir. Hud aleyhisselam bir gün yolda giderken, Mersed isminde bir zat ile karşılaştı. Mersed dedi ki: - Ya Hud! Ben de sana bir iş için geliyordum. Eğer ben, sana o işimi haber vermeden önce, sen bana haber verirsen, sen gerçekten peygambersin. Hazreti Hud ona tebessüm edip, şöyle buyurdu: - Dün gece yatarken, hanımınla aranızda şöyle bir konuşma geçti. Sen hanımına; “Yarın Hud’a gideceğim. Bu konuşmalarımızı bana haber verirse, o peygamberdir. O zaman, kendisine iman edeceğim” dedin. Mersed bunları duyunca, Kelime-i şehadeti söyleyip; “Ben şehadet ederim ki, hak mabud olarak, Allahtan başka ilah yoktur. O Allah ki, seni peygamber olarak gönderdi. Seni tasdik eden kimseye ne mutlu. Seni yalanlayan kimseye de yazıklar olsun” dedi. Sonra da şöyle sordu: - Ey Allahın peygamberi! Acaba benim çocuğum olacak mı? Hazreti Hud buna cevaben buyurdu ki: - Hanımın şimdi hamiledir. Bu hamilelikten iki erkek çocuğun olur. Ayrıca hanımının, senden daha çok çocuğu olacaktır. On batında ikiz doğum yapar. Hepsi de erkek olur. Ayrıca çocuklarının hepsi de benim ümmetimden olur. Hazreti Hud’dan bunları dinleyen Mersed, sevincinden Hazreti Hud’a sarılıp, alnından öptü. Allahü tealaya hamd ve sena ederek oradan ayrılıp, hanımının yanına döndü. Olanları hanımına haber verdi. O da çok sevinip, hemen iman etti. Mersed, imanını gizlerdi. Kavminin ileri gelenlerinden olduğu için, onların arasında oturur, Hazreti Hud hakkında ne konuştuklarını, ne yapacaklarını dinlerdi. Ona bir zarar vermeyi konuşurlarsa; “Ey akrabalarım! Ona mühlet tanıyın. Hemen öldürmeye kalkmayın. Çünkü o, kardeşimizdir ve amcamızın oğludur” diyerek, onları caydırırdı. Hud aleyhisselam zamanında, iman etmiş olan Nüheyl isminde bir zat vardı. Bu zat, o rezil kavmin ileri gelenleri ile beraber bulunur, onların iman etmeleri için devamlı nasihat ederdi. Uzun müddet böyle devam ettiği halde, kavminde hiçbir değişiklik olmadığını görüp, bu işten vazgeçti. Kendisi gibi iman edenlerle birlikte bir köşede ibadet ve taat ile meşgul olmaya başladı. Bir gece uykuda bir ses duydu. Rahmani olan bu ses şöyle diyordu: - Ey Nüheyl! Başını kaldır, semaya doğru bak! Kavminin üzerine gölge veren ve onların üstüne kadar gelen azap bulutunu seyredip, ibret al! Hakikaten, Ad kavminin üzerinde, zulmetten yaratılmış siyah bir bulutun, büyük bir dağ gibi durmakta olduğunu gördü. Korkuyla uyanan Nüheyl, doğruca Amr ismindeki amcasının oğlunun yanına gitti. Korku ve dehşet içerisinde, gördüğü hali ona anlattı. Daha önce kendisinin, çok uğraştığı halde, bu azgın kavme söz geçiremediğini söyleyip, gidip bu hali Ad kavmine haber vermesini talep etti. Bunun için dedi ki: - Git, Adoğullarına benim gördüğüm bu hali anlat! Hidayete kavuşmalarına çalış! İman etmeleri için gayret göster! Amr gidip, kavmine bunları anlattı. Hud aleyhisselamın anlattıklarını kabul etmeyen, apaçık mucizelerini gördükleri halde yine inkar eden Ad kavmi, Amr’ın sözlerine aldırmadılar ve onu reddettiler. Hatta öldürmeye kalktılar, fakat buna güçleri yetmedi. Amr, ellerinden kurtulup Nüheyl’in yanına geldi ve olanları haber verdi. Nüheyl de, bu durumu Hud aleyhisselama bildirdi. Bu hali, kavmine bizzat kendisi anlatabilmek için ondan izin alıp, Gays vadisine gelerek, Ad kavmini yanına topladı. Nüheyl, Ad kavminin arasında, sözü dinlenir bir zat idi. Uykuda gördüğü hali onlara uzun uzun anlattı. Yumuşaklıkla, tatlılıkla, onların iman etmelerine gayret etti. Fakat, bu Ad kavmi idi ve hakkı, hakikati kabul etmemek hususunda sanki ahdleri vardı. Ne anlatılsa, ne gösterilse kar etmiyor, inanmıyorlardı. Nüheyl’in sözlerine, anlattıklarına da kulak asmadılar. Alay ederek dediler ki: - Ey Nüheyl! Zamanımızda peygamberlik işi size mi kaldı? Demek ki, peygamberlik size geldi. Siz bu işinize devam edin. Fakat devamlı olarak bizi azapla korkutuyorsunuz. Ama hala biz, o dediğiniz azaplardan, sıkıntılardan, güç hallerden hiçbir şey görmedik. Eğer siz, bizleri azap ile korkuttuğunuz bu sözlerinizde sadık iseniz, dediğiniz azapları bize de gösterin! Hazreti Hud, bütün bunları gördükçe, devamlı sabrediyor; “Bekleyelim. Belki iman edip, Allahü tealanın emirlerine itaatkar olurlar da, azap ve cezaları, cennet nimetlerine ve sevaba dönüşür” diyordu. Zaman ilerleyip, günler, aylar birbirini takip ederek, seneler geçiyor ve Hazreti Hud da kavmini imana davete devam ediyordu. İnsanların, itiraz ve muhalefetlerine, inanmamalarına, kendisini yalanlayıp iftira etmelerine rağmen, o, bu kudsi vazifesini hiç aksatmadan sürdürüyordu. Kavmini doğru yola kavuşturmak için tebliğ vazifesine devam ediyor; onları putlara tapmaktan, zulüm ve haksızlık yapmaktan vazgeçmeye, günahlardan tevbe etmeye, yalnız Allahü tealaya ibadet ve şükretmeye davet ediyordu. Ad kavmi, her defasında, onun söylediklerine itiraz ve onu tekzip ediyorlardı. Zaman ilerledikçe, bu itiraz ve yalanlamaları alay ve hakarete dönüştü. Hatta, daha ileri giderek, onu taşa tutmaya, dövmeye başladılar. Bu hal o dereceye geldi ki, Hazreti Hud’u döverler, kendinden geçip bayıldığı zaman, ayakları altında çiğnerlerdi ve artık öldü diye iyice kanaat getirmedikçe bırakmazlardı. Bundan sonra da, sanki mühim bir iş yapmış gibi, alçak tabiatleri ve aşağılık zevkleri icabı, sevinç kahkahaları atarlardı. Hazreti Hud, bunların akıllanmayıp yola gelmeyeceklerini anlayınca, Vadi-i Nuh denilen yere geldi. Orası, suyu tatlı olan bir yer idi. O sudan abdest alıp, yirmi rekat namaz kıldı. Sonra ellerini kaldırıp, Allahü tealaya şöyle dua etti: - Ya Rabbi, sen her şeyi biliyorsun. Ben onlara, senin emirlerini tebliğ ettim. Kendilerini açlık ve kıtlık azabıyla korkuttum, fakat iman etmiyorlar. Ey Rabbim! Onlara, ders almalarına ve akıllarını başlarına toplamalarına vesile olacak bir musibet ver. Ümit olunur ki, iman ederler. Şayet yine iman etmezlerse, onları öyle bir azap ile helak eyle ki, daha önce ve daha sonra hiçbir kavim öyle bir azap ile helak edilmiş olmasın. Allahü teala, onun bu duasını kabul etti. Azgın ve taşkın Ad kavminin sonu yaklaşmıştı. Ad kavminin, nasihat dinlememesi ve Hud aleyhisselamın bildirdiklerini kabul etmemekte ısrarları üzerine; onlara, Allahü teala tarafından gönderilecek azabın işaretleri görülmeye başladı. Üç sene müddetle Ad kavminin bulunduğu yere hiç yağmur yağmadı. Akan pınarlar kuruyup, ağaçlar, meyveler sararıp soldu ve meşhur İrem Bağları yok oldu. Yağmurların yağmaması sebebiyle meydana gelen kuraklık, ortalığı kasıp kavuruyor, hayvanlar susuzluktan telef oluyordu. İnsanlar da bir yudum suya ve bir lokma ekmeğe muhtaç hale gelmişlerdi. Devamlı olarak bunaltıcı kuru bir rüzgar esiyor, tozdan göz gözü görmüyor, Ad kavminin insanları, ağızlarını güçlükle açıyor ve zor nefes alıyorlardı. Hepsi perişan bir vaziyette bulunuyordu. Ad kavmine gelen müthiş kuraklık ortalığı kavururken, Hud aleyhisselam, hiç durmadan sabır ve merhametle onları dine davet ederek, sıkıntıların, bu zor şartların, daha büyük bir azabın habercisi olduğunu söylüyor, bütün bela ve musibetlerin, kendini dinlemeyip, karşı çıkmaları sebebiyle geldiğini bildiriyordu. Böylece, onların küfür ve inattan vazgeçmelerine çalışıyordu. İşin şaşılacak tarafı, bu halde bile onlar, Hud aleyhisselamın söylediklerini kabul etmedikleri gibi, işkence etmeye, hatta onu öldürmeye kalkışıyorlardı. Meydana gelen bu müthiş kuraklık sebebiyle, Ad kavminin hepsi perişan oldu. Sonunda Hazreti Hud’a gelerek yalvardılar: - Sen doğru sözlü, duası makbul, yardımsever, iyilik sahibi, emin bir zatsın. Dua et de, bundan sonra davarlarımız kırılmasın. Yağmurlar yağsın. Bolluk meydana gelsin. Hazreti Hud, onlara cevaben dedi ki: - Ben dua edip de yağmur yağarsa, siz benim bildirdiğim şekilde iman edip, günahlarınıza tevbe eder misiniz? Bu durum karşısında, hemen geri dönüp, bu teklifi kabul etmediler. Ad kavmi üç seneden beri devam eden kuraklık sebebiyle perişan olup, mecalsiz kaldı. Hud aleyhisselam, bu halin bir fırsat olmasını diliyor, böylece artık yola gelebileceklerini tahmin ediyordu. Fakat, durum tam tersine cereyan etti. Hud aleyhisselamın daveti devam ettikçe, Adlılar, yumuşayacakları yerde, aksine diş biliyorlar ve inkar, yalanlama, kaba ve sert cevap vermede pek aşırı gidiyorlardı. Hatta, kuraklık ve kıtlık sebebiyle, bu hale düşmelerine Hazreti Hud’un sebep olduğunu ileri sürerek, ona daha çok düşman oluyorlar, kinleri de gittikçe artıyordu. Kendilerinin çok zalim ve asi olmaları sebebiyle, başlarına gelen bu belayı Hazreti Hud’a yükleyerek, nihayet onu tuzağa düşürmeye ve öldürmeye karar verdiler. Kendi aralarında aldıkları bu kararı uygulayabilmek için, bir de tuzak hazırladılar. Bu çirkin planlarına göre, Hazreti Hud’a güya, cevap veremeyeceği sorular soracaklar, ondan gücünün yetmeyeceği bazı şeyler isteyecekler, cevap veremeyince de, etrafta bulunanlara; “Gördünüz mü? İşte bakın, bu yalancının biridir. Söyledikleri, eskilerin yalanlarından ibaret uydurma ve düzme şeylerdir” diyeceklerdi. Böylece, diğer insanları da tahrik edip, Hud aleyhisselama saldıracaklar, öldüreceklerdi. Adlılar bu bozuk niyetlerini tatbik etmek üzere yola çıktılar. Hud aleyhisselamın yanına geldiler. O, kavmini yine Allahü tealaya iman etmeye, yalnız Ona ibadet etmeye davet etti. Onlar dediler ki: - Ey Hud! Sen bize, senin davanın doğru olduğunu gösteren deliller getirmedin ki! Aslında Hud aleyhisselam mucizeler göstermişti. Fakat onlar kibir ve gururları sebebiyle kabul etmemişlerdi. Şimdi de, asıl maksatları mucize istemek ve mucize gösterilirse iman etmek değil, Hazreti Hud’u zor durumda bırakmaktı. Hud aleyhisselam, kendinden birçok mucize gördükleri halde, yine mucize isteyenlere sordu: - Ne mucize istersiniz? Ad kavmi, mucize olarak, büyük kayaların toprak olmasını istediler. Hud aleyhisselamın duası ile bu kayalar toprak oldu. Bu ve başka mucizeleri gördükleri halde inanmayıp, hırçınlık ve kabalıklarına devam ettiler. Açıkça birçok mucize görünce, Adlıların çirkin planları suya düştü. Üstelik birbirlerine karşı mahcup oldular. Bundan doğan şaşkınlıkla, mağlubiyetlerini telafi etmek için dediler ki: - Ey Hud! Sen bize nasihat ederek; “Ey kavmim! Rabbinize iman edip istigfarda bulunun! Sonra Ona tevbe edin ki, gökten üzerinize bol bol bereket ve yağmur indirsin ve kuvvetinize kuvvet katarak sizi çoğaltsın. Günahlarınızda ısrar ederek imandan yüz çevirmeyin” diyorsun. Sana bir şey demiyoruz. Sen bizim aramızda yetiştin. Seni çok iyi tanıyoruz. Doğru, emin bir kimsesin. Fakat sen putlarımıza hakaret ediyorsun. Hatta daha da ileri giderek, bizleri, putlara ibadet etmekten alıkoymak istiyorsun. Ey Hud! Biz, senin bu sözünle putlarımıza ibadeti terkedecek değiliz. Ve sana iman da etmeyeceğiz. Biz sana ancak şunu söyleyebiliriz ki, sen, bizim putlarımıza dil uzattığın, onlara ibadeti terketmemizi istediğin için, putlarımızdan birisi seni fena halde çarpmış. Aklımızın almadığı hayale gelmez bir davada bulunduğuna göre, sana putlarımızdan delilik arız olmuş. Onların bu sözlerini dinleyen Hud aleyhisselam, böyle sözlerle halka kendisini deli gibi göstermeye kalkışmalarına üzülerek, onlara şöyle cevap verdi: - Ben kendime, şu kainatı yaratan, her nimetin sahibi olan ve sizin gibi zalim kavimleri de yerle bir edip, geriye ibret için sadece harabelerini bırakan Allahü tealayı şahit tutarım ve siz de şahit olun ki, ben, Allahü tealaya ortak koştuğunuz putlardan uzağım. Şayet o putlarınızda başkalarına tesir edecek, sizin dediğiniz gibi başkalarını çarpacak, delilik yükleyecek, zarar verecek bir kuvvet varsa, putlarınız da dahil olmak üzere, hepiniz toplanın. Beni helak etmek için istediğiniz tuzağı kurun. Beni yok etmek için elinizden geleni yapın. Hem bana mühlet de vermeyin. Ben, Allahü tealaya güvendim ve Ona tevekkül ettim. Bütün kuvvetinizi seferber etseniz, bana zarar veremezsiniz. Buna gücünüz yetmez. Allahü teala bütün mahlukat üzerine tasarruf edici, onları dilediği şekilde kullanıcıdır. Benim Rabbim hak ve adalet üzeredir. Eğer iman etmezseniz, siz bilirsiniz. Ben, peygamberlik vazifemi size tebliğ ettim. Eğer iman etmezseniz, Rabbim sizi helak eder ve yerinize başka bir kavim getirir de, hiçbir şeyle Ona zarar veremezsiniz. Rabbim her şeyi hakkıyla görüp gözetendir. Hud aleyhisselamın, son derece cesaret ve şecaat timsali olarak, gayet vakur bir şekilde cevap vermesi, orada bulunanlara çok tesir etti. Hiçbiri, değil ona saldırmak, herhangi bir söz ile cevap bile veremedi. Hepsi donup kaldılar. Ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Çünkü, onun, kendilerinden korkmadan, çekinmeden böyle sözler söyleyebileceğini, kendilerine meydan okuyabileceğini hiç tahmin etmiyorlardı. Hud aleyhisselam ise, onların şaşkınlıklarını daha da artıracak şekilde sözlerine şöyle devam etti: - Hani ne oldu sizlere? Olduğunuz yerde kalakaldınız. Siz kalabalık bir grupsunuz. Ben ise yalnız başımayım. Hep birden üzerime saldırsanıza. Benim gibi yalnız bir kimsenin, sizin gibi kalabalık topluluğa meydan okumasına şaşırmadınız mı? Hud aleyhisselam, Ad kavmine bazı mucizeler göstermiş olmakla beraber, onlara böyle söyleyerek meydan okuması da bir mucizedir. Çünkü, Ad kavminin insanları, bedenen güçlü, kuvvetli, bununla beraber çok kibirli ve pek zalim kimselerdi. Bu hadisede olduğu gibi, bir kimsenin kendilerine meydan okuması şöyle dursun, karşılarında durup herhangi bir şey söylemesine bile tahammül edemezlerdi. Devamlı cebr ile hareket eder, sırf eğlenmek, gülmek için adam öldürürler, kızdıkları birini, yapmış oldukları çok yüksek binaların tepesinden aşağıya atıverirlerdi. Bu kadar acımasız olan bu kimselere, biri çıkıp da ters bir şey söyleyecek olsa, onu linç edip hemen oracıkta öldürürlerdi. İşte Hazreti Hud’un yukardaki sözlerine hiç cevap verememeleri, susup kalmaları onun bir mucizesidir. Hud aleyhisselam tebliğ vazifesine devam ederek birgün kavmine buyurmuştu ki: - Ey kavmim! Şu putlara ibadet etmekten vazgeçip, Allahü tealaya iman edin ve Ondan magfiret dileyin. Bana tabi olur, dediklerimi yaparsanız, Allahü teala sizi affeder ve bol bol yağmur verir. Çok rahmet edip, kıtlığı giderir. Mallarınıza ve kendinize bereket ihsan eder. O sıralarda, Adlıların memleketlerini kasıp kavuran müthiş bir kıtlık ve kadınlarında da kısırlık vardı. Ziraatçi bir kavim olduklarından bol yağmura ve kendilerini muhafaza için çok nüfusa ihtiyaçları vardı. O böyle nasihat ederken, kavmin meliki olan Halcan ismindeki zalim de orada idi. Hud aleyhisselam bu sözleri, Allahü tealadan gelen bir ihsan ve ince bir duygu ile coşarak söyleyince, ta uzaklarda bulunan kuşlar ve vahşi hayvanlar bile huzuruna gelip dediler ki: |
- Buyur, biz emrinize hazırız ya Hud aleyhisselam! Sen vazifeni tebliğ et! Bunu yaparken, Allahü tealanın mahluklarından hiç korkma! Bu hali büyük-küçük herkes gördüğü halde yine inanmadılar. Bu sırada, kavmin ileri gelenlerinden olan bir şahıs itiraz edip, cevap verecek oldu ise de, o anda dili tutuldu, konuşamadı. Ad kavminin insanları, bu apaçık mucizeleri gördükleri halde yine inat ediyor ve karşı çıkıyorlardı. Hud aleyhisselam ise büyük bir sabır ve metanetle, belki akıllanırlar ve uyanırlar diye hiç durmadan sabırla nasihat ediyordu. Kendi anlayışlarına göre, kim kuvvetli ise haklı odur diyen, maddi ve dünyevi zevk ve menfaat nerede ise orada bulunarak hak, hukuk, adalet ve maneviyattan tamamen uzaklaşan Ad kavmi, Hud aleyhisselamın peygamberliğinde de, maddi bir menfaat aradı. Çünkü maksatları ve ölçüleri bu idi.
Azgın ve taşkın Adlıların aralarında yetişip, peygamber olarak gönderilen Hud aleyhisselam, her türlü inkar, yalanlama, kaba ve sert cevaplara, sıkıntı ve azarlamalara rağmen, anlaşılması mümkün olmayan bir sabır, tatlı dil ve yumuşaklık gösteriyor; yılmak bilmeyen kuvvetli bir azimle davasına devam ediyordu. Bütün kavim karşı çıktığı halde, o, davasından vazgeçmediği gibi, yaymak hususunda da en küçük bir gerilemede bile bulunmuyordu. O halde, Adlıların ölçülerine göre, bu mücadelenin altında mutlaka çok yüksek bir ücret, maddi bir menfaat bulunması icabederdi. Bu gibi bozuk düşüncelerini kendi aralarında konuştukları gibi, nihayet birgün Hud aleyhisselama da söylediler. Nitekim, kendisinden evvel peygamber olan Nuh aleyhisselama da, kavmi, böyle bir isnadda bulunmuşlardı. Hazreti Hud; kavminin, bu mesnetsiz iddia ve ithamlarını kesinlikle reddedip, böyle bir maksadının bulunmadığını, ücretini alemlerin Rabbi olan Allahü tealadan beklediğini bildirdi. Onun bu hali, Kur’an-ı kerimin Şuara suresinin 123. ve daha sonraki ayeti kerimelerinde şöyle bildirilmektedir: “Ad kavmi de peygamberleri olan Hud (aleyhisselamı) ve diğer peygamberleri tekzip ettiler, yalanladılar. Nesep bakımından kardeşleri olan Hud (aleyhisselam) onlara şöyle dedi: Allahü tealadan korkmaz mısınız da, Ondan başka şeylere, putlara ibadet edersiniz? Ben size Allahü teala tarafından gönderilmiş emin bir peygamberim. O halde, Allahü tealadan korkun ve bana itaat edin! Sizi Allahü tealaya iman etmeye davet ve sizlere çok nasihat ettiğim için, sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim ecrim ve mükafatım, ancak, alemlerin Rabbi olan Allahü tealaya mahsustur. Siz her yüksek yerde bir köşk bina eder, geçenlerle alay mı edersiniz? Ve içlerinde ebedi kalacakmış gibi muazzam kaleler ve havuzlar ediniyorsunuz. Bir kimseyi yakaladığınız zaman zorbaca, merhametsizce yakalıyorsunuz. Artık Allahü tealadan korkun ve bana itaat edin! Size bildiğiniz nimetlerle yardım eden ve size davarlar, oğullar, cennet misali çok güzel bahçeler, pınarlar ihsan eden Allahü tealadan korkun! Ona şirk koşmaktan, karşı gelmekten sakının! Gerçekten ben, üzerinize büyük bir günün azabının erişmesinden korkuyorum. (Adlılar karşılık olarak) dediler ki: Sen bize nasihat etsen de, etmesen de birdir. Biz bu halimizden vazgeçecek, eski halimizi değiştirecek değiliz. Senin bu söylediğin şeyler, eskilerin yalanlarından başka bir şey değildir. Biz, azaba uğratılacak da değiliz.” Ad kavminin kuraklığa maruz kalması Hud aleyhisselam, bir defasında, kavminin toplu bulunduğu bir sırada yanlarına gitmiş ve onları imana davet etmişti. Kavmin reisi olan Halcan da, Hazreti Hud’a karşı demişti ki: -Sen bize galip geleceğini mi zannediyorsun. Günde bizim bin çocuğumuz oluyor! Onun bu sözü gayret-i ilahiyeye dokunup, Allahü teala o günden sonra, onlara evlat vermedi. Çocukları olmadı. Ne yaptılarsa, bir çaresini bulamadılar. Ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Bu hallerin, Hazreti Hud’un sözlerine itiraz etmeleri sebebiyle başlarına geldiğini tahmin edip, durumu Halcan’a bildirdiler. O ise, ihtimalden ziyade, apaçık bir hakikat olan bu durumu hemen kapatmak istedi. Kuru kuruya bir inat ile, ne pahasına olursa olsun inanmamak, kabul etmemek istiyordu. Yanına gelenlere dedi ki: - Hayır, durum sizin bildiğiniz gibi değildir. Ben rüyada bir şey gördüm. Eğer onu yaparsanız çocuklarınız olur. Sonra da şöyle devam etti: - Putlarınızı çıkartıp, onları vesile ederek çocuk isteyeceksiniz. Hem ihtiyaçlarınız giderilecek, hem de Hud’a karşı böylece zafer kazanmış olacaksınız. Halcan’ın, samimi olmayan bu uydurma sözlerini dinleyen Adlılar, yine de onun söylediği şekilde davrandılar, buna rağmen çocukları olmadı. Hazreti Hud da bir taraftan onlara diyordu ki: - Ey kavmim! Sizi yaratan, her nimeti veren Allahü tealadan korkun! Ona itaat edin ki, isteğinizi kabul etsin. Size çocuk versin. Mülkünüze mülk, kuvvetinize kuvvet katsın. Ben sizi, Allahü tealaya iman ve yalnız Ona ibadet etmeye davet ediyorum. Eğer icabet eder, davetimi kabul ederseniz, nimete kavuşursunuz. Şayet icabet etmezseniz, Allahü teala size azap eder. Hazreti Hud böyle söyleyince, Adlılar onun üzerine hücum edip, dövmeye başladılar. Hatta mübarek başından çıkan kanlar yüzüne aktı. O sırada iman etmiş olanlardan biri gelip, Adlılara dedi ki: - Peygamberimize hakaret hususunda çok ileri gidiyorsunuz. Onun haber verdiği azaptan korkunuz. Adlılar onun mümin olduğunu bilmiyorlardı. “Sen bizim aleyhimizde bir şey söylemeye cesaret edersin ha” diyerek ona ve tekrar Hazreti Hud’a dil uzattılar. Sataşıp, terslediler. Hazreti Hud o kimseye teşekkür etti. Onu övdü ve buyurdu ki: - Sen kavmine nasihatte bulundun. Allahü teala dilediğini dalalette bırakır. Ad kavmi, kendilerini perişan eden kuraklığa dört yıl müddetle tahammül ettiler. Nihayet dayanamayacak hale gelince, melikleri olan Halcan’ın yanına geldiler. İleri gelenleri vasıtasıyla, Halcan’a dediler ki: - Artık daha fazla dayanamıyoruz. Hud’un (aleyhisselam) söylediklerinin, haber verdiklerinin doğru olmasından korkuyoruz. Yani ona iman etmekten başka çaremiz kalmadığını hissediyoruz. Ad kavmindekilerin kuraklığa dayanamayıp, iman edeceklerini söylemeleri üzerine, Halcan, o kadar zulüm ve haksızlıklarına, aşağılık ve alçaklıklarına, şirk ve isyanlarına, küfürdeki inat ve ısrarlarına bir yenisini daha ekleyerek, kavminin bu sözlerine şiddetle karşı çıktı ve, “İçinde bulunduğunuz zorluklar sebebiyle Hud’un dinine girmeyi mi düşünüyorsunuz? Kumları yemek ve idrarlarınızı içmek pahasına da olsa, onun dinine girmeyeceksiniz. O çok yalan söyleyen sihirbazın biridir” gibi hezeyanlarla Hazreti Hud’a dil uzattı. Bu saçma sözlerini kendi bozuk mantığı ile güya şöyle ispat etmeye çalışıyordu: - Bu bela bize, ona itaat etmediğimiz için isabet etmiş ise, o halde niye davarlarımız, ehli ve vahşi hayvanlar açlıktan helak oldular? Onların böyle bir günahları yok ki. Bize isabet eden, aynen onlara da isabet etti. Şüphesiz, bu bela size ve sizin dışınızda olanların hepsine isabet etmiştir. Siz bu hale bir miktar daha sabredin. Bu böyle devam edecek değil ve siz de hep bu halde kalacak değilsiniz. Halcan’ın bu sözlerinden sonra, Adlılar, Hazreti Hud’a tabi olmaktan yine vazgeçtiler. Halcan’ın sözlerine aldanarak, olanca güçleri ile açlığa tahammül etmeye, bu sıkıntılara göğüs germeye çalıştılar. Bu esnada Hazreti Hud, yüksek bir tepeye çıkarak şöyle nida etti: - Ey Adlılar! Beni inkar etmeye devam ediyorsunuz. Ama biliniz ki, şu içinde bulunduğunuz hal, benim, sizi, kendisiyle korkuttuğum azabın başlangıcıdır. Benim sözlerime iltifat etmez, inanmazsanız, o azaba yakalanırsınız. Şayet Allahü tealaya iman ederseniz, gökten size yağmur yağdırması, yerden ot bitirmesi için, Ona dua ederim. Musibetten kurtulmak için, Hud aleyhisselama uymanın şart olduğunu bir türlü anlayamayan Adlılar, bunu dinledikten sonra, birbirlerine dediler ki: - Bu dört sene içinde yapabildiğimiz kadar güçlüklere göğüs gerdik. Bunu hepiniz biliyorsunuz. Korkarız ki, bu hal bizim aleyhimize devam edecek. Yağmur duası için heyet gönderelim. Çünkü nerede ise helak olacağız. Bunun üzerine, bir heyetin yağmur duası için Mekke’nin bulunduğu yere gitmesine karar verdiler. O zamanda, mümin, müşrik hangi din ve milletten olursa olsun; her hangi bir kimsenin bir sıkıntısı olsa, başı darda kalsa, haksızlığa uğrasa veya bir şey isteyecek olsa, Kabe-i muazzamanın bulunduğu yere gelerek dua ederdi. Burası, yapılan duaların mutlaka kabul olması sebebiyle, Adem aleyhisselamdan beri Beytullah olarak tanınmış ve hürmet yönü daima gözetilmiştir. Bu yüzden Mekke hiç boş kalmazdı. Değişik beldelerden gelen çeşitli insanlar toplanırlar ve duada bulunurlardı. Beytullah’ın yerinde, o zaman kırmızı bir tepeciğin olduğu söylenmektedir. Azap bulutunun gelmesi Hud aleyhisselam zamanında Mekke’de oturanlar, Nuh aleyhisselamın oğlu Sam’ın torunu olan Amalik’in neslinden gelenlerdendi. Bu sebeple bunlara Amalika denilmiştir. Amalika kabilesinin reisi Ad kavminden idi. Bu sebeple Ad kavminden dua etmek için gelenleri iyi karşıladı. Mekkelilerle günlerce yiyip içtikten sonra, dua için Harem’e gittiler. Dua ettiler. Ancak bu duaları yağmur bulutu yerine, azap bulutunun davetçisi oldu. Gökyüzünde bir siyah bulut, Mekke’den, Ad kavminin bulunduğu Hadramut bölgesine doğru gitmeye başladı. Ufuktaki bulutu, ilk önce Ad kavminden Mehder adlı bir kadın gördü. Mehder, buluttaki azabı görür görmez, bir çığlık attı ve bayılıp düştü. Bir zaman sonra kendine geldiğinde, kadına dediler ki: - Sana ne oldu? Ne gördün de birdenbire bayılıp düştün? Kadın, bunun üzerine şu cevabı verdi: - Şu bulutu görüyorsunuz ya! Onu, parıldayarak etrafa kıvılcım saçan korkunç bir ateş şeklinde gördüm. Ve onun içinde, heybetli ve güçlü, kuvvetli birtakım kimselerin, o ateş bulutunu alarak, bizim bulunduğumuz yere doğru ilerlediklerini görünce, bu dehşetli halden bayılıp düştüm. Buna rağmen, Ad kavminin insanları, bu hale hiç ehemmiyet vermiyorlar, gelenin yağmur yüklü bir bulut olduğunu zannettiklerinden, çok sevinip, birbirlerine müjde veriyorlardı. Nitekim ayet-i kerimede mealen buyuruldu ki: (Onlar, kendi vadilerine doğru gelen azabı, bir bulut parçası olarak görünce, memnun olup sevinerek; “İşte, şu görülen şey, bize çok yağmur yağdıracak bir buluttur” dediler. Hud (aleyhisselam) da onların bu sözlerine karşı, “Hayır, o, yağmur yağdırıcı bir bulut değil, bilakis sizin acele gelmesini istediğiniz azaptır. O bulut zannettiğiniz şey, kendisinde azab-ı elim bulunan bir rüzgardır. O rüzgar, Rabbimin emriyle, uğradığı her şeyi helak eder” dedi.) [Ahkaf suresi: 24] Hud aleyhisselam, devamlı olarak, onları, Allahü tealanın şiddetli azapları ile korkuttukça, Ahkaf suresinin 22. ayetinde bildirildiği gibi; “Haydi, bizi korkutmakta olduğun azabı getir de görelim” diyerek taşkınlıkta daha ileri giderlerdi. İşte Adlıların yağmur yüklü bulut zannettikleri o şiddetli azabın, Magis vadisi tarafından geldiği görülünce, müşriklerin sevinmelerine karşı, Hud aleyhisselam, onların, “Azabı getir de görelim” şeklindeki sözlerine cevap olmak üzere; “O, sizin acele gelmesini istediğiniz azaptır” buyurdu. Artık bu apaçık sözleri duyduktan sonra, iman etmeye koşmaları, böylece iki cihanda saadete kavuşmaları gerekirken, inat ve inkarlarında ısrar edip, taşkınlıkta bulundular ve bozuk yoldan ayrılmadılar. Gördükleri bulut, bir taraftan yaklaşırken, Ad kavminin insanları sevinç ve neşe içerisinde, onu karşılamak üzere toplanmışlardı. Bunun yağmur yüklü bir bulut olmadığı, şiddetli bir azap taşıdığı hususunda, Hud aleyhisselamın ve bulutu görür görmez bayılıp düşen kadının sözlerine hiç aldırış etmeyen Ad kavminin insanları, onun yağmur yüklü olduğunu zannediyorlardı. Ad kavminin helakı Nihayet, o buluttan şiddetli bir gürültü ve fırtına çıktı. Allahü teala, rüzgar ile vazifeli meleğe, rüzgarın normalden çok esmesini emretti. Cebrail aleyhisselam, rüzgara şöyle emir verdi: - Ey rüzgar! Ad kavmine azap olarak, Hud aleyhisselam ve ona tabi olanlara da rahmet olarak es! Hazreti Hud, yanında müminler bulunduğu halde, yüksek bir dağdan kavmine seslendi: - Ey Ad kavmi! Sizi gölgeleyen ve bulut şeklinde gelen azabı görmüyorsanız, yazıklar olsun! Başınıza bela gelmeden ve azaptan kurtuluş için kaçacak yer kalmayacağı zamandan önce, Allahü tealaya iman ediniz! Buna karşılık, bu insanlar, onun sözlerine hiç önem vermeyip dediler ki: - Sabredelim. Bu, yağmur öncesinde görülen bir rüzgardır ve arkasından çok yağmur yağacağına işarettir. Azap bulutu vadiyi geçip, üzerlerine doğru ilerleyince, kendilerine pek güvenen mağrur Adlılar, birbirlerine dediler ki: - Gelin! Hep beraber oraya gidelim. Üzerimize gelen kasırgayı, vadiyi kaplayan uğultuyu bertaraf edelim. Mehder’in dedikleri ve gördükleri doğru ise, o rüzgar bulutunda bulunan ve ellerinde ateşlerle gelen kimseleri geri çevirelim. İçlerinde reisleri Halcan’ın da bulunduğu bu adamlar, hep beraber gelmekte olan buluta doğru gidip, yakınına vardıklarında, buluttan korkunç sesler, çöl fırtınasına benzer, kuvvetli rüzgarlar, çok kuvvetli esen kasırgalar zuhur etti. Ad kavminden oraya gelen insanların hepsiniyere seren bu kuvvetli rüzgarın müthiş bir uğultusu ve dayanılmaz bir soğuğu vardı. Fırtına, hiç mağlubiyete alışmamış, birinin karşısında yenilmek nedir bilmeyen Adlıların hepsini yere serdi. Kızarak geri geri kaçmaya başladılar. Evlerine çekildiler ve ortalık biraz sakinleşince, bol yağmura kavuşmak ümidiyle tekrar çıktılar. Hud aleyhisselam bunları görüp, “Olanlardan sonra herhalde uslandılar. İman etmeye, tabi olmaya geliyorlar” diye düşündü. Halbuki onlar, inatlarında ısrar edip, Hud aleyhisselamı yalanlamaya devam ettiler. Tayin olunan vakit gelince, vazifeli melekler, bulut ile beraber, bu kavmin etrafını kuşattılar. Bu halde, bulut ve melekler, Allahü tealanın emrini beklerken, Hud aleyhisselam ve ona tabi olan müminler de bu şaşkın kavmin imana gelmesini istiyorlardı. Onların bu hali Fussilet suresi 15. ayet-i kerimesinde, mealen şöyle anlatılıyor: (Onlar bilmediler mi ki, onları yoktan yaratan, kendilerine kuvvetli olmak hususiyetini veren, üzerlerine azap gönderip, hepsini helak etmeye kadir olan Allahü teala, kuvvet ve kudrette, onların hepsinden daha üstün, daha şiddetlidir. Onlar, Allahü tealanın her şeye kadir olduğunu, başkalarının yapmaya kadir olamadıkları şeylere gücünün yettiğini, pek kuvvetli olduğunu düşünmediler mi? Fakat onlar, bizim ayetlerimizin hak olduğunu bildikleri halde, bile bile inkar ediyorlardı.) Ad kavmi, boy ve cüsse bakımından, başkalarından daha kuvvetli iseler de, onları yaratan, onlardan elbette daha kuvvetlidir. O halde onlara layık olan, kuvvetleriyle zayıfları ezmek değil, kendilerinden çok daha kuvvetli olan Allahü tealaya itaat etmek idi. Fakat onlar kibir ve inkar yolunu tutmuşlardı. Kat’iyen o bozuk yoldan dönmediler. Şiddetli azabı hakettiler. Allahü teala, Kur’an-ı kerimde onların bu hallerini haber verdi ki, insanlar ibret alsınlar, kavuştukları dünyalık nimetlere aldanmasınlar, ahirete yönelsinler, orası için hazırlıkta bulunsunlar. Nihayet sabah, buluttan rüzgar esmeye başladı. Rüzgar estikçe şiddetleniyordu. Esmeye başladığının ikinci gününde, ağaçları köklerinden söküp, havaya fırlatacak kadar oldu. Fırtına gittikçe şiddetlendiği gibi, uğultusu ve soğuğu da devamlı artıyordu. Fırtınadan; yağmur yerine, tarifi mümkün olmayan şiddetli bir ses ve soğuk geliyordu. Adlılar, bu rüzgarın çok şiddetli olduğunu, develeri ve iri cüsseli insanları havaya uçurduğunu görünce, koşuşarak pek muhkem ve çok emin bildikleri muazzam köşklerine girip, kapılarını kilitlediler. Fakat rüzgar çok şiddetli estiğinden, ne ev, ne de ağaç bırakıyordu. O muazzam evleri, muhteşem köşkleri söküp söküp havaya fırlattı ve içindekileri helak etti. O uğultulu fırtına, Ad kavminin insanlarını tutundukları büyük ağaç ve kocaman kayalarla birlikte göz açıp kapayıncaya kadar, yerden kaldırıp, göklere çıkarıyor ve çok yükseklerden bırakıveriyordu. Bu dayanılmaz rüzgar; “Bizden daha kuvvetli kim olabilir ki” diye büyüklük taslayanları, saman çöpleri gibi havada uçuruyor, onları yükseklere kaldırıyor, sonra her birini, o kadar yükseklikten yere, yüzüstü çarpıyordu. Sonra Allahü teala rüzgara emretti. Rüzgar, Adlıların etraflarında bulunan kum tepelerini, onların üzerlerine yığdı. Yedi gece ve sekiz gün, bu kum yığınlarının altında inlediler. Allahü teala yine rüzgara emredince, rüzgar, onların üzerlerinden kumları kaldırdı ve hepsini denize attı. Allahü teala, Ad kavmine gelen şiddetli azabı bildirerek mealen buyuruyor ki: (Hud’u (aleyhisselam) ve dinde ona tabi olanları rahmetimizle kurtardık. Bizim ayetlerimizi yalanlayıp, mümin olmayanların ise silsile ve köklerini kestik.) [A’raf: 72] (Vakta ki, azap emrimiz geldi. Hud’u (aleyhisselam) ve ona iman edenleri rahmetimizle kurtardık ve ahiret azabından da necat, kurtuluş verdik.) [Hud: 58] (Biz de üzerlerine, dünya hayatında zillet ve rüsva olmak azabını tattırmak için, uğursuz günlerde çok soğuk, kavurucu bir rüzgar gönderdik. Onların ahiretteki azapları ise dünyadaki azaplarından elbette daha şiddetlidir. Onlar dünyada ve ahirette yardım da görmezler.) [Fussilet: 16] Ad kavmini helak eden rüzgar, uzun boylu ve iri cüsseli insanları kaldırıp kaldırıp çarpıyor, kendilerini korumak için tutundukları büyük kayalar ve içlerine sığındıkları muazzam binaların hiçbiri işe yaramıyordu. Çünkü azap fırtınası, bu kavmin insanlarını tutundukları kayalarla ve içine girdikleri evlerle birlikte, havaya, çok yükseğe kaldırdığı gibi, birden bırakıveriyordu. Yedi gece ve sekiz gün süren, o soğuk ve uğultulu, şiddetli azap rüzgarı, Ad kavminin insanlarını, çok feci şekilde helak etmiş; onlardan hiçbiri, değil başkalarını, kendilerini bile koruyarak, azaptan kurtarmaya muvaffak olamamıştır. Nitekim Zariyat suresinin 41 ve 42. ayet-i kerimelerinde mealen buyuruldu ki: (Ad kavminin helak edilmesinde de bir ibret vardır. Hani üzerlerine o helak edici rüzgarı göndermiştik. Her nereye uğradıysa, mallarından, hayvanlarından ve canlarından hiçbir şeylerini bırakmayıp, hepsini kül gibi savurdu, helak etti.) Ayrıca Hakka suresinin 6, 7 ve 8. ayet-i kerimelerinde de mealen buyuruldu ki: (Ad kavmine gelince, onlar da, kasıp kavuran, uğultulu, azgın ve şiddetli bir kasırga ile helak edildiler. Allahü teala o rüzgarı, yedi gece ve sekiz gün devamlı olarak, onların üzerlerine musallat etti. Öyle bir hale geldiler ki, o vakit orada bulunsaydın, bu müddet zarfında onların, köklerinden kopup, yere serilen kof hurma kütükleri gibi, nasıl ölüp, yıkılıp kaldıklarını görürdün. Şimdi onlardan bir kalan görebiliyor musun?) Ayet-i kerimelerde açıkça bildirildiği gibi, kendilerine peygamber olarak gönderilen Hud aleyhisselama inanmayıp, müşriklikte ısrar eden, azgınlık ve taşkınlıkta, kibir ve gururda haddi aşan, hatta Allahü tealanın emir ve yasaklarını tebliğ eden zata hücum ederek inciten, azgın Ad kavmi, şiddetli rüzgar ile helak edilmiştir. Bir hadisi şerifte buyurulmuştur ki: (Ben saba rüzgarı ile yardım olundum. Ad kavmi ise rüzgar ile helak edildi.) Tabiinin büyüklerinden Şehr bin Havşeb’in, Abdullah ibni Abbas’tan naklettiği bir hadis-i şerifte, Peygamber efendimiz buyurdu ki: (Allahü tealanın gökten indirdiği hiçbir yağmur ve esen rüzgar yoktur ki, ölçüsüz olsun. Ancak Nuh tufanında ve Ad kavminin helak edildiğinde böyle olmadı. Nuh tufanı günü su, Allahü tealanın emri ile haznelerinden taştı ve ona hiçbir yol, ölçü olmadı. Ad kavminin helak edildiği zaman da rüzgar, Allahü tealanın emri ile hiçbir ölçü ve yol olmadan, her yerden korkunç bir şekilde esti.) Ad kavmini helak etmek için esen rüzgar, Allahü tealaya asi olan ve Onun emirlerini hiçe sayıp, alay eden o azgın kavmin insanlarını yok etti. Ancak peygamberlerine tabi olanlar kurtuldular. Ad kavminden iman etmeyip, cehalet ve şirkte inat edenlerin hepsi helak olurken, en son, reisleri Halcan kalmıştı. Halcan can korkusuyla, bir taraftan dağa doğru kaçarken, bir yandan da, kavminin başına gelen bu felaketi anlayamamanın ve hakikati kabul edememenin verdiği hayretle, karışık bir korku içinde mırıldanıyordu. O, bu zavallılık halinde ve acınacak durumda iken bile, iman etmeyi düşünmüyor ve ahmaklığında ısrar ediyordu. O sırada, Hazreti Hud onu gördü ve dedi ki: - Kendine yazık ediyorsun ey Halcan! Bile bile ebedi felakete gidiyorsun. Gel, iman et! Ancak bu şekilde kurtulursun. - İman edersem, Rabbinin katında benim için ne var? - Cennet var... - Peki, kavmimi helak eden şu bulutun içinde gördüğüm çok heybetli kimseler kimdir? - Rabbimin melekleridir. - Şayet iman edersem, Rabbin beni onlardan korur mu? - Yazık sana! Sen hiç sultan gördün mü ki, o, bir kimseyi ordusundan, askerinden koruyamıyor olsun? Hazreti Hud’un bu sözleri üzerine, Halcan, “Keşke Rabbin, benim razı olduğumu yapıp, kavmimi helak etmeseydi. Güç ve kuvvetimiz, mal ve servetimiz devamlı olsaydı” dedi ve yine iman etmedi. Nihayet, şiddetli rüzgar gelip, onu da helak etti. Hazreti Aişe validemiz buyurdu ki: Peygamber efendimiz, semadan yağmur yüklü bir bulut görünce, ona karşı yönelir, geri döner, eve girer, çıkardı. Endişeli olduğundan, mübarek yüzünün rengi değişirdi. Gökten yağmur yağdığında, Ondaki bu hal kaybolurdu. Ben bu halin sebebini, anlamak, öğrenmek istedim. Bana, (Bilmiyorum ki, belki o bulut, Ad kavminin dediği gibi bir buluttur) buyurup, sonra; (Adlılar kendi vadilerine karşı gelen azabı, bir bulut parçası şeklinde görünce, memnun olup, sevinerek; “İşte şu görülen şey, bize çok yağmur yağdıracak bir buluttur” dediler. Hud (aleyhisselam), onların bu sözlerine karşı; “Hayır, o bulut, yağmur yağdırıcı bir bulut değildir. Bilakis o, sizin acele gelmesini istediğiniz azaptır. O bulut zannettiğiniz şey, kendisinde elem verici, şiddetli azap bulunan bir rüzgardır. O rüzgar, Rabbinin emriyle uğradığı her şeyi helak eder” dedi) mealindeki Ahkaf suresinin 24 ve 25. ayet-i kerimelerini okudu. Ahkaf denilen kum tepeleri Ad kavmi bu korkunç azap ile müthiş bir şekilde helak olurken, Hud aleyhisselam ve ona iman edenler, hep birlikte avlu gibi bir yerde bulunuyorlardı. Zaten, Hud aleyhisselama azabın geldiği bildirilince, o gün, gün ağarırken, eshabını bir yere toplamıştı. İnsanları havalara uçurup, evleri harap eden, dağları deviren, “Ahkaf” denilen kum tepelerini, Adlıların üzerlerine yığan o şiddetli kasırga, Allahü tealanın izni ile, Hud aleyhisselamın ve ona tabi olanların yüzlerine gayet hoş gelen, tatlı ve serinletici bir rüzgar şeklinde esmişti. Hazreti Hud’a iman edenlerin dört bin kadar olduğu rivayet olunmuştur. Eski zamanlarda, azan ve doğru yoldan ayrılan bir kavmin insanlarına, Allahü teala peygamber gönderir; onlar, gelen peygambere inanmaz, eziyet ve hakarette bulunup, azgınlık ve taşkınlıkları son haddine ulaşınca, bir musibet ile onları helak ederdi. Bu durumdaki peygamber ve kendisine iman edenler, bulundukları beldeden ayrılıp, Mekke-i mükerremeye gelirler, hac yaparlar, bir müddet veya vefatlarına kadar orada kalıp, ibadetle meşgul olurlardı. Ad kavmi o korkunç rüzgar ile helak edilince, Hud aleyhisselam, iman edenlere dedi ki: - Burada yaşayanlar, Hak teala hazretlerinin kahrına, gadabına uğradıkları için, artık bizim burada durmamız uygun değildir. Bu sebepten, bu yerlerden gitmemiz gerekir. İman edenlerle birlikte Mekke-i mükerremeye geldiler ve Kabe-i muazzamanın bulunduğu yerde, ibadet ve taatla meşgul oldular. Hud aleyhisselam, orada vefat etti. Bütün hadiselerde olduğu gibi, Ad kavminin helak olmasında da, müminlerin ibret almaları ve sakınmaları gereken hususlar vardır. Bunlardan bazıları şöyledir: Şirk ve küfürden, putlara ve başka mahluklara ibadet etmekten çok sakınmalıdır. Hakikat apaçık meydanda iken, körü körüne, inat ederek cehenneme gitmemelidir. Bu hususta kendini haklı göstermek için, baba ve dedelerinin yolunda olduğunu söylemek, insanı azaptan kurtarmakta, helakine mani olamamaktadır. İster küfrü icabettirsin, ister büyük günah olsun, dinde hiçbir bid’at ortaya çıkarmamalıdır. Nitekim Ad kavmi, putlara tapmayı çıkardılar. Bu bid’atleri müşriklik, yani küfür idi. Bu halleri, kendilerine peygamber gönderilerek ikaz edildi. Fakat onlar, şirk ve isyanda ısrar ettiler. Bu sebepten Allahü teala onların kökünü kesti. Yeryüzü onlardan temizlendi ve haberleri, kendilerinden sonrakilere ibret olarak kaldı. Doğruluğu ile tanınmış kimseleri yalanlamaktan ve yalan söylemekten çok sakınmalıdır. Bilindiği gibi, bütün peygamberler, peygamberliklerinin bildirilmesinden önce ve sonra, kavimleri arasında sadık ve emin olarak bilinen, meşhur kimselerdir. Peygamber olduğu bildirildikten sonra, bunlar; Allahü tealadan, kıyamet ve ahiret hallerinden anlatmaya, insanları saadete davet etmeye başlayınca; inanmayanlar tarafından yalancılıkla, sihirbazlıkla, aklını kaybetmek gibi sıfatlarla itham edilmişlerdir. İman edenlerin dışında herkes bu hataya düşmüş, bundan dolayı yalan; bütün dinlerde haram kılınmıştır. Hak ve doğru olan zahir olup, açıkça meydana çıktıktan sonra, batılda ısrar etmekten sakınmalıdır. Çoğu defa; bir kavme peygamber geldiğinde, o zatın peygamber olduğunu kabul etmeyenler; “Peygamberlik iddiasında sadık isen, bize açık deliller getir, bunu biz de anlayalım” diyerek mucize isterlerdi. Peygamber olan zat, Allahü tealanın izni ile onlara mucize gösterince de, insafı olanlar, bu apaçık delil karşısında iman ile şereflenirlerdi. Kuru kuruya bir inat ve batılda ısrar edenler ise, hakikat bu derece ortada iken, yine kabul etmeyip, üstelik o peygamberi bir de yalancılık ve sihirbazlıkla itham ederlerdi. Ad kavminin helak olmasından alınacak derslerden bazıları da şunlardır: Allahü tealanın rızası için, insanlara vaaz ve nasihat veren, onları Allahü tealanın azabı ile korkutan bir zatın, bu işi, mutlaka dünyalık menfaat elde etmek için yapıyor olduğunu tahminden ve böyle düşünmekten çok sakınmalıdır. Bu şekilde bir düşünce, o yüce kişiyi dünya menfaatine düşkün olmakla itham etmek olacağından, bunun çirkinliği hemen ortaya çıkar. Hazreti Hud da kavmine, maksadının onlara nasihat etmek olduğunu, bunun için kendilerinden bir ücret talep etmediğini, vazifesine karşılık mükafatın, Allahü teala tarafından verileceğini söylerdi. İstisnasız olarak bütün peygamberler, Allahü tealanın emir ve yasaklarını, karşılıksız olarak, ücret almadan öğretmişlerdir. Yani onların hiçbiri, bu hususta ücret ve karşılık almamış ve böyle bir şey beklememişler, her zaman bundan uzak durmuşlardır. Günah işlemekte ısrar etmekten, tevbe ve istigfarı geciktirmekten veya terketmekten de çok sakınmalıdır. Nitekim Hazreti Hud’un davetine icabet etmeyen Ad kavmine, Allahü teala uzun müddet yağmur vermedi. Kur’an-ı kerimde Hud suresi 52. ayetinde mealen, (Rabbinize istigfar edin! Sonra Ona tevbe edin) buyurulduğu gibi, onlara nasihat etti. Bu ayet-i kerime, istigfar etmenin belayı uzaklaştırdığını ve pek çok faydalar temin ettiğini; günahta ısrarın ise rızka mani olduğunu göstermektedir. Ad kavminin, şiddetli rüzgar ile helak edilip; köklerinin kazınmasına sebep olan ahlak ve amellerinden bazıları özetle şöyledir: Adlılar, Allahü tealanın dostlarından, sevdiklerinden yüz çevirip, onlara buğzediyorlar ve sevdiği peygamberine karşı geliyorlar, onlarla birlikte bulunmaktan kaçınıyorlardı. Kötülerle beraber olmayı üstün görüp, onlara uyuyorlar, onların yaptıkları işlere meylediyorlardı. Allahü tealanın peygamberi olan Hazreti Hud’a ve ona tabi olanlara eziyet ederler, kötülük yaparlardı. Onların kıymetlerini alçaltıcı hareketlerde bulunurlardı. Putlara ibadet ederler, onların fayda ve zarar vereceklerine inanırlardı. Allahü tealanın kendilerine ihsan ettiği güç ve kuvvetlerini beğenirler, buna güvenirler ve bu halleriyle övünüp, kibirlenirlerdi. Üstünlük hususunda, daha doğrusu; övünmek, kibirlenmek, üstünlük taslamak gibi çok kötü olan şeylerde adeta yarış ederlerdi. Nitekim hadis-i şerifte, Resulullah efendimiz buyurdu ki: (Bu din yayılır. Hatta, denizleri bile aşar. Allah yolunda denizlere atlarla girilir. Sonra Kur’an-ı kerim okuyan bir kavim gelir; “Biz Kur’an-ı kerimi okuduk. Onu bizden daha iyi okuyan, bizden daha alim kim var?” derler. Onlarda hiç hayır var mıdır?) Bunun üzerine eshab-ı kiram, “Hayır ya Resulallah! Onlarda hiç hayır yoktur” deyince, Resulullah efendimiz buyurdu ki: (Onlar, bu ümmetin içerisindedirler. Onlar, cehennemin yakacaklarıdır.) Ad kavmi, insanlara zulüm ve onlara karşı azgınlık ve taşkınlık yaparlar, mallarını zorla alırlar ve haksız yere döverler, hatta öldürürlerdi. İnsanlara karşı büyüklenmekten, zorbalık yapmaktan zevk alırlardı. Güç ve kuvvetlerine güvendikleri için aldanırlar, hiç ihtiyaçları olmadığı halde, yüksek yerlere muhteşem binalar yapmakta birbirleriyle yarış ederlerdi. Ad kavminin insanları gayet dik kafalı, inatçı ve çok kibirli olmalarının yanında, uzun emel sahibi idiler. Allahü tealaya ibadet ve taatla vakit geçirmeyi bilmediklerinden, bilseler de kabul etmediklerinden, oyun ve eğlenceye dalıp, boş ve uygunsuz işlerle zamanlarını ziyan ederlerdi. Garip ve zavallı kimselerle, yoldan gelip geçenlerle eğlenirler ve Allahü tealanın lutfettiği nimetlere nankörlük ederlerdi. Hud aleyhisselam, kavmine; hallerini, gittikleri yolun iyi olmadığını, böyle devam ederse, akıbetlerinin pek fena olacağını haber verirdi. Onlara, Allahü tealanın ihsan ettiği nimetleri hatırlatır, kendilerini Allahü tealanın azabı ile korkuturdu. Allahü tealaya iman etmelerini, Ondan korkmalarını, Ona itaat ve ibadet etmelerini söylerdi. Allahü tealanın, çok mal, evlat, bahçeler ve sular vererek ihsanda bulunduğunu, bütün bunlara nankörlük etmeye devam ederlerse, kendilerine, büyük bir azabın gelmesinden korktuğunu bildirdikçe; Adlılar, gaflet ve cehalet uykusuna tamamen dalmış olduklarından, onun vaaz ve nasihatlerine kulak asmazlar; hatta, “Sen bize nasihat etsen de, etmesen de bizim için farketmez. Bu hal, bizden öncekilerin, baba ve dedelerimizin ahlakıdır. Biz bunları terkedip de, senin söylediklerine tabi olacak değiliz” derlerdi. Hazreti Hud, tebliğ vazifesine devam ederek, kavmine, Allahü tealanın ihsan ettiği nimetleri, bunlara karşı olanların yaptıkları kötülükleri anlatır, maksadının, onları gafletten uyandırmak olduğunu bildirirdi. Bütün bunlara rağmen, Adlıların gafleti, kalblerinin kör oluşu, öldükten sonra tekrar dirilmeye inanmamaları, bu dünyada yapmış olduklarının karşılığını ahirette görmeyi inkar etmeleri ve Hazreti Hud’u yalanlamaları, onların ebedi felaketlerine sebep oldu. Nitekim, Şuara suresinin 139. ayet-i kerimesinde mealen buyuruldu ki: (Böylece Hud’u [aleyhisselam] yalanladılar. Biz de onları helak ettik. Muhakkak ki, onlara yaptığımız bu işte, sonrakiler için bir ibret vardır.) Ad kavminin hususiyetlerinden birisi de, çok şımarık, azgın, kendini beğenmiş, kibirli, Hakkı, doğruyu kabul etmeyen kimseler olmaları idi. Tamamen oyun, eğlence ve kumara dalmışlar, böylece hak ve hakikatten büsbütün uzaklaşarak, söz dinlemeyen, nasihat kabul etmeyen bir hale gelmişlerdi. Bu hal, onların şiddetli rüzgar azabı ile helak edilmelerine sebep oldu. Ad kavmi mensuplarının kötü huylarından biri de, çok iftiracı olmaları idi. Doğru yoldan, o kadar ayrılmış, hak ve hakikatten o kadar uzaklaşmışlardı ki, akıl ve kemal sahiplerini cahil görürlerdi. İşlerinde doğru olup isabet edenleri, hataya düşmekle ve kusurlu olmakla itham ederlerdi. Nitekim Hazreti Hud, Ad kavmini imana davet edip, onları, Allahü tealanın azabı ile korkuttuğu zaman, kabul etmemişler; üstelik, A’raf suresinin 66. ayet-i kerimesinde mealen bildirildiği gibi; “...Gerçekten biz seni sefahet, akıl azlığı, çılgınlık içinde görüyoruz ve seni hakikaten yalancılardan zannediyoruz” demişlerdi. Kendilerini hak mabud olan Allahü tealaya iman ve yalnız Ona ibadet etmeye davet eden bir peygambere böyle söylemeleri, onların, büyüklere karşı cüretkar davrandıklarını ve hitap ederken edebi gözetmediklerini göstermektedir. Üstelik, aklı kemalde ve irfanı zirvede olan Hazreti Hud’u sefih olmakla itham etmeleri, onların pek düşük, bayağı ve alçak kimseler olduklarının göstergesidir. Bir kimsenin, kendisinde bulunan aşağı ve bayağı bir vasfı, kamil bir zata isnat etmesi, gülünç olmasının yanında, ne kadar garip ve ne derece cüretkar bir davranıştır. Hal böyle iken, Hud aleyhisselam, onlara; “Hayır! Bilakis sefihler sizlersiniz” veya; “Sefihlik ancak sizde bulunur” diye cevap vermedi. Çünkü böyle cevap vermesi, onları tamamen ürkütür ve uzaklaştırırdı. O yine, A’raf suresinin 67 ve 68. ayet-i kerimelerinde mealen bildirildiği gibi, kavmine şu hikmetli cevabı verdi: “...Ey kavmim! Bende çılgınlık, akıl azlığı ve cahillik yoktur. Ben ancak, alemlerin Rabbi tarafından size gönderilmiş bir peygamberim. Ben, Rabbimin bana vahyettiklerini size tebliğ ediyorum. Size nasihat ediyorum. Ben, sizin için, güvenilir, emin bir nasihatçiyim.” Hud aleyhisselam kavminin karşı çıkmalarına, yalanlamalarına karşı, kendi haline en uygun şekilde böyle cevap verirdi. Daha değişik bir tarzda cevap vermiş olsaydı, bu durum onlara ağır gelirdi. Hem böyle bir cevap, nasihat edenin sabırsızlığına delalet eder. Halbuki emr-i maruf ve nehy-i münker yapanın, sabır yolundan ayrılmaması lazımdır. Sefihin sefihliğine, cahilin cahilliğine, onun sözünün ve işinin benzeri ile karşılık vermek, akıllı kimseye yakışmaz. İşte, kötü kimselere cevap verirken, öyle bir cevap vermelidir ki, verilen cevapla, hem onlar, hak ve hakikate davet edilmiş; hem de kötülüklerden men edilerek, cehaletleri de en iyi şekilde yok edilmiş olsun. Adlılar, nefslerine uyarak, yaptıkları bozuk amellerine itimat edip, nefse güvenirler ve bu kötü işlerine ceza verileceğini düşünmedikleri gibi, üstelik bu çirkin amellerine sevap ve mükafat beklerlerdi. Nitekim, Ahkaf suresi 24. ayet-i kerimesinde mealen buyuruldu ki: (Onlar, kendi vadilerine karşı gelen azabı, bir bulut parçası olarak görünce, memnun olup, sevinerek ve birbirlerine müjde vererek; “İşte şu görünen şey, bize çok yağmur yağdıracak bir buluttur” dediler.) Abdullah ibni Abbas şöyle nakletmektedir: “Ne zaman bir rüzgar esse, Resulullah efendimiz mübarek iki dizleri üzerine çöker; (Ey Allahım! Onu rahmet eyle! Onu azap kılma! Allahım, onu nimet getirici kıl, azap getirici kılma) buyururdu. Ad kavminden olanlar, Allahü tealanın ayetlerini gördükleri, kendilerine gelen azabı ayan beyan bildikleri halde, günahları terketmemeye, kat’i karar vermiş gibi bir hal ile bozuk işlerine devam ederlerdi. Kendilerinde bulunan, büyüklenmek sıfatları son haddine varmıştı. Hazreti Hud’un gösterdiği mucizeleri gördükleri, böylece, onun söylediklerinin doğru olduğu iyice anlaşıldığı halde, yine inanmayıp, yalanlamışlardı. Kendi sözlerinin batıl ve yanlış olduğunu, hasım saydıkları Hazreti Hud’un ise doğru söylediğini bildikleri halde, habis ve alçak tıynetleri icabı, yine de kabule yanaşmazlar, inat ve muhalefete devam ederlerdi. Tefekkür etmeyip, hiçbir şeyden ibret almazlar, sadece kuvvetlerine ve kalabalık olmalarına güvenirler ve bunda aşırı giderlerdi. Mesela, onları helak eden rüzgar, bir bulut şeklinde gelip, esmeye başlayınca, ailelerini ortalarına alıp, kendileri, onların etrafında halka oldular. Elbiselerinin eteklerini birbirlerine bağlayarak, ayaklarını yere kuvvetlice dayayıp, ellerini de birbirlerine kenetleyerek durdular. Güya, rüzgar ne kadar kuvvetli ve şiddetli eserse essin, onlara bir şey yapamayacak, yerlerinden oynatamayacaktı. Nitekim bu halde iken, Hazreti Hud’a; “Bizim ayaklarımızı buradan kim kaldırabilir” dediler. Biraz sonra rüzgar bunları yerden alıp, havaya fırlattı ve her biri, içi boş, kof hurma kütükleri gibi yerlere atıldılar. Akıllı insan, böyle haller karşısında, her şeyin sahip ve malikinin yalnız Allahü teala olduğunu anlar. Ondan korkar. Daima uyanık olup, hep Onun razı olduğu, beğendiği amelleri yapar. Resulullah efendimiz zamanında, Medine-i münevverede zelzele olmuştu. O zaman Resulullah buyurdu ki: (Muhakkak Rabbiniz, sizden, rızasını kazanmanızı istiyor. Öyleyse Allahü tealadan, razı olduğu şeylere dönmeyi isteyiniz.) Yine Resulullah efendimiz, gök gürültüsü ve yıldırımları duyunca; (Allahım! Bizi gadabınla öldürme! Azabınla helak etme! Bundan önce bize afiyet ver) diye dua ederdi. Hazreti Hud’un mucizeleri Hud aleyhisselamın belli başlı mucizeleri dört nevi idi: Allahü tealanın izni ile rüzgarları istediği tarafa döndürürdü. Bu mucizenin meydana gelmesine sebep şudur: İman etmek için, kavmi, kendisinden mucize istediklerinde, Hazreti Hud kavmine sordu: - Nasıl mucize istersiniz? - Rüzgarı istediğimiz tarafa çevir, döndür. Hazreti Hud da Allahü tealaya dua etti. Vahiy gelip, Allahü teala buyurdu ki: - Ne tarafa istersen, elinle işaret et! Bundan sonra Hazreti Hud, rüzgarı sağ tarafa döndürmek isterse sağ eliyle, sol tarafa döndürmek isterse sol eliyle işaret ederdi. Böyle işaret etmesiyle, rüzgarın o tarafa dönmesi bir olurdu. Ad kavmi, bir mucize gösterirsen iman ederiz dedikleri ve bu mucizeyi gördükleri halde, iman etmedikleri için, yine rüzgar cinsinden ve ayet-i kerimede rih-ı sarsar diye bildirilen şiddetli rüzgar ile helak olundular. Ad kavminin insanları güçlü, kuvvetli, iri cüsseli kimseler idi. Gelip geçmiş bütün insanlar içinde boy, cüsse ve kuvvet bakımından en ileride olanlar, Ad kavmine mensuptu. Bu kadar iri cüsselerine ve kuvvetlerine rağmen, şiddetli rüzgar onları helak etti. Öylesine kaldırıp yere vurdu ki, onlardan hiçbiri, asla karşı koyamadı; zaten buna güçleri de yetmezdi. Ayet-i kerimelerde, onların her birinin, rüzgar kendilerine çarptıktan sonra, rüzgarlara tahammülü pek az olan hurma ağaçları gibi yere devrildikleri haber verilmiştir. Ad kavminin bulunduğu havalide, taş ve kayalıklardan ibaret bir dağ vardı. Bu dağda ne bir ot biter, ne de bir su çıkardı. Ad kavmi, Hazreti Hud’a peygamberlik iddiasında sadık olduğuna delil olarak, koyunlarını ve diğer hayvanlarını otlatmak üzere, bu dağı mera haline çevirmesini söylediler. O da bunun için Allahü tealaya dua etti. Duanın hemen akabinde, o kayaların hepsi, bir anda temiz, verimli toprağa dönüşüverdi. Üstelik bu dağ, yemyeşil olup, her taraf çiçeklerle donanmıştı. Etrafta güzel çeşmeler peyda olmuş, her yer gönül alıcı bir güzellikle, güllük gülistanlık haline gelmişti. Bu mucizeyi de gözleriyle gören Adlıların kalbleri, toprak haline gelmiş olan kayalardan daha katı olduğundan, yine iman etmediler. Hazreti Hud’un mucizelerinden biri de, duası bereketiyle yünün, ibrişim (İpekten işlenmiş bir çeşit iplik) şekline gelmesidir. Ad kavmi, mucize olarak, ondan, koyunlarının yünlerini ibrişim haline getirmek için cenab-ı Hakka dua etmesini istemişlerdi. O da dua edip, bütün yünler, Allahü tealanın izni ile ibrişim haline gelmiş idi. Hazreti Hud, Hazreti Adem’e çok benzerdi. Orta boylu, gür saçlı ve nur yüzlü idi. Mübarek yüzü çok güzel idi. Mübarek çehresi ay misali parlardı. Hazreti Hud’un sıfatı; zühd, ibadet, seha, cömertlik ve şefkat idi. Fakirlere çok sadaka verirdi. Helal yoldan geçimini temin etmek için, zaman zaman ticaretle meşgul olurdu. |
SALİH ALEYHİSSELAM
Hud aleyhisselamın peygamber olarak gönderildiği Ad kavmi, asi olup, şiddetli rüzgarla helak edilince; iman ettikleri için bu azaptan kurtulan müminler, kendilerine yeni yurtlar bulmak için çeşitli bölgelere dağıldılar. Bu büyük felaketten kurtulanlardan birisi de, Nuh aleyhisselamın oğlu Sam’ın neslinden gelen Semud idi. Semud ve beraberindekiler, şam ile Hicaz arasında bulunan Hicr mevkiinde yerleştiler. Semud’un torunları, bu beldeden ayrılıp, Ad kavminin helak edildiği yerlere göç ettiler. Semud kavmi Ad kavminin helakinden sonra, Semud kavmi onlara halef oldu. Onların yurtlarına yerleşip, imar ettiler. Burada çoğalan Semud’un torunları, önce bir kabile, sonra da büyük bir kavim, topluluk oldular. Dedeleri Semud’a nisbetle, bunlara Semud kavmi denildi. Kur’an-ı kerimde, “Eshab-ül-Hicr” şeklinde zikredilen bu kavim, Ad kavminin devamı olması ve onun yerini alması sebebiyle İkinci Ad diye de anıldı. Semud kavmi on kabile olup, çoğalarak, nüfusları kendilerinden önce yaşayan Ad kavmi kadar oldu. Bu kavim tıpkı Ad kavmi gibi taşları yontup, dağları oyarak kayalara, tepelere saraylar yapıp, ovalara köşkler kurup, bağlar, bahçeler meydana getirdiler. Allahü teala Ad kavmi gibi bunlara da bol nimet ve çok uzun ömür verdi. Meskenlerinde her türlü nimetler içinde yüzüp, üçyüz sene ile bin sene arasında ömür sürdüler. Önceleri bu nimetlere şükrederlerken, sonraları unutup terkederek, zevk ve sefaya düştüler. Üstelik kabile reisleri başta olmak üzere, zulüm ve haksızlığa dayalı çeteler kurup, karışıklıklar çıkardılar. İnsanları ifsat ettiler ve putlara tapmaya başladılar. Kavmin içinde iman sahibi olup, daha önce gönderilen Hazreti Hud’a inananlar, Semudlulara, Allahü tealanın Ad kavmini isyanları sebebiyle nasıl helak ettiğini anlattılar. Reisleri olan Halcan’ın yaptıklarını ve Hazreti Hud’un onlara olan nasihatlerini hatırlattılar. Çok kere bunu dinleyen Semudlular dediler ki: - Ad kavmi kendilerine sağlam binalar yapmadıkları için helak oldular. Zira onlar, evlerini ve çadırlarını kumlar üzerine kurduklarından, esen rüzgar, evlerini ve kendilerini aldı götürdü. Biz ise dağlarda kayaları oyup, sağlam, kapıları demirden olan evler yapıyoruz. Rüzgar onları yıkamaz ve bizlere de zarar veremez. Biz kendi ilahlarımıza, putlarımıza sımsıkı bağlıyız. Onlara her zaman hizmet eder, kurbanlar keseriz. Kavmin reisi Cenda idi. Semudlular birgün toplanıp, reisleri Cenda’ya geldiler ve dediler ki: - Biz kendimiz için ibadet edeceğimiz ilahlar yapmak istiyoruz. Öyle ki, onun bir benzerini Ad kavmi görmemiştir. Nuh’un (aleyhisselam) kavmi de görmedi. Bu hususta fikrinizi almaya geldik. Bunun üzerine, Cenda, onlara izin verip, sanatları olan kaya oymacılığı işinde çalışmalarını söyledi. Semudlular Kesib adındaki dağa çıkıp, büyük bir kayayı yonttular. Ona; göz, sığır göğsü gibi bir göğüs, at ayağı gibi ayaklar yapıp, altın ve gümüş ile kapladılar. Başına da altından yapılmış birtaç koydular. Ayrıca çeşitli mücevherlerle donatıp, karşısına geçerek secdeye kapandılar. Semud kavmi, kendi elleri ile yaptıkları puta kurbanlar adayıp kestiler. Sonra reislerine gidip, onu hazırladıklarını söylediler ve tapınmak için gelmesini rica ettiler. Reisleri Cenda da onların davetini kabul ederek, büyük küçük her kabilenin, reisleriyle beraber, putların yanında toplanmalarını emretti. Çok süslü bir binekle putun önüne gelen Cenda, atından inip secdeye kapandı. O zaman beraberindekiler de yerlere kapandılar. Daha sonra Cenda, bu put için; büyük bir binanın inşa edilerek altın ve gümüşlerle süslenmesini, yerlerin ipeklerle döşenmesini, bir de putlar koymak ve kandiller yakmak için puthane çevresinde çok sayıda evlerin yapılmasını emretti. O zaman aralarında bulunan Rabab isimli birisi dedi ki: - Ey reisim! Bu ilahlara hizmet edecek eşraftan kimseler lazımdır. Cenda şöyle cevap verdi: - Semud kavminden nesep, şeref ve her bakımdan üstün kimseleri, puthanemizin hizmetine tayin ettim. Böylece, oraya hizmetçiler ve çok miktarda altın tahsisi yapıldı ve Semudlular, buradaki putlara tapmaya başladılar. Çeşitli isimlerle andıkları putlarına uzun seneler taptılar. Yıllar uzadıkça uzadı ve sürüp gitti. Öyle ki, küçükler ihtiyarladı. Semud kavmi de küfür ve fesatta alabildiğince ileri gitti. Aynı zamanda mal, mülk ve servetler içinde yüzdüler. Hayvanları vadileri doldurdu. Ağaçlar senede iki defa meyve verdi. Her türlü dünya nimetlerinegark oldular. Ahlaksızlık ve zina çok yayıldı. Öyle ki, kadın erkeği zinaya davet ederdi. Emaneti korumak kalmadığı gibi, yalan, haksızlık, adam öldürme gibi günah işlemede adeta birbirleriyle yarıştılar. Allahü tealanın ikram ve ihsan ettiği bu nimetleri ve bolluğu putlarından bilip, günden güne küfürlerinde azdılar. Semud kavmi, küfür ve fesat üzerinde iken, Salih aleyhisselam dünyayı teşrif etti. Salih aleyhisselam, Semud’un orta halli bir ailesine mensup idi. Fakat nesep, soy itibariyle kavminin en şereflisi idi. Babası Ubeyd muhterem bir zat idi. Salih aleyhisselamın dünyayı teşrifinden önce, babası Ubeyd, birgün puthane önünden geçerken, kendinde tuhaf bir hal hissetti. Evine gelip uyuduğu zaman, gaipten şu sesleri duydu: - Hak geldi, batıl yıkıldı, Allahü tealanın kulu ve peygamberi Salih aleyhisselam dünyaya gelecektir. Allahü teala onunla insanlara kurtuluş yolunu bildirir. Ubeyd bundan korktu. Başına bazı şeyler geleceğini anladı. Başka birgün puthane önünden geçerken putlardan sesler gelip; “Senin nesebinde, Allahü tealanın dünyaya getirip, peygamberlik vereceği bir zat var” dendi ve o anda, kuvvetli bir rüzgar esti. Bütün putlar yüzüstü düşüp, büyük putun başındaki taç yuvarlandı. Bu hadise üzerine Ubeyd, kavminin kendisine zarar vermesinden korkup, kavminden uzak durdu. Salih aleyhisselam dünyayı teşrif edince, kara, deniz ve sahralarda, ilahi bir ses, onun doğumunu müjdeledi. Doğum gecesinde, rahmet melekleri yeryüzüne indi. Semud’un putları da yüzüstü devrildiler. Puthaneye bakan Semudlu, derhal gidip hadiseyi haber verdi. Reisleri Cenda ve ileri gelenler hemen puthaneye gittiler. Putlarının ne hale geldiğini görünce, daha da şaşırdılar. Hep birlikte büyük putu kaldırarak, başına tacını yeniden koydular. Elleri ile kaldırdıkları putlarına tapmaya devam ettiler. Semudlular büyük bir bayram gecesinde eğlenirken, bütün ağaçlar, Allahü tealanın izniyle dile gelerek dedi ki: - Ey Semud kavmi! Niçin ibret alan kimseler değilsiniz? Allahü teala size senede iki defa, ağaçlarınızda meyveler veriyor. Siz ise; hala çeşit çeşit ve bol bol nimetler gönderen Allahü tealaya değil de, putlarınıza ibadet ediyorsunuz. Bunu duyan Semud kavmi, bu duruma öfkelenerek, meyve ağaçlarını kestiler. Ancak bu defa ehli hayvanlar dile gelerek aynı sözleri söylediler. Semudlular hayvanları da kesmeye başladılar. Sonra dağlardaki vahşi hayvanlar, Allahü tealanın izniyle dile gelip seslendiler: - Ey Semudlular! Size yazıklar olsun! Niçin ağaçları kesiyor, neden o hayvanları öldürüyorsunuz? Onlar doğru söylediler. Bunun üzerine Semudlular, silahlarına sarılıp, vahşi hayvanların peşine düştüler. Hayvanlar hem kaçıyor, hem de diyorlardı ki: - Bizim Rabbimiz, sonsuz kuvvet ve kudret sahibi Allahü tealadır. Ya Rabbi! Semud kavmi senin verdiğin bol nimetlere şükretmediler. Nimetleri vereni inkar edip, sana değil, kendi elleriyle yaptıkları putlara taptılar. Yeryüzüne zulüm ve fesadı yaydılar. Ya Rabbi! Sen mutlak adalet sahibisin. Hakimsin. Sen yeryüzünü kulun ve peygamberin Salih aleyhisselam ile ıslah eyle! Ya Rabbi! Onunla fesadı kaldır! Semud kavminin insanları, bu sözleri işittikleri halde, ibret alacakları yerde küfür ve inatlarında daha da şiddetlendiler. Yüzü beyaz, yanakları kırmızı olan Salih aleyhisselamın çok güzel bir sureti vardı. Tatlı sözlü olup, çok fasih, düzgün konuşurdu. Büyüdükçe, kavminin sevgisini kazandı. Herkesle iyi geçinmesi, güleryüzlülüğü, fakir ve düşkünlere yardımı, zayıfları koruması, hastaları ziyareti ve başka olgun halleri ile bütün insanlar tarafından sevildi ve takdir gördü. Semudlular, “Bunda büyük bir kabiliyet var, ileride çok istifade ederiz” dediler. Bu yüzden putlara tapmayışına ses çıkarmadılar. Salih aleyhisselamın her geçen sene olgunluğu artıyor, kavmindeki insanlardan ayrılığı apaçık ortaya çıkıyordu. Yirmi yaşına bastığında, yüzündeki nur ve güzellik çok fazlalaştı. Öyle ki, kimse yüzüne bakmaya takat getiremezdi. Otuz yaşına geldiğinde, ilim, hikmet, vakar ve birçok faziletler, üstünlükler ihsan edildi. Salih aleyhisselam, huy ve yaratılış bakımından, zamanındaki insanların en üstünü olup; ticaretle meşgul olur, çantacılık yapar ve elinin emeği ile kazandığını yerdi. Salih aleyhisselamın peygamberliği Salih aleyhisselam 40 yaşına girdiğinde; Allahü teala sapık Semud kavmini imana davet için, onu peygamber olarak gönderdi. Cebrail aleyhisselama emrederek, Salih aleyhisselama gitmesini ve ona peygamber olduğunu bildirmesini, kavmini imana, itaate, Allahtan başka ilah olmadığına ve kendi peygamberliğini tasdik etmeye davet etmesini bildirdi. Cebrail aleyhisselam, Hazreti Salih’e geldi. Selam verdi. “Ey Salih! şimdi kavmini Allahü tealaya imana çağır ve tevhide davet et! şirk ve putlara tapmaktan uzak durmalarını söyle! Allahü tealanın kendilerine ihsan buyurduğu nimetleri hatırlat! Ayrıca Ad kavminin şiddetli rüzgarda niçin ve neden helak olduklarını sor” dedi ve peygamberliğini tebliğ etti. Sonra da buyurdu ki: - Ey Salih! Sen, Nuh ve Hud zamanlarında olmayan birçok acayip halleri göreceksin. Salih aleyhisselam bu ilahi emir üzerine, hemen kavminin reisi Cenda’nın yanına vardı. Reis Cenda onu görür görmez, tarifi imkansız bir korkuya kapıldı. Salih aleyhisselam, ona güler yüz ve tatlı dille hitap ederek dedi ki: - Ey Cenda, sana nasihat ederim. Allahü teala, beni, size peygamber olarak gönderdi. Seni ve kavmimi, “La ilahe illallah” demeye ve beni tasdike, yani Allahü tealanın kulu ve resulü olduğuma inanmaya çağırıyorum. - Ey Salih! Neler söylüyorsun? Semud kavmi, senin, Allahü tealanın peygamberi olduğunu kabul etmez. Kavmime bildireyim bakayım, ne derler? Sen yarın gel. Sonra Cenda, Semud kavminin önde gelenlerini toplayıp, Hazreti Salih’in söylediklerini bildirdi. Kavmin ileri gelenleri dediler ki: - Ey Cenda! Gelsin, bize de söylesin. Söylediklerini biz de duyalım. Ertesi gün, Salih aleyhisselam oraya teşrif etti. Peygamber olarak gönderildiğini söyleyip, onları Allahü tealaya imana ve itaate çağırdı ve şu nasihatlerde bulundu: - Ey kavmim! Kendisinden başka ilah olmayan Allahü tealaya iman ve ibadet ediniz! Sizi ve her şeyi yaratan Odur. O, babanız Adem’i (aleyhisselam) topraktan yarattı. Siz Hazreti Adem’in evladısınız. Bu topraklarda size uzun ömür ve çok nimetler verdi. Ona tevbe ve istigfarda bulunun! Bu tebliğim için sizden ücret istemem. Bilin ki, benim ücretim, ancak alemlerin Rabbi olan Allahü tealanın üzerinedir. O, tevbeleri kabul edicidir. Salih aleyhisselam bu şekilde davet ettiğinde, kavminden pek az kimse inandı. Çoğunluğu hak dini kabul etmemekte direndiler. Servetlerine güvenip, zevk ve sefa içinde kendilerinden geçip, zulme başvurdular. Salih aleyhisselama da dediler ki: - Ey Salih! Sen bundan evvel, yani bizi putlara ibadeti terke çağırmadan önce, bizim aramızda ümit edilen, güvenilen bir kimse idin. Sende rüşd ve efendilik alametlerini görüp, bize baş ve işlerimizde danışılan bir kimse olmanı, dinimizi kabul etmeni beklerdik. şimdi sen, bizi, babalarımızın ibadet edegeldiği putlara ibadetten vazgeçirmek mi istiyorsun? Halbuki biz, davet ettiğin Allaha ibadetten şüphe içindeyiz. Salih aleyhisselam, iman etmeyen kavmine dedi ki: - Ey kavmim! Bana haber verin! Allahü teala bana açık bir mucize ve peygamberlik vermişken, eğer ben Rabbimin emrini tebliğ ve sizi Allahü tealaya davet etmeyip, Ona asi olursam, beni Onun azabından kim kurtarır? Beni kendinize tabi kılmakla, bana hüsrandan başka bir şey arttırmazsınız. Semud kavmi, peygamberleri Salih aleyhisselamın, onları imana davet edip, nasihatte bulunduğu zaman, hep yalanladılar. Hazreti Hud ve Hazreti Nuh’un inanmayan kavimleri gibi, bahaneler aramaya başladılar. Dediler ki: - O da bizden bir kimse değil mi? Üzerimize bir üstünlüğü olmayan kimseye mi tabi olacağız? Ona uyduğumuz takdirde dalalete düşer, delilik yapmış oluruz. Aramızda vahye daha layık kimseler var iken, ona mı vahiy olundu? Doğrusu o, yalancı ve kibir sahibidir. Semud kavmi, Salih aleyhisselamı büyülenmiş, yalancı ve mütekebbir diye itham etmelerine rağmen, Salih aleyhisselam onları, tatlı dille imana davete ve nasihatlerine devam etti: - Ey kavmim! şu bulunduğunuz halde, bahçeler, pınarlar, ekinler ve latif, hoş tomurcuklanmış hurma ağaçları arasında ve dağlardan yonttuğunuz ve yaptığınız köşkler, saraylar içinde, ölüm ve azaptan emin ve ferah olarak başıboş mu bırakılacağınızı zannediyorsunuz? Allahü tealadan korkun, tul-i emelde, uzun emelde olmayın! Artık bana itaat edin! Çünkü, benim emrime, dediklerime itaat, Allahü tealaya itaattir! Semud kavmi, Hazreti Salih’i iyi bir insan olarak görüyordu. Ancak onun iyiliğini, putlara hizmette görmek istiyorlardı. Salih aleyhisselam peygamber olduğunu bildirince, bir kısmı dedi ki: - Salih’in maksadı bizi kandırıp, elimizdeki mallara konmaktır. Diğer bir kısmı ise diyorlardı ki: - Hayır, Salih’in bizim malımıza ihtiyacı yoktur. Onun maksadı olsa olsa bize reis olmaktır. Bir başka grup da dedi ki: - Onun reislikte de gözü yoktur. Belki akıl hastalığından dolayı böyle birtakım anlaşılmaz şeyler söylemiş olabilir. Daha sonra mel’un şeytan da insan suretinde, onların aralarına girip dedi ki: - Ne garip şey! Daha dün bir çoban gibi aramızda bulunan kişi, şimdi birdenbire korkutucu sözler söylüyor. Bütün putları bir kenara itip, görünmeyen bir mabuda tapmamızı söylüyor. Herkesin kendi etrafında toplanmasını, sözünü dinlemelerini, böylece insanlara daha iyi bir hayat vereceğini söylüyor. Ama nasıl ve neyle? Belli değil. Hepimizin sapık, kendisinin tek başına bize yol gösterici olduğunu söylüyor. Aklının, hepimizin aklından çok olduğunu ve alemlerin Rabbi ile irtibatta bulunduğunu iddia ediyor. Böyle bir şey nasıl mümkün olabilir? Başkalarının yapamadığını o nasıl yapabilir? Yoksa Ay’ı gökyüzünden yere mi indirecek, yoksa yeryüzünü güneşe mi yaklaştıracak? Yoksa ölüyü mü diriltecek? Semudlular şeytanın vesvesesiyle, kalkıp, Salih aleyhisselama gittiler ve ona dediler ki: - şimdiye kadar kimsenin ceddinden ve soyundan bir kötülük görmedik. Fakat, sen insanların hayatını perişan edecek sözler söylüyorsun. Sen bu putların hiçbirini kabul etmiyorsun ve karışıklık çıkarmaktasın. Bu yeni sözleri nereden getirdin? Ve görülmeyen mabud seni nasıl vazifelendirmiştir? Söz ve iddia ile bir şey sabit kılınamaz. Eğer doğru söylüyor isen, hiç kimsenin yapamadığı bir işi yapman gerekir. Doğru söz delil ister. Bütün insanları, senin mabudunun yarattığını ve herkesten güçlü olduğunu söylüyorsun. Biz de her şeyi bildiğimizi söylemiyoruz. Yaşadığımız bir dünya vardır. Eğer sen de yeni bir iş yapamayacaksan ve insanlarla aranda yeni bir fark bulunmuyorsa, bu davadan vazgeç. Salih aleyhisselam, onlara şöyle cevap verdi: - Söylediğim her şeyi Rabbimin iradesiyle söylüyorum. Rabbim dilerse, düşündüğünüz bütün şeyler, istediğiniz her alamet meydana gelir. O zaman Semudlular Kur’an-ı kerimde mealen buyurulduğu üzere; “Sen, çok sihre, büyüye uğramışsın, dediler.” [şuara: 153] Salih aleyhisselam her gün kavmi arasında dolaşır, güler yüz, tatlı dil ve yumuşaklıkla, onları imana davet ederdi. Buna karşılık, kavminin alaylı ve hakaret dolu sözlerine sabreder, cevap vermeyip, üzüntülü bir şekilde inananların yanına dönerdi. Ayrıca kafirler, müminlerle de her yerde alay ederlerdi. Kavminin kendisiyle ve müminlerle alay edişleri Kur’an-ı kerimde şöyle bildirilmektedir: (İmana gelmeyip, kibir üzere olan o kavmin ileri gelenleri, zayıf ve aciz addettikleri müminlerle alay ederek dediler ki: “Siz, Salih’in gerçekten Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu biliyor musunuz?” Müminler sağlam bir imanla; “Evet, Onun bize ve size peygamber olduğunda şek ve şüphemiz yoktur” dediler. O zaman, o iman etmeyi kibirlerine yediremeyenler; “Biz, sizin iman ettiğiniz şeye inanmıyor, inkar ediyoruz” dediler.) [A’raf: 75-76] Semudlular kibirde daha da ileri giderek dediler ki: - Ey Salih! Sen, bizi görmediğimiz bir şeye inanmaya çağırıyor, babalarımızın taptığı putlarımızı bırakmamızı söylüyor ve Ad kavminin başına gelenlerle korkutuyorsun. Halbuki onların evleri, çardakları kumlar üzerine kurulmuştu. Rüzgar elbette onları yıkar. Bizim saraylarımız öyle olmayıp, dağlara, kayalara oyulmuştur. Rüzgarın kayaları yıkması mümkün değildir. Senin Rabbinin de bize gücü yetmez. O esnada şiddetli bir sesle irkildiler. “Salih aleyhisselam, hakikaten Allahü tealanın peygamberidir. Putlar batıldır” sesiyle bütün putlar devrildi. Bu hali açıkça gören Semudlular, iman edecekleri yerde, hayret ve dehşetle, “Bu olsa olsa Salih’in sihridir” dediler. Küfürleri ve düşmanlıkları gittikçe fazlalaşıp; “Salih aramızda doğru bir kişi idi. şimdi yalanı, sihri, bühtanı, putlarımıza muhalefeti apaçık meydana çıktı” diyerek, küfür ve isyanlarına devam ettiler. Salih aleyhisselam, bir ara kavminin iman etmesinden ümidini kesip, Rabbine dedi ki: - Ya Rabbi! Bir sefere çıkayım, yolculuğumda salih kimselerle karşılaşıp, onlarla dost olayım. Hak teala ona izin verdi. Oradan ayrıldı. Birçok yerlerden geçti. Birgün kendini ibadete vermiş bir kişiye rastladı. Ona dedi ki: - Niçin tenhalarda yalnızlığı seçtin? - Bu yerde bir köy vardı. Ahalisinin tamamı Allahü tealaya inanmazdı. Cümlesi helak olup, yalnız ben kurtuldum. Geri kalan ömrümü, o beladan kurtulduğum için, Allahü tealanın şükrüne hasrettim. Bu sebeple tenhalarda ibadet ederim. Salih aleyhisselam, onun sözlerinden ve halinden ibret alıp, daha fazla şükürle meşgul oldu. Sonra yolu bir deniz kenarına uğradı ve bir adaya geldi. Adada, ibadet eden bir şahıs gördü. Ona da tenhalarda ibadet etmesinin sebebini sordu. O da şu cevabı verdi: - Ey Salih! Bir cemaat ile idim, onlar çok kötü insanlardı. Birgün onlarla birlikte bir gemiye bindim. İçlerinde benden başka Hak tealaya inanan yoktu. Neticede gemi battı. Benden başka hepsi boğuldular. Kurtuluş nimetinin şükrünün edası için, burasını seçtim. Salih aleyhisselam, veda edip ayrıldı. Çok yerler geçip, halkının tamamı imansız olan bir şehre geldi. Orada iki mümin kimse buldu. Bunlar gündüzleri helal kazanıp, akşam kendilerine yetecek kadar yiyecek alıkoyup, fazlasını fakirlere sadaka verirlerdi. Bir akşam birlikte otururlarken, heybetli bir ses işittiler. Salih aleyhisselam onlara, bu sesin sebebini sordu. Onlar da dediler ki: - Burada yırtıcı bir hayvan vardır. Sesi her gün bu saatte duyulur. Kimi bulursa helak eder. - Eğer şehirdekiler bana mallarının bir kısmını verirlerse, onları bu hayvanın şerrinden kurtarırım. Onlar gidip, Salih aleyhisselamın sözlerini şehir halkına söylediler. Herkes malının bir kısmını getirip, bir yere yığdı. Sonra da Hazreti Salih’ten dediğini yapmasını istediler. Salih aleyhisselam Allahü tealaya dua etti. Duası neticesinde, o vahşi hayvanın iki parça olduğu görüldü. şehir halkı sözlerinde durup, mallarını Hazreti Salih’e verdiler. Hazreti Salih de, o iki kişiye, bu malları kabul etmelerini söyledi. Fakat onlar istemediler ve dediler ki: - Bize alınterimizle kazandığımız kifayet eder. Bunun üzerine, Salih aleyhisselam, malları sahiplerine geri verdi. Sonra da Allahü tealaya şöyle dua etti: - Ya Rabbi! Sana şükürler olsun ki, kullarından salih kimseleri bana gösterdin. O zaman Allahü tealadan vahiy geldi: - Ey Salih! Dünyanın nizamı, alemin intizamı benim sevgili kullarımın mevcut olmaları iledir. Dünyanın nizamını, alemin intizamını sevgili kullarımın varlığına bağladım. Eğer onlar olmasa, bütün isyan edenleri göz açıp kapayıncaya kadar helak ederim. Salih aleyhisselam daha sonra, kendisine iman etmemiş olan kavminin yanına döndü. Küfür ve isyanda bu kadar ileri giden Semudlular, Hazreti Salih’i susturmak maksadıyla yine toplandılar ve dediler ki: - Ey Salih! Peygamber olduğun doğru ise, bize vahşi hayvanlardan birkaç tane çağır da, gelip senin peygamber olduğunu söylesinler. O zaman gerçekten sana inanacağız. Salih aleyhisselam da onların bu istekleri karşısında, Allahü tealaya dua etti ve, “Ey hayvanlar, geliniz! İstedikleri şehadeti söyleyiniz” diye seslendi. Bunun üzerine, büyük bir arslan kükreyerek çıkageldi ve dile gelerek; “Buyur ey Salih aleyhisselam” deyip, Allahın birliğine, Hazreti Salih’in peygamberliğine şehadet etti. Boynunu eğdi. Kafirlerden biri; “şu sihre bakınız” dedi. O anda arslan, o kafire hücum etti. Kafirlerden her biri dağılıp, evlerine kapanarak, kapılarını da kilitlediler. Sonra da pişman olup; “Ey Salih, bu belayı def et, seni dinleyeceğiz” diye özür dilediler. Hazreti Salih’in işareti ile arslan geri dönüp kayboldu. O gün bir grup Semudlu, imanla şereflendi. Bunlardan son iman eden, Hazreti Salih’in amcasının oğlu idi. Ancak kavmin çoğu iman etmedi. Bunun neticesinde cenab-ı Hak, isyan ve taşkınlığın (küfrün) zirvesine çıkan bu kavmin de kadınlarını, Hud aleyhisselamın kavminde olduğu gibi, kısır bıraktı. Ağaçlar kuruyup meyve vermedi. Sığırlar buzağılamayıp, davarlar kuzulamadı. Semudluların bir kuyusu hariç, hepsi kurudu. Bu durum karşısında, Semud kavminin insanları kin ve öfke ile dediler ki: - Ey Salih, aramıza fesat karıştırdın. Mallarımıza, çoluk-çocuğumuza, bizlere zarar verdin. Buradan çekil git, yoksa seni öldürürüz! Salih aleyhisselam müminlerin yanına döndü. Salih aleyhisselam, Allahü tealanın emriyle, bir müddet kavminin yanından ayrıldı ve uzun müddet dönmedi. Daha sonra emr-i İlahi ile kavminin yanına gitti. Onlar, bayramları sebebiyle bir yere toplanmışlardı. Reisleri süslü elbiseler giymişti. Putları da sağ ve soluna dizmişler, altın ve gümüşten kürsülere koymuşlardı. Reisleri Cenda, altın ve gümüşle süslü bir tahta kurulmuş oturuyordu. Salih aleyhisselam oraya gelince; onlara hitaben dedi ki: - Ey kavmim! “La ilahe illallah. Salih, Allahü tealanın kulu ve peygamberidir” deyiniz! Ey kavmim, size bir kere peygamber olarak gönderildim. şimdi ikinci defa gönderiliyorum. Kavmi bunu duyunca, hayrette kaldılar. O esnada putlar yüzüstü düştü. Uzun zaman geçtiği için, kendisini tanıyamayan Semud kavminin reisi Cenda sordu: - Sen kimsin? Salih aleyhisselam kendisini tanıtınca, Cenda; “Sen hakikaten Salih misin? Uzun zaman oldu, seni göremedik. Kırk sene kadar aramızda yoktun. Kaybolmuştun. Ey kişi! Sen Salih olamazsın. Sen bir sihirbazsın” deyip, onu ölümle tehdit etti. Kavminin, Salih aleyhisselamı tehdit ettiği sırada, orada bulunan Cenda’nın amcasının oğlu, “Ey Salih, biz seni tanıdık. Sen bize nasihat edensin. Lakin, biz senin nasihatine muhtaç değiliz. Buradan git! Bizi rahat bırak” dedi. Salih aleyhisselam ona dönerek buyurdu ki: - Ey kişi! Sen bugün, çoluk çocuğun da falan saatte ölecek. Yarın da anan ve baban ölecekler. Çabuk iman et! Eğer imanlı vefat edersen, Allahü teala seni yarın diriltir ve bir mucize olarak Semud kavmine gösterir. Ömrünü, sonuna kadar sıddık bir kimse olarak yaşar gidersin. Bunu duyan Cenda’nın amcasının oğlu, derhal değişti, iman edip, Salih aleyhisselamın hak peygamber olduğuna şehadet getirdi. Sonra da insanların bakışları arasında oradan ayrıldı. Hazreti Salih’in dediği vakit gelince, hakikaten Cenda’nın amcasının oğlu vefat etti. Arkasından da hanımı ve çocukları öldüler. Bu hadise Semud kabilesi arasında yayıldı. Ertesi gün, baba ve annesi de öldü. Semudlular daha çok şaşırdılar. Reis Cenda da korku ve telaşla, bu olanları takip ediyordu. Salih aleyhisselam, kavmine sordu: - Ey Semudlular! O ilk vefat eden kişi, aranızda nasıl bir kimse idi? - Sevdiğimiz hayırlı biri idi. - Eğer Allahü teala onu benim duamla diriltirse, iman eder misiniz? - Putlarımıza tapmaktan vazgeçer, sana iman ederiz. Sonra beraberce ölen kişinin evine gittiler. O kişi, eşi, çocukları, anası, babası herbiri bir köşede yatıyorlardı. Salih aleyhisselam, Allahü tealaya duadan sonra, o ilk vefat edene ismiyle hitap etti. O meyyit; “Buyur ey Allahü tealanın peygamberi” deyip, şehadet getirdi. Semudlular bu mucizeyi gördüler. Lakin iman edeceklerine dair verdikleri sözde durmayıp, yine Hazreti Salih’e, “sihirbaz” dediler, iftirada bulundular. Telaşla kalkıp puthanelerine gelerek, Hazreti Salih’in mucizesini putlarına anlattılar. Mel’un şeytan putlara girerek dedi ki: - Sözünüzü anladım. Eğlencenizin başına dönerek, yiyip içip kendinizden geçiniz. Salih’i görürseniz, ona, senden önce gelen Nuh ve Hud peygamberlerin getirdiği mucizelerden getir, göster de görelim deyin! Semudlular sevinç ve neşe ile geriye döndüler. Hazreti Salih’i görüp, şeytanın dediklerini ilettiler. Hazreti Salih onlara dedi ki: - Ey kavmim! Bu güne kadar peygamberliğime delil olan çok alametler gördünüz. Size; vahşi hayvanlar, kuşlar, ağaçlar, ölüler ses verip şehadette bulundular. Bunlar yetmez mi ki, hala şek ve şüphedesiniz? Madem ki, bunlar yetmedi, öteki isteklerinizi de söyleyin. Nasıl bir mucize istersiniz? - Ey Salih! Bizimle beraber bayramımıza iştirak edersin. Sen kendi ilahına, biz de kendi ilahlarımıza dua ederiz. Eğer senin duan kabul olursa, biz sana tabi oluruz. - Bayram gününüzde, yanınıza inşaallah geleceğim. Salih aleyhisselamın devesi Salih aleyhisselam ile kararlaştırılan gün gelince, bütün Semudlular eğlence yerinde toplandılar. Reisleri Cenda da orada altından bir taht üstünde ve ipek elbiseler içinde idi. Hazreti Salih de abdest alıp, iki rekat namaz kıldıktan sonra, Allahü tealaya dua ve niyazda bulunup yola çıktı. Yolda birçok mucizeler zuhur etti. Ağaçlar eğiliyor, kuşlar gölge yapıyor, hayvanlar muvaffakiyeti için dua ediyorlardı. Salih aleyhisselam doğruca reis Cenda’nın karşısına gitti. Orada toplananlara seslendi: - Ey kavmim! Ben, Allahü tealanın size gönderdiği peygamberim. Bana itaat edin ki, azaptan kurtulasınız. Cenda dedi ki: - Ey Salih! Eğer doğru söylüyorsan ve peygamberlik davasında isen, seni imtihan etmek istiyoruz. Bu imtihanımız şöyle olacak: Biliyorsun ki, bölgemizde El-Katibe isminde büyük bir kaya vardır. Oraya gideceğiz. Senin ilahın o kayadan kızıl tüylü, doğurmak üzere olan dişi bir deve çıkarsın ve taştan çıkan deve yavrulasın, yavrusunun da rengi anasına benzesin! Semudluların en kıymetli malları deve olduğu için, Salih aleyhisselamdan deve istediler. Salih aleyhisselam, müşriklerin kendini aciz bırakıp, kalabalığın önünde mahcup etmek için teklif ettikleri bu istekler karşısında, hiç telaşlanmayıp namaza durdu. Allahü tealaya yalvarıp, bu mucize isteğinden rızası var mı, yok mu diye vahiy bekledi. Allahü teala o mübarek peygamberinin doğruluğunu meydana çıkarmak için, öyle bir devenin meydana çıkarılacağını, kendisine şu şekilde müjdeledi: - Ey Salih! şüphe yok ki, biz onları imtihan için, diledikleri şekilde kayadan bir deve çıkarır ve göndeririz. Artık onların yaptıklarına bak, helaklerini bekle ve ezalarına sabret! Onlara haber ver ki, kendilerine mahsus olan büyük kuyunun suyu, kendileri ile deve arasında taksim olunmuştur. Bir gün devenin, bir gün de onların ve hayvanlarınındır. Her birisi su nöbetinde hazır bulunsun. Devenin nöbetinde onlardan hiçbir kimse gelmesin! Salih aleyhisselam, kavminin mucize isteklerini kabul etti. Onlara, bu istedikleri mucize olduğu takdirde ne yapacaklarını sordu. Hep birlikte iman edeceklerini söylediler. Semudlular, aslında böyle bir devenin ortaya çıkabileceğine hiç ihtimal vermiyorlardı. Salih aleyhisselam dua etti. O zaman, önüne geldikleri o kaya büyümeye başladı. Gebe bir deve şekline döndü. Birtakım sancılı sesler peyda olup, kaya çatladı. İçinden bir deve çıkarak, dedi ki: - La ilahe illallah Salih nebiyyullah! Ben Allahü tealanın gönderdiği bir deveyim. Rabbimi tesbih ederim. Beni bir mucize kıldı. Reis Cenda, bu mucizeyi büyük bir dikkatle seyretti ve sonunda koltuğundan kalkıp, Hazreti Salih’in yanına gelerek alnından öptü. Sonra da kavmine dönüp, “Ey Semud kabileleri! Bu kadar körlük yeter. Ben ona inandım. Eşhedü enla ilahe illallah ve enne Salihan nebiyyullah, dedi ve onunla birlikte kavminden yüz kişi de imanla şereflendi. Semud kabilesi insanlarının yavaş yavaş iman ettiklerini gören puthane muhafızı Darid, yüksek bir sesle bağırdı: - Ey Semud kabileleri! Sihir olan bir şeye ne kadar çabuk meylediyor ve Salih’i peygamber kabul ediyorsunuz. Gelin putlarımıza gidelim de, bundan daha acayibini onlar bize göstersin! Bu sözler karşısında birçoğu tereddüt gösterip, iman etmediler. Cenda’nın kardeşi şihab iman etmek üzereyken, vazgeçip küfrü seçti. Semudlular bu durumu görüp, imansızlıkta ısrar ettiler ve onu, kendilerine kumandan, reis seçtiler. Tacı onun başına koydular. Cenda şehre döndü. Evindeki putları kırıp koltuğunu parçaladı. Kendine ait malları iman edenlere taksim etti. Sert, keçeleşmiş bir elbise giydi ve Semudlular arasında dolaşmaya başladı. Onlara dedi ki: - Ey Semudoğulları, devenin söylediğini söyleyiniz, la ilahe illallah Salih nebiyyullah, deyiniz! Semud kabileleri kötü sözlerle onunla alay etmeye başlayarak, “Yazıklar olsun sana ey Cenda! Salih’in sihrine kandın” dediler. O da şöyle cevap verdi: - Sizin aranızdaki itibarımı ne çabuk unuttunuz. Ben kendim için bu dini seçtim. Rabbimin azabından korkum çoktur. Daha sonra Cenda, Hazreti Salih’ten hiç ayrılmaz oldu. Allahü tealaya ibadete başladı. Kayadan istedikleri cins deve çıkınca, Salih aleyhisselam, onlara, Allahü tealanın; “İşte istediğiniz dişi deve; su bir gün o devenin, bir gün de sizindir. Su içmekte ona dokunmayın! Sakın dövmek, öldürmek suretiyle, ona bir kötülük yapmayın! Yoksa sizi büyük bir günün azabı yakalar” şeklindeki kesin azap emrini de tebliğ etti. Deve, yavrusuyla birlikte dağlara çıkar, ağaçlar kendisine dallarını eğerdi. O da en lezzetli yaprakları yer, sonra vadilerde otlardı. Semudun hayvanları onu görünce, korkup kaçarlardı. Deve, akşam olduğunda şehre gelir, Semudlular da gelip, kaplarını sütle doldurur giderlerdi. Sağmak zahmeti olmadan, süt, kaplarına akardı. Deve, daha sonra Hazreti Salih’in ibadet ettiği yerin civarına gelir, orada kalır, sabaha kadar Allahü tealayı tesbih eder, sabah olunca da tekrar meralara giderdi. Deve, Allahü tealanın izni ile dile gelir, Semudluları imana davet ederdi. Semudluların bir su kuyusu olup, etrafında bir havuzu vardı. Deve su nöbetinde oraya gelir, doyuncaya kadar su içerdi. Semudlular, bir gün su, bir gün de devenin sütünü içiyorlardı. Su nöbetlerinde, kuyunun suyu deveye kalmasın diye, çok su biriktiriyorlardı. İman etmeyenler zaman zaman birbirlerine dediler ki: - İşte görüyorsunuz, ağaçlar dallarını, yapraklarını yesin diye deveye eğiyor. Her gün meralarda deve için otlar bitiyor. Hayvanlarımız ondan kaçıyor, helak oluyor. Sütünü içtiğimizde bedenlerimizde hastalık oluyor. Bu deve bize hayır getirmiyor. Buna bir çıkar yol bulalım. Böylece nankörlük edip, deveyi helak etme yollarını aradılar. Fakat Hazreti Salih’in haber verdiği azap sebebiyle de korkup karar veremediler. Yine de fırsat kollamayı elden bırakmıyorlardı. Semudlular deveyi boğazladılar Semud kavmi içinde, sürüleri zarar gördüğü için, devenin öldürülmesini çok isteyen iki kadın vardı. Birisi, yaşlı fakat çok malı, mülkü olan ve güzel kızları bulunan Uneyze idi. Diğeri Saduf idi ki, hem cemal sahibi, hem de malı, mülkü pek fazla idi. Hazreti Salih’e en çok bu kadın düşmandı. Semud kavminden iman etmeyenleri, deveyi boğazlamaları için devamlı teşvik ediyordu. Birgün ismi Mısda olan amcasının oğlunu çağırarak, ona dedi ki: - Ey Mısda! Eğer büyük zararını gördüğümüz Salih’in (aleyhisselam) devesini öldürürsen, sana varırım. Her şeyimle senin olurum. Bu teklifinde ısrar ederek, sonunda onu ikna etti. Gidip durumu Uneyze’ye de anlatıp dedi ki: - İkna ettiğim Mısda’nın yanına yardımcılar lazımdır. Kavmimiz içinde Kıdar isminde, evlenmemiş birisi var. Kızlarını ona teklif et. Kabul ederse, onu da yardımcı vererek deveyi boğazlatmış oluruz. Uneyze kabul edip, kızlarından en güzelini giydirip süsledi ve Kıdar’a gösterdi. Kıdar, kavmi içinde çok çirkin ve babası belli olmayan biri idi. Teklifi kabul etti. Kıdar ile Mısda görüşüp, deveyi öldürmek için plan yaptılar. Yanlarına Mısda’nın kardeşi, Heril, Düayr, Darid, Reyyan, Lübeyd, Mesred isimli bedbahtları da alarak tam dokuz kişi oldular. Bunlar kabileleri dolaşıp, yapacakları işi anlattılar ve taraftar topladılar. Semudoğullarının küçüğü-büyüğü, kadını-erkeği, devenin öldürülmesine rıza göstermişti. Devenin öldürüleceği gün, Uneyze, kızını süsleyip Kıdar’ın yolu üzerine çıkardı. Kıdar, evlenmek arzusuna kavuşmak için deveyi beklemeye başladı. Kur’an-ı kerimde Neml suresinin 48. ayet-i kerimesinde, toplanan bu fesat ehli mealen şöyle bildirilmektedir: (O Semud kavminin bulunduğu şehirde dokuz kimse vardı. Bunlar deveyi öldürmeye teşebbüs ettiler. Bunlar o şehirde ıslah ile değil, ifsat ile meşgul idiler.) Bu dokuz kişi planları gereği, devenin geçeceği yolda pusuya yattılar. Deve yaklaşınca, Mısda bir ok atıp, deveyi yaraladı ve yere düşürdü. Kıdar ve yanındakiler de üzerine atılıp boğazladılar. Kur’an-ı kerimde A’raf suresinin 77. ayet-i kerimesinde mealen şöyle haber vermektedir: (Semud kavmi o deveyi kestiler. Rablerinin emrine uymayıp isyan ettiler.) Hazreti Salih’in; “Deveyi kendi haline bırakın, yesin, içsin” emrine karşı gelip taşkınlık yaptılar. Devenin yavrusunu da yakalayıp öldürdüler. Semudlular devenin etlerini pay ettiler ve pişirip yediler. O zaman kuşlar ve yırtıcı hayvanlar dile gelerek, “şimdi Semud kavmi helak oldu. Rabbimizin emrine karşı gelip isyan ettiler” diye çağrıştılar. Salih aleyhisselam durumu öğrenip, müminlerle birlikte oraya gitti. Devenin halini görünce, çok üzüldü. Hazreti Salih’in gözyaşları mübarek sakallarına aktı ve “İlahi! Ahir zamanda gönderilecek, alemlere rahmet olacak olan Muhammed Mustafa hakkı için kavmime hidayet eyle” diye duada bulundu. Semud kavminin helakı Semud kavminin azgın müşrikleri, deveyi kestikten sonra, işi büsbütün azıtarak alaya, hakarete başladılar ve dediler ki: - Ey Salih! Eğer gönderilen peygamberlerden isen, bize vaadettiğin azabı getir! Salih aleyhisselam kavmine buyurdu ki: - Ey kavmim! Ben size Rabbimin risaletini tebliğettim ve size nasihat ettim. Lakin siz nasihat edenleri sevmezsiniz, ey kavmim! Niçin tevbeden evvel azabın gelmesine acele edersiniz? Niçin Allahü tealadan magfiret isteyerek iman etmezsiniz? Keşke Allahü tealaya istigfar etseniz de merhamet olunsanız. Zira azap geldiğinde tevbe kabul olmaz. Müşrikler Hazreti Salih’in şefkat ve merhamet dolu nasihatlerine karşı dediler ki: - Ey Salih! Biz seninle ve sana tabi olan müminlerle uğursuzluğa uğradık. Sen bu dini ortaya attığından beri, bizim başımız beladan kurtulmuyor. Sen böyle bir din getirmeden önce, bu belalardan hiçbirisine maruz kalmazdık. Allahü teala Hazreti Salih’e vahiy gönderip, “Kavmine azabın geleceğini bildir!” buyurdu. Bunun üzerine Salih aleyhisselam kavmine şöyle dedi: - Evlerinizde üç gün yaşayınız. Çarşamba, perşembe ve cuma günü. İlk günde yüzleriniz sararır, ikinci günde kızarır, üçüncü günde kararır, dördüncü gün de helak olursunuz. Bu kesin bir vaattir. Bunun üzerine, Semudlular, Hazreti Salih’in azap vaadi karşısında dediler ki: - Ey Salih! Elinden geleni ardına koyma! Biz deveyi öldürerek etini yedik. Sen uzun zamandır bizi azapla korkutursun. Biz ondan bir eser göremiyoruz. O gecenin sabahında, birtakım acayip hallerle karşılaştılar. Devenin bastığı yerlerden kan fışkırdığını, ağaçların yapraklarının kızardığını, kuyu suyunun kan kırmızısı, yüzlerinin de sapsarı olduğunu görüp, birbirlerine haber verdiler. Sonra Hazreti Salih’e gittiler ve “Ey Salih! Sen bizim renklerimizde ve etrafta olan değişikliğe ne dersin” dediler. Hazreti Salih de buyurdu ki: - Bu, Allahü tealanın azabının ilk alametidir. Bu ilk gününüzdür. Semudlulardan deveyi öldüren dokuz kişi; “Salih bizlere ne sihir varsa yapıyor. Üç güne kadar da azap vaadi var. O gelmezden önce Salih’i, ailesini ve ona inananları öldürelim” dediler ve yola çıktılar. Gece olduğunda Hazreti Salih’in ibadet ettiği yere geldiler. Cebrail aleyhisselam her birini öldürdü. Ertesi gün Semudlular, bu dokuz kişinin cesetlerini buldular. Kur’an-ı kerimde bu durum mealen şöyle bildirilmektedir: (Onlar bu şekilde Salih’i öldürmek için hile yaptılar. Biz de onların bu hilelerinin cezasını verdik. Halbuki onların bundan haberleri yoktu. İşte bak, o tuzaklarının akıbeti nice oldu? Çünkü biz onları da, kavimlerini de helak ettik.) [Neml 50-51] Allahü teala, Hazreti Salih’e Cebrail aleyhisselamı göndererek, müşriklerin tuzaklarından ve başlarına geleceklerden, onu haberdar etti. O da iman edenlerle birlikte o beldeyi terk ettiler. Bunların kurtulmalarına sebep imanları idi. Allahü teala bu durumu şöyle bildirmektedir: (Vakta ki, azabımız veya azapla emrimiz gelince, Salih’i ve onunla beraber müminleri indimizde rahmetle, o azaptan ve o günün rüsvalığından kurtardık. Muhakkak senin Rabbin, azabında kuvvetli ve düşmanlarına galiptir.) [Hud 66] (Salih’e ve onunla olan müminlere necat verdik. Onlar küfür ve günahtan sakınırlardı.) [Neml 53] İkinci günde Semudluların yüzleri kana boyanmış gibi kıpkırmızı oldu. Azabın geleceğine kanaat getirip feryat ettiler, bağrıştılar, ağlaştılar. “İki gün geçti” dediler. Üçüncü günü yüzleri simsiyah oldu. Sanki yüzlerine zift sürülmüştü. Hepsi ümitsiz olup; “Azap hangi taraftan gelir” diyerek sağa, sola ve semaya doğru bakıştılar. Azap vakti geldiğinde, Allahü teala Cebrail aleyhisselamı gönderip buyurdu ki: - Semud kavmi bana iman etmediler. Nimetlere şükretmediler. Benim halık (yaratıcı) ve Rab olduğumu inkar ederek, kendilerine mucize olarak gönderdiğim deveyi boğazladılar. Resulüm Salih’i de yalanladılar. şimdi onlara şiddetli sayha [öldürücü şiddetli bir ses] ile azabı indir! Saraylarını, diyarlarını harap et! Bu İlahi emir üzerine bir sabah vakti, öldürücü dehşetli bir ses ve zelzele, Semud kavminin insanlarını yakaladı. Cebrail aleyhisselam, onları muhkem binalarda helak etti. Fahreddin-i Razi’nin beyanına göre, sayhanın şiddet ve heybetinden, hepsinin ödleri patlamak suretiyle öldüler. Allahü teala Kur’an-ı kerimde mealen bu hali şöyle bildirmektedir: (Semud kavmini sabah vaktinde, Cebrail aleyhisselamın şiddetli sayhası yakaladı. Hepsi helak oldular. Kazanageldikleri, işledikleri o şeyler, muhkem evler, mal ve nüfuslarının çoğalmış olmaları onlardan azabı defedemedi.) [Hicr 83-84] (Onların üzerine Cebrail’in bir sayhasını gönderdik de, hayvan ağılına konan kuru çalı çırpı ve otlar gibi mahvoluverdiler.) [Kamer 31] (Onlar; gökten heybetli sesle yerde zelzele olup, kalbleri parçalanarak yüzleri üzerine düşüp, evlerinde helak oldular.) [A’raf 78] (Küfürle nefslerine zulmedenleri; Cebrail’in sayhası alıp, kalbleri parçalanıp, evlerinde yıkılıp helak oldular.) [Hud 67] (Biz Semud kavmine hayır ve şer yolunu gösterdik. Onlar körlüğü, yani dalaleti hidayet üzerine tercih ettiler. Onları, dünyada kazandıkları küfür ve isyan sebebiyle azap saikası alıp, zelil ve helak oldular.) [Fussilet 17] (Onları azap yakaladı. Muhakkak bunda bir ibret vardır. Onların çoğu iman edici olmadı. Muhakkak ki, senin Rabbin azizdir, rahimdir.) [şuara158-159] Bu son ayet-i kerimede, onların çoğu veya yarısı iman edici olsa, yani Hazreti Salih’e iman etse idiler, onlara azabın gelmeyeceğine, gönderilmeyeceğine dair işaret olduğu bildirilmektedir. Salih aleyhisselamın mucizeleri Salih aleyhisselam, kavminin helakinden sonra, kendisine iman edenlerle birlikte Mekke’ye gitti. Oraya yerleşti. Başka yere gittiği de bildirilmiştir. Salih aleyhisselamın gönderildiği Semud kavminin yaşadığı yerlerde, hamt diye bilinen dikensiz ve meyveleri olmayan ağaçlar vardı. Orada bunlardan başka ağaç bulunmazdı. Birgün Semud kavminin önde gelenleri Salih aleyhisselama gelip, “Sen, gerçekten peygamber isen, bu ağaçlar meyve versin” diyerek, Salih aleyhisselamdan mucize göstermesini istediler. Onların bu teklifi üzerine, Salih aleyhisselam dua etti. Orada hamt cinsinden ne kadar ağaç var ise, hepsi meyve verdi. Salih aleyhisselamın kavminin bulunduğu yerde, tek bir kuyu olup, başka yerde su yoktu. Susuzluktan dolayı bu beldede mahsul elde edilemediğinden, Semudlular gelip; “Gerçekten peygamber isen, şu taştan su çıkar” dediler. Salih aleyhisselam, onların bu teklifi üzerine Allahü tealaya dua etti. Onun bu duası üzerine, kendisine vahiy gelip, “O taşın çevresinde yedi kere dolaş” buyuruldu. Salih aleyhisselam vahiy mucibince, o taşın çevresinde dolaşırken, o büyük taştan göz göz sular akmaya başladı. Semudlular bu sularla boş arazilerini suladılar. Kurak arazileri; bağlar, bahçeler haline getirdiler. Salih aleyhisselamın kavmi olan Semudlular, koyunculuk da yaparlardı. Bunun için senenin bazı aylarını sahralarda, yaylalarda çadır kurarak geçirirlerdi. Yaylada bulundukları bir sırada, iman etmeyenlerden bir kişi, gizlice Salih aleyhisselamın çadırını ateşe verdi. Çadır ateş aldı. Oradaki kafirler alaya başladılar ve dediler ki: - Sen gerçekten peygamber isen, çadırındaki yangını söndür de görelim. Bunun üzerine Salih aleyhisselam dua etti. Ateş hemen etraftaki çadırlara sıçradı. Kafirlerin bütün çadırları yanıp kül olduğu halde, Salih aleyhisselamın çadırına bir şey olmadı. Semud kavminin helak olmasına sebep olan hususiyetlerinden bazıları şunlardır: Semud kavmi küfür içinde olup, Salih aleyhisselamı yalanladılar. Ahiret gününde hesap vereceklerini düşünmediler. Allahü tealanın kendilerine birçok nimet verdiği halde, bu nimetleri veren Allahü tealaya isyana devam ettiler. Allahü tealanın gönderdiği Salih aleyhisselama itaat etmeyip, nefslerinin arzu ve isteklerine uydular. Allahü tealanın peygamberine düşmanlık ettiler. Kendi görüşlerine uyarak apaçık olan mucizelere inanmadılar. Kendilerine nasihat eden kimselerden rahatsız oldular ve bu kimselere düşmanlık yaptılar. Nitekim Ayet-i kerimede mealen buyuruldu ki: (Salih kavmine dedi ki: Ey kavmim! Ben size Rabbimin emrini tebliğ ettim ve size nasihat ettim. Lakin siz nasihat edenleri sevmezsiniz.) [A’raf 79] Semud kavmi dünya malına tamah ederek, ömürlerinin uzunluğuna aldandılar. Fuhuş arttı. Nitekim deveyi boğazlamaya sebep, iki kadının yapmış oldukları vaat idi. Allahü tealaya verdikleri sözde durmadılar, emanete riayet etmediler. Vakıf olan mallara, mesela Allahü tealanın vakfettiği deveye el uzattılar. ZÜLKARNEYN ALEYHİSSELAM Hazreti Zülkarneyn’in Kur’anı kerimde kıssası, doğuya ve batıya seferleri zikredilmiştir. Peygamber veya veli olduğu bildirilmiştir. Hazreti Nuh’un oğlu Yafes’in soyundandır. Asıl ismi İskender’dir. Doğuya ve batıya gittiği için, Zülkarneyn namıyla anılmıştır. Yemen’de yaşamış olan Münzir İskender ile Aristo’nun talebesi olan Makedonyalı İskender’den daha önce yaşadı. İbrahim aleyhisselam ile birlikte haccetti. Onun elini öpüp duasını aldı. Teyzesinin oğlu olan Hazreti Hızır’ı ordusuna kumandan tayin etti. Hazreti Zülkarneyn, doğuya ve batıya hakim olan bir cihangirdi. Nitekim Resulullah efendimiz bir hadis-i şeriflerinde; (İsmini duyduğunuz kimselerden, yeryüzüne dört kişi malik oldu. İkisi mümin, ikisi de kafir idi. Mümin olan ikisi, Zülkarneyn ile Süleyman [aleyhimesselam] idi. Kafir olan ikisi de, Nemrud ile Buhtunnasar idi. Beşinci olarak yeryüzüne benim evladımdan biri, yani Mehdi malik olacaktır) buyurmuşlardır. Resulullah efendimiz Mekke’de peygamberliğini bildirip, geçmiş ümmetlerin başlarına gelen ibretli hadiselerden bahsedince; Kureyş müşrikleri, Ona karşı çıkmak için, kendilerince daha ilgi çekici olan hikayeler bulup anlatmaya başladılar. Yahudilerden ve İranlılardan duydukları masallar ve geçmiş ümmetlere dair hikayelerle, Resulullah efendimize karşı çıkmaya kalkıştılar. O sırada, ahir zaman peygamberinin kendi içlerinden çıkacağı ve oraya hicret edeceği inancıyla Medine’ye gelip yerleşmiş olan birçok Yahudi vardı. Mekkeli müşrikler, Medine Yahudilerine adam gönderip, Resulullah efendimizi imtihan için, onlardan bilgi istediler. Medine Yahudileri, onlara; eshab-ı Kehf’i, yeryüzünün doğusuna ve batısına gidip fetheden Zülkarneyn’i ve ruhun mahiyetini sormalarını tavsiye ettiler. Sonra da dediler ki: - Eğer bu üç şeyden haber verirse, peygamberdir, Ona uyun. Eğer cevap veremezse, yalancının biridir, istediğinizi yapın. Yahudilerden bu bilgileri öğrenen Mekkeli müşrikler, Resulullah efendimize gelip, bu üç soruyu sordular. Resulullah efendimiz, kimseden ilim öğrenmemiş, okuma-yazması bile yoktu. İnsanlara söyledikleri, Allahü tealanın kendisine vasıtalı ve vasıtasız olarak bildirdiği veya kalbine ilham ettiği şeylerdi. Tabii ki, O, ne eshab-ı Kehf’i, ne ruhun mahiyetini, ne de Zülkarneyn’i bir yerden öğrenmiş değildi. Müşrikler gelip sorularını sorunca, Allahü teala, Resulüne Kehf suresini inzal buyurdu. Bu surenin 83-98. ayet-i kerimelerinde, Hazreti Zülkarneyn’in doğuya ve batıya seyahati, bu sırada karşılaştığı kavimler ve kafirlere olan muamelesi anlatıldı. Bu vesileyle Müslümanlar da, Hazreti Zülkarneyn hakkında en doğru bilgilere sahip oldular. Bu ayet-i kerimeleri, tefsir eden müfessirler, hadis-i şeriflerde ve çeşitli rivayetlerde bildirilen haberlerle oldukça geniş açıklamışlardır. Salih bir zat olan Hazreti Zülkarneyn’i, Allahü teala, yeryüzündeki insanlara, emir ve yasaklarını tebliğ ile vazifelendirdi. Hazreti Zülkarneyn, Allahü tealaya niyazda bulunup dedi ki: - Ya Rabbi! Bana tevcih ettiğin bu işte, ancak sen yardıma kadirsin. Beni hangi ümmetlere gönderdiğini, onlara hangi asker ve kuvvetle ve nasıl galip geleceğimi, bunun için hangi çarelere başvuracağımı, onlara karşı çoğunluğu nasıl elde edeceğimi, hangi hilm ve sabırla karşı duracağımı, nasıl hitap edeceğimi ve lisanlarını nasıl anlayacağımı, sözlerini hangi kulak ile duyacağımı, hangi göz ile onlara nüfuz edeceğimi, karşılarına hangi hüccetle çıkacağımı, işlerini hangi hikmetle düzenleyeceğimi, aralarında hangi ilim ve adaletle hükmedeceğimi bilmiyorum. Bu bahsettiğim şeylerden hiçbiri bende yok. Ya Rabbi! Sen Rahimsin. Sen hiç kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemezsin. Bilakis sen, kullarına merhamet edensin. Bunun üzerine Allahü teala şöyle buyurdu: - Sana verdiğim vazifeyi yapabilmen için kuvvet ihsan ederim. Göğsünü açarım. Herşeye gücün yetecek hale gelirsin. Anlayışını açar, konuşmanı genişletirim. Kulağını açarım, ta uzaktakileri işitirsin. Basiretini genişletirim, çok uzakları görür, her şeye nüfuz edersin. Tedbirli olmak kabiliyetini veririm, her şeyi sağlam yaparsın. İstediğin her şeyi ihsan ederim. Bunları, senin için saklarım. İstediğini her zaman bulursun. Ayağını sağlam bastırırım. Sana heybet veririm, hiçbir kimse sana kötü gözle bakamaz. Ben sana yardım ederim. Hiçbir şey sana zarar veremez. Seni kuvvetlendiririm, hiçbir şeye yenilmezsin. Kalbine kuvvet veririm, hiçbir şeyden korkmazsın. Nur, aydınlık ve zulmeti, karanlığı emrine verir, onları senin askerin yaparım. Nur, önünde yol gösterir; zulmet, arkandan seni muhafaza eder. Allahü teala Nur ve başka vasıtaları Hazreti Zülkarneyn’in emrine verdi. Ona ilim ve kudret, insanlar üzerinde tasarruf ve hakimiyet verdi. Ayrıca; beyaz ve siyah olmak üzere iki sancak ihsan etti. Zifiri karanlık olan gecede beyaz sancağı açınca, ortalık aydınlığa gark olurdu. Gündüz harp ederken, düşman askerinin karanlıkta kalmasını arzu ederse, siyah sancağını açar, düşman tarafı zifiri karanlık, kendi tarafı aydınlık olur, böylece kısa zamanda düşmana galip gelirdi. Her sefere çıkışında, önü aydınlık, arkası karanlık olurdu. Çok geçmeden memleketi genişledi, devleti güçlendi. Allahü tealanın emir ve yasaklarını bütün dünyaya yaymayı azmetti. Teyzesinin oğlu olan Hazreti Hızır’ı kendisine vezir, ordusuna kumandan tayin etti. Allahü tealanın emriyle, müminlerden meydana gelen ordusu ile birlikte, ilk önce batıya yürüdü. Vardığı her yerde kafirleri hak dine davet etti. İnananlara iltifat ve ikramda bulunup, inanmayanlarla harp etti. Batıda meskun yerlerin sonuna vardı. Artık karalar bitmiş, hep deniz başlamıştı. Hazreti Zülkarneyn’in seddi Hazreti Zülkarneyn batıda bir kavim buldu. Bu kavmin fertleri kafir idi. Vahşi hayvan derilerinden elbise giyerler, denizin dışarı attığı balık cinsinden şeyleri yiyerek geçinirlerdi. Değişik bir dille konuşan, bu güçlü kuvvetli kimselerin acayip tabiatları, yadırganacak adet ve huyları vardı. Allahü teala, Hazreti Zülkarneyn’i, onlar hakkında serbest bıraktı. Dilerse iman etmeyenlerle mücadele etmesini, isterse onların hak dini kabul etmeleri için güzel muamelede bulunmasını bildirdi. Hazreti Zülkarneyn, bunlardan ikincisini tercih edip, hüsn-i muamelede bulundu ve onlara dedi ki: - Her kim nefsine zulmederek davetimi kabul etmez, küfürden ayrılmazsa; elbette onu öldürürüz. Sonra da ahirette Rabbimizin mahkeme-i kübrasına sevk olunur. Allahü teala da onu şiddetli ve ebedi olan cehennem azabıyla cezalandırır. Ama kim davetimi kabullenir, Allahü tealanın emir ve yasaklarını gözetir ve tasdik eder, yapması emredilen ibadet ve vazifeleri yerine getirirse, onun için çok güzel ve ebedi olan cennet vardır. Böyle iman eden kimse için, kendisine emrettiğimiz şeylerde kolaylık söyler, ona; namaz, zekat, cihad gibi yapabileceği şeyleri teklif eder, yapamayacağı meşakkatli şeyleri emretmeyiz. Onları bu şekilde imana davet etti. Onların bir kısmı imanla şereflendi, bir kısmı da yüz çevirdi. Hazreti Zülkarneyn iman etmeyenlerin üzerine yürüdü ve onları karanlık içinde bıraktı. Onlar karanlıkta ne yapacaklarını bilemediler. Helak olacak bir hale gelince, Hazreti Zülkarneyn’e yalvararak tevbe edip, davetine icabet ettiler. Allahü tealanın varlığına ve birliğine iman edip, Onun emir ve yasaklarına canla başla tabi olacaklarına söz verdiler. Hazreti Zülkarneyn, bu iman edenlerden kalabalık bir ordu kurdu. Bu ordunun arkasını karanlıkla emniyete aldı. Beyaz bayrağın nuru ile önünü aydınlattı. Ordusu ile uğradığı her yerde, ne kadar millete rastlamışsa, hepsini hak dine davet etti. Allahü tealaya imana ve ibadete çağırdı. İman etmeyenler cezalarını gördüler. Yaya olarak Mekke-i mükerremeye gitti ve haccetti. Hazreti İbrahim’le görüştü. Hayır duasını aldı. Nasihatlerine mazhar oldu. Hazreti Zülkarneyn, daha sonra doğuya yöneldi. Güneşin ilk ışıklarının vurduğu en uçtaki kara parçasına vardı. Orada güneşten korunacak kaya ve ağaç cinsinden hiçbir şey yoktu ve buranın insanları, güneş doğunca, mağaralara veya suya girerlerdi. Güneşin şiddetli sıcağı geçince, girdikleri yerlerden çıkıp, ihtiyaçlarını gidermeye çalışırlardı. Hazreti Zülkarneyn, onları da hak dine davet etti. Hazreti Zülkarneyn, daha sonra, kuzeye bir sefer yaptı. İki dağ arasına vardı. O iki dağın yakınında oturan kalabalık bir kavimle karşılaştı. Bilmediği bir dille konuştuklarından, bir şey anlamıyordu. Bir tercüman vasıtasıyla onların sözlerini anladı. O kavmin padişahı, Hazreti Zülkarneyn’i iyilikle karşıladı. Hediyeler takdim etti. Hazreti Zülkarneyn’in iltifatına mazhar oldu. O kavim, Hazreti Zülkarneyn’e Yecüc ve Mecüc’den şikayette bulundu. O kavimle birlikte Yecüc ve Mecüc’ün zararından korunmak için set yaptı. Hazreti Zülkarneyn yaptığı seferlerin birinde, bir ülkeye uğradı. Oradaki insanların elinde dünya serveti namına bir şey yoktu. Rızıklarını sebzeden temin ederlerdi. Sebzelerini korumakta çok ihtimam gösterirlerdi. Ayrıca bu kavimde herkes kendi mezarını kazar, her gün mezarını temizler ve ibadetlerini burada yapardı. Hazreti Zülkarneyn, bunların hükümdarlarını çağırttı. Hükümdar dedi ki: - Ben kimseyi istemiyorum. Beni isteyen de yanıma gelir. Hazreti Zülkarneyn bu söz üzerine hükümdarın yanına giderek dedi ki: - Ben seni davet ettim, niye gelmedin? - Sana bir ihtiyacım yok, olsa gelirdim. - Bu haliniz nedir? Sizdeki bu hali kimsede görmedim. - Evet biz altın ve gümüşe kıymet vermiyoruz! Çünkü baktık ki; bunlardan bir miktar, bir kimsenin eline geçerse, bu sefer daha fazlasını isteyecek ve huzuru bozulacak. Onun için dünyalık peşinde değiliz. - Bu mezarlar nedir? Neden bunları kazıyor ve ibadetlerinizi burada yapıyorsunuz? - Dünyalık peşinde koşmamak için bunu böyle yaptık. Mezarları görüp de oraya gireceğimizi hatırlayınca, her şeyden vazgeçeriz. - Niçin sebzeden başka yiyeceğiniz yoktur? Hayvan yetiştirseniz de sütünden, etinden istifade etseniz olmaz mı? - Bitkilerle geçimimizi sağlıyoruz. Zaten boğazdan aşağı geçtikten sonra hiçbirinin tadını alamayız. Birgün birisi Hazreti Zülkarneyn’e gelip dedi ki: - Bana, iman ve yakinimi kuvvetlendirecek bir şey öğret. Buyurdu ki: - Hiddetlenip kimseye kızma! Zira şeytanın insana en çok hulul edebileceği zaman, insanın hiddetli zamanıdır. Bunun için, hiddetini sükunetle yenmeye çalış! Sakın acele etme, zira acele ettiğin zaman, elindekini kaybedersin. Yakın ve uzağına karşı yumuşak ol; inatçı, inkarcı ve zalim olma! Hazreti Zülkarneyn, Allahü tealanın yardımı ile doğu, batı ve kuzeydeki bütün ülkeleri fethedip, her tarafa Allahü tealanın emir ve yasaklarını yayma vazifesini tamamladıktan sonra, askerlerine izin verdi. Kendisi Medine ile Şam arasındaki Dumet-ül-Cendel denilen yerde insanlardan ayrıldı. Yalnız Allahü tealaya ibadet ve itaatle meşgul oldu. Az bir zaman sonra da vefat etti. Mekke’ye veya Mekke civarındaki Tehame dağlarında bir yere defnedildiği bildirilmiştir. Definden sonra, alim olan büyük bir zat, dedi ki: - İskender-i Zülkarneyn, ölümü ile demek istedi ki: Arkamdan gelen ordular ile doğu ve batıya hakim oldum. Hizmetçilerim emrimden çıkmadı. Dünyayı baştan başa tuttum. Sayısız hazinelerim vardı. Fakat bütün bu dünya nimetleri, kalıcı değildir. Gördüğünüz gibi, mezara eller boş gidiliyor. Dünya malı, dünyada kalıyor. Bunun için, ahirette de faydalı olacak işleri yapmak lazımdır. |
İBRAHİM ALEYHİSSELAM
İbrahim aleyhisselam, Keldanilerin memleketi olan Babil’in doğu tarafında ve Dicle nehri ile Fırat nehirleri arasındaki bölgede doğdu. Babası, Taruh isminde temiz bir mümin idi. Annesi, İbrahim aleyhisselama hamile iken, babası Taruh vefat etti. Bundan sonra İbrahim aleyhisselamın annesi, İbrahim aleyhisselamın amcası olan, Azer ile evlendi. Azer, üvey babası ve amcası olup, putperest idi. Azgın bir kral Nemrud İbrahim aleyhisselamın peygamber olarak gönderildiği Keldani kavmi, yıldızlara ve putlara tapıyordu. Bu kavmin o devirdeki kralı Nemrud idi. İnsanların; putlara ve kendine tapmasını emreden Nemrud, zalim ve büyüklük taslayan ve çok zulmeden azgın bir kraldır. Nemrud’un babası Kenan, Ham soyundandır. O zaman insanların pek çoğu ona boyun eğmişti. Zira, dünyanın meskun bölgelerine hakim idi. Nitekim hadis-i şerifte buyuruldu ki: (İsmini duyduğunuz kimselerden, yeryüzüne dört kişi malik oldu. İkisi mümin, ikisi de kafir idi. Mümin olan iki kişi, Zülkarneyn ile Süleyman (aleyhimesselam) idi. Kafir olan ikisi de Nemrud ile Buhtunnasar idi. Beşinci olarak, yeryüzüne, benim evladımdan biri, yani Mehdi malik olacaktır.) Nemrud gurur, cehalet ve ahmaklıkla, haşa uluhiyet davasında bulundu. Kur’an-ı kerimde Bekara suresi 258. ayet-i kerimesinde mealen buyuruluyor ki: (Allah, kendisine saltanat ve mülk verdi diye azarak İbrahim ile Rabbi hakkında mücadele edeni [Nemrud’u] görmedin mi? Haberi sana ulaşmadı mı?) Nemrud, saltanatının ilk yıllarında adalet ve insaf ile idare etti. Sonradan şeytanın vesvesesine aldanarak kibre kapıldı ve ilahlık davasında bulundu. Bütün insanları kendine taptırmak istedi. İnsanlar, Allahü tealaya iman ve ibadet etmeyi bırakıp, Nemrud’a, yıldızlara ve putlara tapmaya başladı. Nemrud ve ona tabi olanlar, azgınlık ve isyan içinde yaşamakta iken, birgün, Nemrud bir rüya gördü. Rüyasında, gökyüzünde bir nurun parladığını, güneşin, ayın ve yıldızların, bu nurun ışığında kaybolduğunu ve bir kimse gelip, kendisini tahtından kaldırıp yere vurduğunu gördü. Müneccimlerini toplayıp gördüğü bu korkunç rüyayı tabir ettirdi. Müneccimler, “Yeni bir peygamber ve din gelecek, senin saltanatını temelinden yıkacak! Ona göre tedbirini almalısın” diye tabir ettiler. Nemrud, “Bu işin tedbiri kolaydır” diyerek, buna mani olacağı zannına kapılıp, gücüne güvenerek önemsemedi ve şu emri verdi: - Bundan sonra, kimse çocuk sahibi olmayacak. Hanımlardan uzak durulacak. Doğan çocuklar, erkekse öldürülecek, kızsa bırakılacak! Bu işi gerçekleştirmek için memurlar tayin etti. Her on ailenin başına bir memur vazifelendirip, halkı o sene kontrol altına aldı. Bütün erkekleri şehirden dışarı çıkardı. Şehrin çevresine de nöbetçiler dikti ve erkeklerin şehre girmesini engelletti. Yeni doğan erkek çocukları derhal öldürtüyordu. Bu suretle yüz bin masum bebeğin öldürüldüğü bildirilmiştir. Hazreti İbrahim’in doğumu Nemrud, doğacak erkek çocukların öldürülmesi için emir verdiğinde, annesi İbrahim aleyhisselama hamile idi. Babası Taruh ise, bu sıralarda vefat etmişti. İbrahim aleyhisselamın annesi, Taruh’un kardeşi Azer ile evlendi. Mümine bir hanım olan bu kadın, Azer’in şerrini bildiği için, doğacak çocuğa bir zarar vermesinden korkuyordu. Onun zararından kurtulmak için, Azer’e dedi ki: - Eğer karnımdaki bu çocuk erkek doğarsa, götürüp Nemrud’a teslim edersin. Böylece Nemrud seni daha çok sever ve sana kıymet verir. Bu sözler üzerine, Azer sevindi. Doğum zamanı yaklaşınca da, onu başından savmak için; “Kadınların doğum yapmasında ölmek tehlikesi de vardır. Çok korkuyorum. Sen puthaneye git, benim için dua et de kurtulayım” dedi. Böylece hile ile Azer’i yanından uzaklaştırdı. Azer puthaneye giderek, içeri kapanıp çıkmadı. Bu sırada İbrahim aleyhisselamın annesinin doğum zamanı geldi. Hemen doğum hazırlıklarını tamamlayıp, gizlice bir mağaraya gitti. Orada İbrahim aleyhisselam doğdu. Böylece, Nemrud gibi zalim bir diktatörün bütün tedbirleri boşa gitmiş ve İbrahim aleyhisselam dünyaya gelmişti. Annesi onu iyice emzirip, şehre döndü. Azer’e haber gönderip, eve gelmesini istedi. Azer eve gelip, merakla halini sorunca, ona dedi ki: - Bir erkek çocuk doğurdum. Çocuk zayıf doğdu ve hemen öldü. Buna Azer inandı. Hazreti İbrahim’in annesi, Azer evden çıkıp gidince, gizlice çocuğunu bıraktığı mağaraya gider, onu emzirip dönerdi. Çocuğunun yanına gittiğinde, bazan onu, parmaklarını emer bir halde görürdü. Dört parmağından ağzına; yağ, bal, süt ve hurma şırası gelirdi. Ne zaman yalnız kalsa, Allahü teala Cebrail aleyhisselamı gönderir, bu gıdaları parmaklarından akıtırdı. İbrahim aleyhisselam büyüyüp, mağaradan çıktıktan sonra, Keldani kavmine doğru yolu anlatmaya başladı. Bu kavim putlara ve yıldızlara tapıyordu. Azgın kralları Nemrud da ilahlık iddiasında bulunuyor, insanları kendine taptırıyordu. İbrahim aleyhisselam putlara ve yıldızlara tapmanın batıl ve yanlışlığını, Nemrud’un da aciz bir insan olduğunu açık delillerle ve anlayacakları bir usulle insanlara anlattı. İbrahim aleyhisselam mağaradan çıkıp, üvey babası Azer’in evine gittiği zamanlar, başta kavmin kralı Nemrud olmak üzere, insanlar korkunç bir sapıklık ve azgınlık içinde idiler. İbrahim aleyhisselam, Allahü tealanın verdiği rüşd ve hidayet ile, insanların hidayete kavuşmaları, Allahü tealaya iman ve ibadet etmeleri için tebliğe başladı. Önce üvey babası olan Azer’e, putlara tapmaktan vazgeçip, Allahü tealaya iman etmesini söyledi. İbrahim aleyhisselam üvey babası Azer’e, peygamberlik gereği, gayet yumuşak bir tavırla, putların; işitmeyen, görmeyen, fayda ve zarar vermekten aciz; onlara tapmanın ise sapıklık ve boş bir şey olduğunu söyledi. Üvey babasını imana davet etmesi ve nasihati, Kur’an-ı kerimde Enbiya suresinde bildirilmiştir. Azer’i imana davet etti İbrahim aleyhisselam, putlara tapmaktan vazgeçmesini üvey babasına söyledikten sonra, sözlerine şöyle devam etti: - Niçin bir fayda vermekten aciz olan şeylere taparsın? Dua, niyaz ve ibadet, ancak, her şeye kadir olan, her şeyi bilen Allahü tealaya yapılır. Putlar kendilerini bile korumaktan aciz şeylerdir. Hiç onlara tapılır mı? Ey babacığım! Bana; vahiy yoluyla, senin bilmediğin bir ilim; Allahü tealayı tanımak, iman etmek ve Onun hükümleri geldi. Bana tabi ol, söylediğim şeyleri kabul et! Seni, doğru bir yola, doğru bir imana kavuşturayım. Ta ki, sapıklıktan kurtulup hidayete kavuşasın! Ey babacığım! Şeytanın seni aldatmasına kapılma, şeytanın seni aldatmak için süslü gösterdiği putlara tapma, küfründen vazgeç! Şüphesiz ki şeytan, Allahü tealanın emrine uymayıp isyan etmiştir. Böylesine asi olan şeytana uyma! Eğer putlara tapmakla küfürde, iman etmemekte ısrar edersen, şeytana uyarsan, korkarım ki, bu isyanın sebebiyle azaba düşer, ebediyen felakete uğrarsın! Şeytanı dost edinmiş olursun ve şeytanla birlikte cehenneme atılırsın. Böyle ebedi bir felaketi düşün de şeytana uyma, putlara tapmaktan vazgeç! Allahü tealaya iman et ve ebedi saadete kavuş! Azer, İbrahim aleyhisselamın yumuşaklıkla söylemesine ve Allahü tealaya imana davet etmesine rağmen, bunu kabul etmedi ve sert bir lisanla cevap verdi: - Ey İbrahim! Nedir bu öğütler? Yoksa sen bizim putlarımızı, tanrılarımızı mı reddediyorsun? Eğer tanrılarımızı kötülemekten vazgeçmezsen, sana çirkin sözler söylemekten geri durmam veya seni öldürürüm! Evimden, yurdumdan çık, uzaklaş, git! Puthanenin nazırı, yani bakıcısı olan Azer, put yapıp satarak geçimini temin ederdi. Yaptığı putları çocuklarına sattırırdı. İbrahim aleyhisselamın da satmasını ister, ona da verirdi. Azer’in oğulları, putları halk arasında överek satarlardı. İbrahim aleyhisselam da, satmak için kendine verilen puta ip bağlayıp; sürükleyerek pazara götürürdü. İnsanların yaptığı bu putların; güçsüz, kudretsiz olduğunu göstermek için, sürükleyerek götürdüğü putun başını suya sokar, alay ederek; “Hadi iç” derdi. Böylece insanlara, bu aciz putlara tapmalarının manasızlığını gösterirdi. Hadis-i şerifte bildirildi ki: (Azer, kıyamet günü, yüzü simsiyah ve toz toprağa batmış bir halde iken, İbrahim aleyhisselam ona, “Ben sana dünyada iken benim bildirdiklerime iman et, putlara tapma, demedim mi” deyince, Azer, “İşte bugün sana asi olmayacağım” diyecek. Fakat iş işten geçmiş olacak, artık affolunmayacak. Bundan sonra Azer, kana bulanmış bir sırtlan suretinde İbrahim aleyhisselama gösterilecek ve ayaklarından tutulup cehenneme atılacaktır.) O zaman insanların putlara tapması; yıldızları ilah kabul etmeleri ve putları da, ilah kabul ettikleri yıldızlara yaklaşma vasıtası olarak düşünmeleri sebebiyle idi. İbrahim aleyhisselam, Keldani kavmini bu hususta da uyararak, yıldızlara tapmanın, onları ilah kabul etmelerinin batıl ve yanlış olduğunu, gayet açık bir şekilde, anlayacakları tarzda bildirdi. Bu husus Kur’an-ı kerimde mealen şöyle bildirildi: (Vakta ki, İbrahim [üvey] babası Azer’e; “Sen putları kendine tanrılar mı ediniyorsun? Gerçekten ben, seni ve kavmini açık bir sapıklık içinde görüyorum” demişti.) [En’am 74] İbrahim aleyhisselam kavmine, onların anlayacağı dilden tebliğde bulunurdu. Bu konuda onların tapmış olduğu göklerden, Ay ve Güneş’ten misaller verirdi. Nitekim Kur’an-ı kerimde mealen buyuruldu ki: (Biz İbrahim’e tevhidde yakin üzere sabitlerden olması için, göklerin ve yerin melekutunu öylece gösterdik.) [En’am 75] Tefsir alimleri buyurdu ki: Ayet-i kerimedeki göklerin melekutu; Güneş, Ay ve yıldızlar, arzınki ise; dağlar, ağaçlar ve denizlerdir. Bütün bunlar; Allahü tealanın büyüklüğünü, her şeye kadir olduğunu ve alemleri yoktan var ettiğini gösteren birer işaret ve delildir. İbrahim aleyhisselama, göklerin ve arzın melekutu gösterildiği beyan edildikten sonra, mealen şöyle buyuruldu: (Vakta ki, İbrahim’in üzerini gece bürüdü. Yıldız gördü. [“Böyle Rab olmaz” manasında] “Bu mu benim Rabbim” dedi. Yıldız batınca; “Ben böyle batanları sevmem” dedi. Sonra Ay’ı doğarken gördü. “Rabbim bu mudur” dedi. Fakat o da batıp kaybolunca; “Yemin ederim ki, eğer Rabbim beni hidayet üzerinde sabit bırakmasaydı, elbette ben dalalete düşenler topluluğundan olacaktım” demişti. Daha sonra Güneş’i doğarken görünce; “Daha büyük olan, bu Güneş mi benim Rabbim” dedi. Batınca da, “Ey kavmim, bu gördükleriniz hep yok olan varlıklardır. Ben, sizin Allaha şirk koştuğunuz şeylerden kat’i olarak uzağım. Şüphesiz ben bir muvahhid, Allahü tealaya iman eden olarak, gökleri ve yeri yaratan Allaha yöneldim. Ben Allaha ortak koşanlardan, müşriklerden değilim” dedi.) [En’am 76-79] İbrahim aleyhisselam böyle söylemekle, yıldızlara tapan bir kavmi kınamak, onlara gittiği yolun sapıklık olduğunu göstermek ve bu delillerle hakikatı bildirmek, onları iyice düşünmeye ve anlamaya sevketmek istemiştir. Yıldızları, Ay’ı ve Güneş’i gösterip, her biri için; “Bumu benim Rabbim” diyerek önce dikkatlerini çekmiş, sonra da böyle inanmalarının batıl olduğunu söylemiştir. Yani adeta şöyle denmiştir: İyice bir düşünün! İlah dediğiniz bu yıldızlardan daha parlak olan Ay ve Güneş doğuyor, batıyor. Bunlar nasıl ilah olabilir? Bunları bir yaratan vardır. O da Allahü tealadır. O, noksan sıfatlardan münezzeh ve her şeye kadirdir. İbrahim aleyhisselam, Keldani kavmini sapıklıktan kurtarmak ve hidayete kavuşturmak için, taptıkları yıldızların ve putların ilah olmadığını, anlayabilecekleri açık delillerle onlara gösteriyordu. Onlara şöyle ikazda bulunuyordu: - Nedir bu taptığınız birtakım putlar, suretler? Bu cansız ve aciz şeylerin ne faydası, ne de zararı vardır. Ey kavmim! Taştan, ağaçtan yaptığınız putlara tapmayı bırakınız, Allaha şirk koşmayınız! Kesinlikle biliniz ki, ibadet ettiğiniz şeyler, asla size fayda verme gücüne sahip değildirler. Her şeye kadir olan Allahü tealaya iman ediniz ve Ona ibadet yapınız. Eğer Allahü tealaya ibadet ederseniz mükafatını; şirk koşarsanız, azap ve cezasını göreceksiniz. Döneceğiniz yer ahirettir. Yaptıklarınızın hesabını Allaha vereceksiniz! Keldani kavmi, İbrahim aleyhisselama dediler ki: - Biz babalarımızı, putlara ibadet ediciler olarak bulduk. Böylece onlara uyarak putlara tapmaktayız. - Ey putlara tapan kavim! Yemin ederim ki, siz de, babalarınız da apaçık bir sapıklık içinde bulunmaktasınız! Keldaniler, atalarının dalalet içinde bulunduklarına ihtimal vermedikleri için, hayretle Hazreti İbrahim’e sordular: - Sen bize bu sözü gerçek olarak mı söylüyorsun? Yoksa latife mi yapıyorsun? Bizimle eğleniyor musun? - Hayır, sizin Rabbiniz hem göklerin, hem de yerin Rabbidir ki, her şeyi O yaratmıştır ve ben de bu dediğime şahitlik edenlerdenim. Allaha yemin ederim ki, siz arkanızı dönüp, bayram yerinize gittikten sonra, ben putlarınızı elbette kıracağım! Hazreti İbrahim’in putları kırması İbrahim aleyhisselam Keldani kavmini, daima Allahü tealaya imana davet eder, onları, içinde bulundukları sapıklıktan kurtarmaya çalışırdı. Babil halkı onu bu tutumundan dolayı üvey babası olan Azer’e şikayet etmişlerdi. Azer, İbrahim aleyhisselamı azarlamak istedi ve bu işten vazgeçmesini söyledi. İbrahim aleyhisselam, onun sözlerine hiç aldırmayıp dedi ki: - Benden delil isteyin, göstereyim. Bana hidayet veren, doğru yolu gösteren Allahü teala, beni sizden ayırdı. İçinde bulunduğunuz sapıklığa düşürmedi. Sizi ve putlarınızı sevmiyorum. İbrahim aleyhisselam, Allahü tealanın emri üzerine büyük-küçük kim olursa olsun, insanları imana davet ediyordu. Bu sırada, insanlara topluca açık bir tebliğde bulunmayı, putların manasız ve acizliğini, onlara tapmanın apaçık bir dalalet, sapıklık olduğunu gayet açık bir şekilde göstermek istiyordu. O zaman Keldani kavmi, senede birgün toplanıp, kendilerine göre bayram yapardı. O gün gelince, halk bayram yapmak üzere bir yerde toplanırdı. Bayram yaptıktan sonra puthaneye gidip, putlara secde ederek taparlar, sonra evlerine dönerlerdi. Keldani kavminin toplanıp, bayram yapacakları yere gittiği zaman, İbrahim aleyhisselamın üvey babası ve puthanenin bekçisi olan Azer, ona dedi ki: - Bugün, bayram yapmaya sen de bizimle gel! İbrahim aleyhisselam onlarla birlikte, toplanacakları yere doğru yola çıktı. Biraz gittikten sonra; bir bahaneyle geri döndü. İnsanlar bayram yerinde toplandıkları zaman, şehirde kimse kalmamıştı. İbrahim aleyhisselam şehre girip, doğruca puthaneye gitti. Burada yetmiş kadar put vardı. Putların önüne, çeşit çeşit yemekler konmuştu. Putperestler bayram yapmaya giderken, bu yemekleri putların önüne koyup; “Yemeklerimiz bereketlenir, dönünce yeriz” demişlerdi. Bu putlar gümüşten, pirinçten, bakırdan ve ağaçtan yapılmıştı. En iri putu altından yapmışlar ve altından bir taht üzerine yerleştirmişlerdi. Üzerine sırmalı elbiseler giydirip, başına da süslü bir taç koymuşlardı. Putperest Keldani kavmi bayram yerinde iken, İbrahim aleyhisselam, yanında getirdiği bir balta ile bütün putları kırıp, parça parça etti. Sadece en iri putu kırmadı ve baltayı bunun boynuna asarak oradan uzaklaştı. Putperest Keldani kavmi bayramdan dönünce, adetleri üzere puthaneye gittiler. İçeri girdikleri zaman, putların kırılıp parça parça edildiğini görünce şaşırdılar. “Bunu kim yaptı” diye bağrışmaya başladılar. “Putları kıranı cezalandıracağız” dediler. Sonra araştırmaya başladılar ve dediler ki: - Bu işi, yapsa yapsa İbrahim yapar. Çünkü o bizimle bayram yerine gelmedi. Zaten İbrahim aleyhisselamın, kendilerini puta tapmaktan vazgeçirip, Allahü tealaya iman etmeye çağırdığını, putlardan nefret ettiğini biliyorlardı. İbrahim aleyhisselamı derhal yakalayıp, cezalandırmaya karar verdiler. Nihayet İbrahim aleyhisselamı bulup, halkın önünde sorguya çektiler: - Ey İbrahim! Bizim ilahlarımız olan putları sen mi kırdın? Bu hakareti sen mi yaptın? İbrahim aleyhisselam, bu sapık kişilerin açık delillerle uyanmalarını, sapıklıklarını anlamalarını ve böylece hidayete kavuşmalarını istiyordu. Bu sebeple onlara dedi ki: - Bu işi, boynunda balta asılı duran şu en iri put yapmış olamaz mı? “Ben varken bu küçük putlara niçin tapıyorlar?” demiş olabilir. Siz ona bir sorunuz. - Putlar konuşamaz ki, sen bize, “Onlara sor” diyorsun. Bunun üzerine İbrahim aleyhisselam şöyle dedi: - O halde daha kendilerini kırılmaktan kurtaramayan, size hiçbir faydası olmayan bu putlara ilah diyerek niçin tapıyorsunuz? Hala akıllanmayacak mısınız? Size ve taptığınız bu putlara yazıklar olsun! İbrahim aleyhisselamın bu sözlerine verecek cevap bulamayan putperestler, onu, ceza vermek üzere hapsettiler. Durumu ilahlık davasında bulunan kralları Nemrud’a bildirdiler ve İbrahim aleyhisselamı Nemrud’un yanına götürdüler. O zaman insanlar, Nemrud’un yanına girince, Nemrud’a secde ederlerdi. İbrahim aleyhisselam, Nemrud’a secde etmedi. Aralarında şu konuşma geçti:. - Niçin secde etmedin? - Ben, beni yaratan Rabbimden başkasına secde etmem. - Seni yaratan Rabbin kimdir? - Benim Rabbim, dirilten, hayat veren ve öldüren Allahtır. Bunun üzerine Nemrud, “Ben de diriltir ve öldürürüm” diyerek, zindandan iki kişi getirtti. Birini serbest bıkakıp, birini öldürdü. Güya böylece diriltmiş ve öldürmüş olduğunu gösterdi. Nemrud, diriltmenin hayatı olmayana hayat vermek, yani yaratmak; öldürmenin de, ruhu almak olduğunu ve bunu ancak her şeye kadir olan Allahü tealanın yapacağını bilmiyordu. Nemrud’un bu hareketi karşısında İbrahim aleyhisselam dedi ki: - Benim Rabbim güneşi doğudan getirir, doğdurur. Eğer gücün yetiyorsa sen de batıdan doğdur! Nemrud bu söz karşısında şaşırıp, aciz kaldı. Hazreti İbrahim’in ateşe atılması Nemrud’un, ilahlık iddiası ve İbrahim aleyhisselam ile mücadelesi, mülküne ve saltanatına bakarak şımarıp, taşkınlık göstermesi sebebiyledir. Veya iyilik yapana kötülük yapmak gibi, Allahü tealanın, kendisine verdiği mülk ve saltanata şükretmesi gerekirken, aksini yapmasındandır. İbrahim aleyhisselamın, Nemrud’a; “Rabbim dirilten, hayat veren ve öldürendir” demesi, Allahü tealanın var olduğunu ve her şeye gücünün yettiğini bildirmek için idi. İbrahim aleyhisselam Keldani kavmini dalaletten kurtarıp, hidayete kavuşturmak için, gayet açık tebliğlerde bulundu. Yıldızlara, putlara ilahtır diyerek tapmalarının, Nemrud’a boyun eğmelerinin ve Nemrud’un ilahlık davasında bulunmasının tam bir sapıklık olduğunu anlattı. Ayrıca bunu onlara, ibret alabilecekleri hadiseler ile açıkça gösterdi. Akıllarını kullanmaları için yıldızları gösterip; “Bumu benim Rabbim? Batıp gidenler Rab olur mu?” ve; putları kırıp, sorduklarında da; “Belki şu büyüğü, diğerlerini kırmıştır, ona sorun!” diyerek, putların fayda ve zarardan uzak olduğunu anlatmak istedi. Yine Nemrud kendisiyle mücadeleye girişince, onun da aciz, azgın ve taşkın bir kimse olduğunu ispat etti. Bütün bunlara rağmen Keldaniler bir türlü imana gelmediler. Üstelik mahluk olan, yaratılmış şeylere ilah diyerek tapmaya devam ettiler. Daha da ileri giderek İbrahim aleyhisselama nasıl bir ceza verebileceklerini düşünmeye başladılar. Önce bir müddet hapsettiler. Sonra hapisten çıkarıp yakmaya karar verdiler. Nemrud’a, İbrahim aleyhisselamı ateşte yakmayı Henun adında biri hatırlatmıştır. Allahü teala bunu hatırlatan kimseyi yere batırmıştır. Nemrud ve Keldani kavmi, şiddetli kin ve düşmanlık içinde, İbrahim aleyhisselamı yakmak için hazırlığa başladılar. Bunun için geniş bir yer hazırladılar. Herkesin buraya odun taşımasını, karşı çıkanın ise İbrahim aleyhisselam ile birlikte ateşe atılacağını ilan ettiler. Putperest kavmin hepsi, bir ay kadar odun taşıdılar. Aralarında hasta bir kadın vardı. O da putun önüne giderek; “Eğer hastalığım geçerse, şu kadar odun satın alıp vereceğim” demişti. Bir başka kadın ise, ip eğirip satar, parasıyla odun alıp, verirdi. Nihayet her taraftan taşıyıp getirdikleri odunları büyük bir dağ gibi yığıp, yakmaya başladılar. Yedi gün yanan ateşin alevleri gökleri kaplayıp çok uzaklardan görünüyordu. Ateşin değil yakınından, uzağından geçen kuşlar bile sıcaklığın şiddetinden yanıyordu. Nemrud, kendine yaptırdığı yüksek bir yerden, bu hali kibir içinde seyrediyordu. Keldani kavmi de aynı merakla büyük bir kalabalık halinde ateşin çevresinde toplanmışlardı. Nemrud’un yardımcıları ve hizmetçileri ise, hazır bir vaziyette emrini bekliyorlardı. Nemrud, şiddetle yanan bu korkunç ateşe atılması için; İbrahim aleyhisselamın hapsedildiği yerden getirilmesini emretti. Bekçiler ve halk, onu, boynunda zincir, elleri kelepçeli, ayaklarında bukağı [pranga, halka] olduğu halde, ortalarına alıp getirdiler. Keldani kavmi ateşe atmak için hazırlık yaparken, Allahü tealanın Halili, dostu İbrahim aleyhisselam, tevekkül ve yakinin en yüksek mertebesinde olduğu için, kalbine zerre kadar korku gelmedi. Oraya toplanan azgın kavmin bakışları karşısında, gayet vakarlı idi. Nemrud’un önüne götürüldüğünde, herkes, yanan ve gökleri tutan ateşin içerisine onun nasıl atılacağını düşünmeye başlamıştı. Bu sırada şeytan insan kılığına girip, yanlarına gelerek; onu ancak mancınıkla atabilecekleri teklifini yaptı. Bu teklif, Nemrud’un ve putperestlerin hoşuna gitmişti. İbrahim aleyhisselamı, alevleri göklere çıkan kocaman ateş yığınının içine fırlatmak üzere kurdukları mancınığa bağladılar. İbrahim aleyhisselam her zaman olduğu gibi, şimdi de Allahü tealaya tam bir tevekkül ve muhabbet içinde idi. Bu bakımdan, mancınığa ve yanan korkunç ateşe hiç aldırmıyordu. Yerde ve gökte bütün mahlukat, feryat edip dediler ki: - Aman ya Rabbi! Halilin İbrahim aleyhisselam ateşe atılıyor! O, her an seni zikreder ve seni bir an unutmaz. Ona yardım etmek için bize izin verir misin? Hatta, İbrahim aleyhisselama meleklerden gelip, her biri dedi ki: - Allahü teala rüzgarı emrime verdi. Emredersen, bu ateşi rüzgar ile darmadağın edeyim! - Sular benim emrimdedir. İstersen bu ateşi şu anda söndürürüm! - Yeryüzü emrime verilmiştir. Emir verirsen bu ateşi yere yuttururum! İbrahim aleyhisselam bu meleklerin hepsine de şu cevabı verdi: - Dost ile dostun arasına girmeyin. Rabbim ne dilerse yapsın. Kurtarırsa lütfundandır, şükrederim. Eğer yakarsa benim hizmetimdeki kusurumdandır, sabrederim. Putperestler; yaptıkları bütün hazırlıklardan sonra, kendilerini dünya ve ahirette saadete kavuşturacak, ebediyen kurtuluşa götürecek yolu gösteren yüce peygamber İbrahim aleyhisselamı dinlememe ve onu reddetme felaketi içerisinde ateşe atıyorlardı. Nihayet benzeri görülmemiş bir bedbahtlık ve azgınlık içinde, İbrahim aleyhisselamı mancınıkla korkunç ateşe fırlattılar. İbrahim aleyhisselam, mancınığa konulup, ateşe atılmak üzereyken; “Hasbiyallah ve ni’melvekil =Allahü teala bana yetişir. O çok iyi vekildir” dedi. Ateşe düşerken, Cebrail aleyhisselam, “Bir dileğin var mı” deyince; “Var, ama sana değil” diye cevap verdi. Böylece, “Hasbiyallah, yani Allahü teala bana kafidir” sözünün eri olduğunu gösterdi. Bunun için Necm suresinde; “Sözünün eri olan İbrahim” mealindeki 37. ayet-i kerime ile metholundu. Bundan sonra Cebrail aleyhisselam ile aralarında şu konuşma geçti: - Niçin Hak tealadan istemiyorsun? - Halimi biliyor, istemeye ne hacet. Hem, Allahü teala yakmak dileyince, Onun takdirine razı olmaktan başka ne istenir? - Ateşten Hak tealaya sığın, Ondan yardım iste. - Ateş kimin emriyle yanıyor? Yakma kimin işidir? - Allahü tealanın emriyle yanıyor. - Halil, Celilin yani yüce Allahın işinden razıdır. İbrahim aleyhisselam tam ateşe düşerken, Allahü teala ateşe şöyle emir buyurdu: - Ey ateş! İbrahim’in üzerine serin ve selamet ol! Bu ilahi hitap üzerine ateşin sıcaklığı gidip, soğudu. Cebrail aleyhisselam kanadıyla ateşi sıvadı. İbrahim aleyhisselam düşerken, iki melek kollarından tutup yere indirerek, oturttular. İndiği yer güllük, gülistanlık oldu. Bülbüller, kumrular ötmeye başladı. İbrahim aleyhisselam için, oradan tatlı bir pınar kaynayıp akmaya başladı. Cennetten bir gömlek getirildi. Hazreti İbrahim’e giydirildi. Bu gömlek Hazreti Yakub’a kadar gelmiş, O da oğlu Hazreti Yusuf’a giydirmişti. Hazreti Yusuf kuyuya atıldığında, bu gömlek üzerinde idi. Üzerinde cennetin kokusu bulunan bu gömlek, bir hastaya giydirildiğinde, hasta sıhhate kavuşurdu. Hazreti Yusuf’un, babası Hazreti Yakub’un gözleri görmez olunca, gözlerine sürmek için gönderdiği gömlek bu gömlek idi. Allahü teala, ayrıca bir melek gönderdi. Bu melek, ona hizmet ederdi. Mikail aleyhisselam da cennetten yemek getirdi. Ateş sadece, İbrahim aleyhisselamı bağladıkları bağları, ipleri yaktı. İbrahim aleyhisselam, ateşin ortasında bu saadetli halde iken, Nemrud, onu yüksek bir yerden seyrediyordu. Gürül gürül yanan ateşin ortasında, İbrahim aleyhisselamın, yemyeşil bir bahçe içerisinde oturduğunu ve yanında da onun suretinde birinin bulunduğunu gördü. Hayretler içerisinde dedi ki: - Ey İbrahim! Senin bildirdiğin ilahının kudreti çok büyükmüş, seni böyle korudu. Şu gördüğüm hali sana verdi. Oradan çıkıp gelebilir misin? - Evet çıkabilirim! - Bu ateşin, o zaman sana zarar vermesinden, yakmasından korkmaz mısın? - Hayır korkmam. - Öyleyse oradan çık gel. İbrahim aleyhisselam kalktı ve etrafında yanan ateşin arasından geçerek dışarı çıktı. Nemrud’un yanına varınca, Nemrud sordu: - Ey İbrahim! Senin yanında, senin suretinde gördüğüm kişi kimdir? - O bir melektir. Rabbim onu bana orada arkadaşlık etmesi için gönderdi. Nemrud bunu da öğrendikten sonra dedi ki: - Ey İbrahim! İsrarla Ondan başka ilah olmadığını söylediğin ve Ondan başkasına iman ve ibadet etmediğin Rabbinin, senin hakkındaki kudretinden ve azametinden dolayı, ben Ona dört bin sığır kurban keseceğim! Nemrud’un bu sözü karşısında, İbrahim aleyhisselam şu cevabı verdi: - Sen, içinde bulunduğun sapıklıktan dönüp, Allahü tealaya iman etmedikçe, Allahü teala senin kurbanlarını kabul etmez! Bunun üzerine Nemrud dedi ki: - Mülkümü, saltanatımı terkedemem! Fakat kurbanları keseceğim! Nemrud, İbrahim aleyhisselama söylediği kurbanları kesti ve İbrahim aleyhisselam ile mücadele etmekten aciz kaldığını anlayıp, bu işten vazgeçti. Fakat iman etmediği için, Allahü teala, onun kurbanlarını kabul etmedi. İbrahim aleyhisselamın ateşe atılmasını ibretle takip edenlerin bir kısmı imana geldi. İbrahim aleyhisselamın kardeşinin oğlu Lut ve İbrahim aleyhisselamın amcasının kızı Hazreti Sare de iman edenlerden idi. Nemrud ise inat ve kibir göstererek iman etmedi ve ebedi saadetten mahrum kalıp, sonsuz bir felakete düştü. İbrahim aleyhisselam, ateşten kurtulduktan sonra, Keldani kavmini bir müddet daha imana davet etti. Bütün gayretlerine rağmen, putperest kavim iman etmeye bir türlü yanaşmıyor, üstelik ona hakaret ve işkence ediyorlardı. İbrahim aleyhisselam ise bunlara, sabır ve tevekkül ile tahammül gösteriyordu. Bütün gayretlerine rağmen, az bir cemaat iman etmişti. Nihayet, İbrahim aleyhisselam putperestlere son davetlerini yaptı ve iman etmedikleri müddetçe, inananlarla aralarında buğz ve düşmanlığın süreceğini; iman ettikleri takdirde, dost ve kardeş olacaklarını ve ebedi saadete kavuşacaklarını söyledi. İman edenlerle birlikte onlardan alakayı kesti. İman edenlerle beraber onlara dedi ki: - Biz sizden ve Allahı bırakıp da tapmakta olduğunuz şeylerden kesinlikle uzağız. Allahın birliğine iman etmedikçe sizi ve putlarınızı tanımıyoruz. Allahın birliğine iman edinceye kadar, bizimle aranızda ebedi düşmanlık ve buğz başlamıştır. Dünya hayatında Allahü tealadan yüz çevirip, putlara tapmayı aranızda muhabbet vesilesi edindiniz. Fakat kıyamet gününde ise, bazılarınız birbirlerine küfür ve inkar isnat edecek, bazılarınız da birbirlerine lanet edecektir. Sizin yeriniz cehenemdir. Orada sizi ateşten kurtaracak hiçbir yardımcı da yoktur. Putperest müşrikler, İbrahim aleyhisselama ve iman edenlere karşı şiddetli ve görülmedik bir inatla karşı duruyor ve onları ağır işkencelere maruz bırakıyorlardı. Bu durum had safhaya ulaşmış ve dayanılmaz bir hal almıştı. Allahü teala İbrahim aleyhisselama, ibadet ve taatlarını rahat yapmaları için, bulunduğu beldeden hicret etmesini emir buyurdu. İbrahim aleyhisselam, böylece Şam tarafına hicret etti. Bu hususta Kur’an-ı kerimde mealen şöyle buyuruldu: (İbrahim [aleyhisselam] şöyle dedi: “Ben kavmimin arasından Rabbimin emrettiği yere hicret edeceğim. Şüphe yoktur ki, Allah azizdir; her şeye galiptir, hakimdir; hükmünde hikmet sahibidir.”) [Ankebut 26] Allahü teala, servetine ve saltanatına bakıp, şımarıp, kibre ve gurura kapılan ve böylece ilahlık iddia edip, insanları kendine taptıran Nemrud’a ve yıldızlara, putlara tapan azgın Keldani kavmine de, İbrahim aleyhisselamı peygamber olarak gönderdi. Fakat Nemrud ve Keldani kavmi, İbrahim aleyhisselamın bildirdiklerine iman etmediler. Şeytana ve nefslerine uydular. İbrahim aleyhisselama karşı direndiler, saptıkları bozuk yolda sürüklenip gittiler. Nemrud’un helak olması Nemrud ve Keldanilerin, İbrahim aleyhisselama yapmak istedikleri zarar ve öldürme teşebbüsleri boşa çıktı. Mağlup ve perişan oldular. Bu husus, Kur’an-ı kerimde mealen şöyle bildirilmektedir: (İbrahim’e bir tuzak kurmak istediler. Fakat biz kendilerini daha ziyade hüsrana düşenlerden kıldık.) [Enbiya 70] İbrahim aleyhisselam, Nemrud ve Keldani kavmini son bir defa daha imana davet ettikten sonra, Babil’den hicret etti. Son davetle de imana gelmeyen Nemrud ve putperest Keldani kavminin üzerlerine, gökyüzünü tamamen kaplayan sivrisinekler, sürüler halinde gelerek, onların kanlarını emip, onları kupkuru bir halde bıraktılar. Nemrud’a sivrisineklerden bir tanesi musallat olup, peşini bırakmadı. Ne tarafa kaçsa ve nereye saklansa sinek hemen karşısına çıkıyor, üzerine, yüzüne ve başına konuyordu. Nemrud bu sineği öldürmek istediği halde aciz kalmıştı. Saltanatına ve servetine bakarak kibirlenen ve ilahlık iddia eden bu azgın hükümdar, küçücük bir sinek karşısında aciz ve çaresiz kalmıştı! Sonunda bu sinek onun helak olmasına sebep oldu. Defalarca davet edilmesine rağmen iman etmeyen, başkalarının da iman etmesine mani olan Nemrud’un hayatı, saltanatı, serveti, mülkü, velhasıl nesi varsa hepsi, bu şekilde heba olup gitti. Böylece hem kendisi, hem de ona tabi olanlar için dünya hayatı sona ererken, ebedi felakete ve cehennem azabına düçar oldular. Allahü tealanın, insanları ebedi saadete kavuşturmak için gönderdiği peygamberlere, her asırda karşı çıkan ve insanların hidayete kavuşmalarını engellemek isteyen zalimler olmuştur! Fakat bu zalimlerden hiçbiri imanı yok edememiştir. Kendileri kahrolmuş, çok acı ve perişan halde saltanatlarından ayrılmışlar, zevklerine doyamadan ölümün pençesine düşmüşler, isimleri lanet ile anılmış veya unutulmuştur. Allahü teala, bir peygamber veya bir alim göndererek, iman ışığı ile yeryüzünü yeniden aydınlatmıştır. Beyit: Ne kendi etti rahat, ne alem etti huzur, Yıkıldı gitti cihandan, dayansın ehl-i kubur. İbrahim aleyhisselam, Allahü tealanın emri üzerine Babil’den Harran’a hicret etti. Hicret etmeden önce Nemrud’a ve Keldani kavmine son tebliğini yapmıştı. Onları son olarak bir kere daha imana çağırdıysa da kabul etmediler. Daha sonra kendisine iman eden zevcesi Hazreti Sare ve Hazreti Lut ile birlikte hicret ettiler. Bir rivayete göre iman edenlerden az bir topluluk da onlarla beraberdi. Hazreti Lut, İbrahim aleyhisselamın kardeşi Haran’ın oğlu, Hazreti Sare de amcasının kızı idi. Hazreti İbrahim’in hicreti İbrahim aleyhisselam ateşten kurtulduktan sonra, hicret etmek üzere hazırlanıp, kavmine dedi ki: - Bu küfür diyarından ayrılıp, Allahü tealanın emir buyurduğu bir yere gitmek üzereyim. Rabbim elbette beni emin bir yere iletir. Orada ibadet ve taatlarımı emniyet içinde yaparım. Hicret ederken de şöyle niyazda bulundu: - Ey Rabbimiz, ancak sana tevekkül ettik ve sana yöneldik ve ahirette de dönüşümüz ancak sanadır. Ey Rabbimiz! Her işimizde sana güvenerek, bizi muvaffakiyete kavuşturman niyazında bulunduk. Senin razı olduğun şeyleri yapmaya yöneldik. Kabirlerimizden kalkınca, öldükten sonra dirilince de senin tayin buyuracağın yere gideceğiz. Akıbetimizi hayreyle ya Rabbi! İbrahim aleyhisselam Harran’da, bir müddet de Filistin’de kaldı. Daha sonra ise zevcesi Hazreti Sare ile birlikte Mısır’a gitti. O zaman Mısır’da firavun ünvanı verilen hükümdarlar hüküm sürüyordu. İbrahim aleyhisselamın Mısır’a gittiği sırada ise, bu firavunlardan çok zalim ve pek kibirli, büyüklük taslayan bir hükümdar bulunuyordu. İbrahim aleyhisselam Mısır’a girince, hükümdarın adamları gelişini haber verdiler. Gelişleri Mısır hükümdarına haber verilince, bu zalim ve zorba melik, Hazreti Sare’yi almak istedi. İbrahim aleyhisselama; “Yanındaki bu kadın kimdir” diye haber gönderdi. İbrahim aleyhisselam, onun musallat olmasını engellemek için, din bakımından kardeşi olduğuna niyet ederek, “Kardeşimdir” diye haber gönderdi. Sonra, Hazreti Sare’nin yanına gelip dedi ki: - Sakın beni yalanlama! Çünkü ben onlara senin için, kardeşimdir dedim. Allahü tealaya yemin ederim ki, bu yerde benden ve senden başka Allahü tealaya inanan, iman etmiş hiçbir mümin yoktur. Yani sen benim din bakımından kardeşimsin. Pek zalim olan bu hükümdar, Hazreti Sare’yi almak isteyip, sarayına çağırttı. Fakat musallat olmak isteyince, Hazreti Sare de hemen abdest alıp namaza durdu. Namazdan sonra şöyle dua etti: - Ya Rabbi! Ben sana ve senin peygamberine iman ettim. Kadınlığımı zevcimden başkasına karşı ebedi muhafaza eyledim. Benim üzerime şu kafiri musallat etme! Hükümdarın derhal nefesi kesildi, yere düştü. Hırıldamaya, hatta ayağıyla yere vurup debelenmeye başladı. Bu durumu gören Hazreti Sare dedi ki: - Ya Rabbi! Eğer bu adam ölürse, “Bunu, bu kadın öldürdü” denilir. Bunun üzerine Melikin nefesi açılıp, rahatladı. Sonra melik, Hazreti Sare’ye ikinci defa musallat olmaya kalkıştı. Sare de tekrar namaza durdu ve sonra yine aynı şekilde dua etti. Melikin nefesi yine tıkandı, hırıldamaya, debelenmeye başladı. Hazreti Sare yine Allahü tealaya niyazda bulunarak dedi ki: - Ya Rabbi! Eğer bu adam ölürse, “Bunu, bu kadın öldürdü” denilir. Bunun üzerine Melikin nefesi yine açılıp rahatladı. Bu durum üç defa tekrarlandı. Hazreti Sare’ye üç defa musallat olmak isteyip, üçünde de nefesi tıkanan hükümdar, saraydaki yakınlarına dedi ki: - Siz bana insan değil, muhakkak bir şeytan göndermişsiniz. Bu kadını, İbrahim’e (aleyhisselam) geri gönderiniz. Cariyelerden Hacer’i de ona veriniz. Hazreti Sare, İbrahim aleyhisselama döndüğünde, hadiseyi anlatarak dedi ki: - Allahü teala, kafiri zillete düşürdü. Bu cariyeyi de bize hizmetçi verdi. Alimler buyurmuşlardır ki: İbrahim aleyhisselamın, Mısır’a girdiğinde, oraya hakim olan zalim hükümdara, zevcesi Hazreti Sare için, “Kardeşim” demesinin ve Hazreti Sare’ye de bu sözünü yalanlamamasını tenbih etmesinin sebebi şu idi: O zalim hükümdar evli kadınlara musallat oluyor ve sahip olmak istediği kadının kocasını da öldürüyordu. İbrahim aleyhisselam böyle söylemekle, onun zararından kurtulmak istemişti. Zalim hükümdarın Hazreti Sare’ye bir cariye, hizmetçi hediye etmesi, yani Hazreti Hacer’i vermesi de; onu cin zannedip, zararından ancak böyle kurtulabileceği düşüncesi iledir. Hazreti Sare’nin; “Ya Rabbi! Sana ve senin peygamberine iman ettim. Şu kafirin bana musallat olmasına müsaade etme” diye dua etmesi de; Allahü tealanın inayetine tam itimadını ifade içindir. Yani; “Ya Rabbi! Ben sana iman ettim ve sana sığındım, beni koru” manasında söylemiştir. Bu hadiseden sonra İbrahim aleyhisselam, Hazreti Sare ve ona hediye edilen Hazreti Hacer ile birlikte Mısır’dan ayrılıp Filistin’e gittiler. Hazreti Hacer asil bir aileden idi. Onlara katılmakla layık olduğu yere kavuşmuştu. İbrahim aleyhisselam Mısır’dan Filistin’e dönüp, o zaman, ıssız, kupkuru bir yer olan Sebu denilen yere yerleşti. Bu yerde hiç su yoktu. İbrahim aleyhisselam burada bir kuyu kazdı. Buradan gayet hoş ve tatlı bir su çıkıp, çeşme gibi akmaya başladı. Buraya yerleştikten bir müddet sonra yiyecekleri kalmamıştı. İbrahim aleyhisselam, yiyecek getirmek niyetiyle eline bir çuval alıp, şehre gitmek üzere oradan ayrıldı. Sahrada bir müddet yol aldı. Şehir uzak olduğu gibi, şehre varsa bile, buğday alacak parası da yoktu. Bu halde iken, çaresiz geri dönüp, Hazreti Sare’nin ve Hazreti Hacer’in yanına geldi. Onları teselli etmek için, elindeki boş çuvala da bir miktar kum ve çakıl doldurdu. Yanlarına gelince, çuvalı bir kenara koyup uyudu. İbrahim aleyhisselam uykuda iken, Hazreti Sare, Hacer’e sordu: - Çuvalı aç bakalım, içinde ne var? Çuvalı açınca, buğday olduğunu gördüler. Kum ve çakıl buğday olmuştu. Hemen buğdayın bir kısmını un haline getirip hamur yaptılar ve ekmek pişirdiler. İbrahim aleyhisselamı da uyandırıp; “Sıcak ekmek pişirdik, buyur ye” dediler. İbrahim aleyhisselam sıcak ekmeği görünce, dedi ki: - Unu nereden buldunuz? - Senin getirdiğin buğdaydan yaptık! İbrahim aleyhisselam, bunun, Allahü tealanın kudreti ve ihsanı ile olduğunu anladı ve şükretti. İbrahim aleyhisselam, Allahü tealanın ihsanı olan buğdayın bir kısmını ekip biçerek rençberlik yaptı. Zamanla çok mala kavuştu. Başta binlerce sığır olmak üzere, davarları; ovaları, vadileri doldurdu. Çok zengin oldu. Bu sebeple dualarda; “Allahü teala Halil İbrahim bereketi versin” denilmektedir. İbrahim aleyhisselamın yerleştiği Sebu, zamanla meskun bir yer haline geldi. Çevreden insanlar gruplar halinde gelerek oraya yerleştiler ve nüfusları çok arttı. İbrahim aleyhisselamın açtığı kuyudan çıkan su, artık sırayla alınıyor ve nöbet çok geç geliyordu. Buraya sonradan gelenler, yüzsüzlükte bulunarak İbrahim aleyhisselama, kendi kazdığı kuyunun suyunu vermemeye ve davarlarının içmesine mani olmaya başladılar. İbrahim aleyhisselam onlardan çok incindi. Sebu’dan ayrılıp, oraya yakınlığı ile bilinen “Kıst” adlı yere göçtü. Onun Sebu’dan gitmesi üzerine, suyunun güzelliği ile tanınan kuyunun suyu çekilmeye başladı. İnsanlar suyun azaldığını görünce, hep birlikte, İbrahim aleyhisselamın yanına giderek af dilediler. Tekrar Sebu’ya dönmesi için yalvardılarsa da artık oraya gitmedi. Gelen topluluk, İbrahim aleyhisselamın geri dönmeyeceğini anlayınca; “Madem gelmeye razı değilsiniz, dua edin de suyumuz eksilmesin” diye ricada bulundular. İbrahim aleyhisselam da onlara nasihat edip, dininden bazı hususlar öğretti ve bu bildirdiği şeylere göre hareket etmelerini tembih etti. Buna uydular ve su eskisi gibi aktı. Fakat zamanla tembih ettiği hususlara uymadıkları ve doğru yolu bıraktıkları için, su çekilip, kuyu tamamen kurudu. İbrahim aleyhisselamın malı, serveti yemekle bitmezdi. Hatta İbrahim aleyhisselam dört-beş saatlik mesafedeki uzak yerlere gidip, misafir arar ve adamlar gönderip, insanları yemeğe davet ettirirdi. İbrahim aleyhisselama bu vasfından dolayı Ebüddayfan = Misafirlerin babası denmiştir. İbrahim aleyhisselam, bir defasında, büyük bir ziyafet vermişti. Ziyafette ikiyüz Mecusi vardı. Ziyafetten sonra Mecusiler, Hazreti İbrahim’e teşekkür edip, bir miktar karşılıkta bulunmayı arzu ettiler. Bu arzularını kendisine söylediklerinde, onlara dedi ki: - Sizden bir dileğim var. - O nedir? - Benim Rabbime bir kere secde etmenizi istiyorum. Mecusiler böyle bir şeyi beklemiyorlardı. Çünkü daha önce kendilerini imana davet etmiş, onlar ise kabul etmemişlerdi. Aralarında şöyle konuştular: - Bu zatın ihsanları, ziyafetleri meşhurdur. Bunu kırmayıp, bir secde eder, sonra gidip yine kendi ilahlarımıza tapınırız. Böylece hem onu kırmamış, hem de ziyafetlerinden mahrum kalmamış oluruz. İtiraz edersek, bundan sonra bize ziyafet vermeyi kesebilir. Bunlar secdede iken, İbrahim aleyhisselam şöyle dua etti: - Ya Rabbi! Bunları hidayete, saadete kavuşturmak, ancak senin kudretindedir. Bunlara iman nasip eyle! Duası kabul olup, hepsi imanla şereflendi. Ölülerin nasıl diriltildiğini görmek istemesi Birgün İbrahim aleyhisselam, deniz kenarında bir hayvan leşi gördü. Denizin dalgaları yükselince, balıklar ve denizde yaşayan diğer canlılar; dalgalar çekilince de, karadaki canlılardan kuşlar ve yırtıcı hayvanlar bu leşten yiyorlardı. Böylece bu leşin her bir parçası, bir canlının karnına gidiyordu. İbrahim aleyhisselam bu manzarayı görünce, Allahü tealanın, canlıların parça parça yiyerek tükettiği bu hayvanın, zerreler halinde dağılan cesedini, nasıl bir araya getirip dirilteceğini gözüyle görmek istedi. İbrahim aleyhisselam, Allahü tealanın dirilttiğini ve öldürdüğünü, yani yaratanın da, öldürenin de Allahü teala olduğunu kesin olarak biliyor ve inanıyordu. Nitekim daha önce Nemrud’a; “Benim Rabbim diriltir ve öldürür” demişti. Bu hususta asla şüphesi yoktu. Bu hadiseyi görerek; “Ya Rabbi! Ölüyü nasıl diriltirsin, bana göster” demesi, ilim olarak bildiği şeyi ayn-elyakin derecesinde, yani bizzat görerek bilmek istemesi sebebiyledir. Bunun için dua edince, Allahü teala buyurdu ki: - Sen benim kudretimle ölüleri dirilteceğime iman ettin, bu sana kifayet etmez mi? - Ya Rabbi! Ben muhakkak iman ettim ki, sen ölüleri diriltmeye kadirsin. Bunu kesin olarak biliyorum. Fakat, senin kudretinin tecellisini dünyada iken gözümle de görmüş olayım. Bunun üzerine Allahü teala, İbrahim aleyhisselama dört kuş tutup, bu kuşları iyice görüp tanımasını emretti. İbrahim aleyhisselam bunları iyice tanıyıp, özelliklerini öğrendi. Sonra keserek tüylerini yoldu. Her birini inceden inceye parçalayıp, parçalarını da birbirine iyice karıştırdı. Başlarını yanında bıraktı. Karıştırdığı parçaları ise dörde ayırıp, dört ayrı dağın üzerine koydu. Bundan sonra her birini ismiyle yanına çağırıp, “Allahü tealanın izniyle yanıma gelin” dedi. Parçalar havada birbirinden ayrılıp, her hayvanın kendi parçası toplanıp, bir araya geldi. Sonra İbrahim aleyhisselamın yanında başlarıyla birleşip dirildiler. Bu husus Kur’an-ı kerimde Bekara suresinde açık olarak bildirilmektedir. Hazreti İbrahim’in Hacer validemiz ile evlenmesi İbrahim aleyhisselamın, zevcesi Hazreti Sare’den çocukları olmuyordu. Yaşları da gittikçe ilerliyordu. İbrahim aleyhisselam, kavuştuğu nimetlere şükredip, bir de evlat ihsan etmesi için Allahü tealaya niyazda bulundu: - Ey Rabbim! Bana salihlerden bir oğul bağışla ki, davet ve taatte yardımcım ve gurbette munisim, gözümün nuru olsun. Hazreti Sare de böyle istiyordu. Fakat çocuğu olmuyordu. Hazreti Sare, Mısır’da kendisine hizmetçi olarak verilen Hazreti Hacer’i azat edip, İbrahim aleyhisselam ile evlenmesini istedi. “Belki ondan senin çocuğun olur” dedi. Bunun üzerine İbrahim aleyhisselam Hazreti Hacer ile evlendi. Bu evlilikten İsmail aleyhisselam dünyaya geldi. Muhammed aleyhisselamın nuru, İsmail aleyhisselama intikal etti. İbrahim aleyhisselam onu çok sever ve hiç yanından ayırmazdı. Hazreti Hacer’i Mekke’ye bırakması Hazreti Sare, ahir zaman peygamberinin nurunun kendisine intikal edeceğini umuyordu. Ancak nur önce Hazreti Hacer’e, sonra Hazreti İsmail’e geçince, Hazreti Hacer’e karşı kalbinde gayret hasıl oldu. İbrahim aleyhisselam ise, Hazreti Sare’yi hoş tutuyor, devamlı hatırını soruyor, gönlünü alıp, onu incitmemeye gayret ediyordu. Nihayet Hazreti Sare’nin gayreti iyice arttı ve İbrahim aleyhisselamdan, Hazreti Hacer ile oğlu İsmail’i başka bir yere götürüp bırakmasını istedi. Allahü teala, İbrahim aleyhisselama Hazreti Sare’nin bu isteğini yerine getirmesini bildirdi. İbrahim aleyhisselam, Allahü tealanın emriyle, Hazreti Hacer ve Hazreti İsmail’i yanına alıp, Şam’dan ayrılarak, onları, o sırada susuz ve ıssız bir yer olan Mekke’ye götürdü. Hazreti Hacer ile Hazreti İsmail’i Kabe’nin şimdi bulunduğu yerin yakınında, yüksek bir yerde ve Zemzem kuyusunun üzerinde büyük bir ağacın yanına bıraktı. O zaman Mekke’de, hiçbir kimse olmadığı gibi, içecek su da yoktu. İbrahim aleyhisselam Hazreti Hacer ile oğlunu burada bıraktı. Yanlarına içi hurma dolu bir sepet ve içi su dolu bir testi de koydu. Sonra, İbrahim aleyhisselam Şam’a gitmek üzere oradan ayrıldı. Hazreti Hacer, İbrahim aleyhisselamın arkasından giderek dedi ki: - Ey İbrahim! Görüp görüşecek bir fert ve yiyip içecek bir şey bulunmayan bu vadide bizi bırakıp nereye gidiyorsun? Hazreti Hacer, tekrar tekrar bu sözleri söylemesine rağmen, İbrahim aleyhisselam ona iltifat etmeyip, yoluna devam etti. Nihayet Hacer ona sordu: - Bizi burada bırakmayı sana Allahü teala mı emretti? - Evet, Allahü teala emretti. Bunun üzerine Hazreti Hacer, “Öyleyse Allahü teala bizi zayi etmez ve korur” diyerek, oğlunun yanına döndü. İbrahim aleyhisselam oradan ayrılıp, Seniyye mevkiine varınca, yüzünü Kabe’nin bulunduğu yere çevirdi. Sonra ellerini kaldırarak şöyle dua etti: - Ey Rabbimiz! Ben soyumdan bir kısmını, mukaddes evinin yanına, ekin bitmez bir vadiye yerleştirdim. Ey Rabbimiz! Orada namazı dosdoğru kılsınlar diye, insanlardan bir kısmının gönüllerini o yerlere yönelt. Orayı ziyarete gelsinler. |
Onları çevreden gelecek her türlü meyvelerle rızıklandır ki, sana şükretsinler. Hazreti Hacer, oğlu İsmail’i emziriyor ve testideki sudan içiyorlardı. Nihayet testideki su tükenince, hem Hazreti Hacer, hem de çocuğu susadı. Hazreti Hacer, çocuğunun susuzluktan toprak üstünde yuvarlandığını görünce, yavrunun bu acıklı haline bakmaktan üzüldü. Onun yanından kalkıp, o mıntıkada Kabe’ye en yakın dağ olan Safa tepesini buldu ve bunun üstüne çıktı. Sonra vadiye karşı durup; “Bir kimse görebilir miyim” diye baktı. Fakat hiçbir kimseyi göremedi. Bu defa Safa tepesinden indi. Vadiye varınca, ayağını çelmesin diye entarisinin eteğini topladı. Sonra, çok müşkül bir işle karşılaşan bir insan azmiyle koştu. Nihayet vadiyi geçip, Merve tepesine geldi. Orada da biraz durdu ve; “Bir kimse görebilir miyim” diye baktı, fakat hiçbir kimse göremedi. Hazreti Hacer, bu suretle Safa ile Merve arasında yedi defa gidip geldi. İşte bunun için hacılar, Safa ile Merve arasında say ederler.
Zemzem kuyusu Hazreti Hacer, son defa Merve üzerine çıktığında, bir ses işitti ve kendi kendine hitap ederek; “Sus, iyice dinle” dedi. Sonra dikkatle dinleyince, bu sesi evvelki gibi bir defa daha işitti. Bunun üzerine Hazreti Hacer, sesin geldiği tarafa bakıp dedi ki: - Ey ses sahibi, sesini duyurdun. Eğer sen bize yardım edebilecek vaziyette isen, imdadımıza yetiş, bize yardım et! Ve böyle der demez (şimdiki) Zemzem kuyusunun bulunduğu yerde, insan şeklinde Cibril aleyhisselam göründü. Aralarında şu konuşma geçti: - Kimsin? - Hazreti İbrahim’in hanımıyım. - Sizi kime emanet etti? - Allahü tealaya. - Sizi her şeye kadir olana emanet etmiş. Cebrail aleyhisselam topuğu ile toprağı kazıp, Zemzem suyunu meydana çıkardı. Hazreti İsmail’in çıkardığı da bildirilmiştir. Hazreti Hacer bu durumu görünce, taşıp zayi olmasın diye, hemen suyun etrafını çevirip havuz haline getirdi. Bir taraftan da testisini doldurmaya çalışıyordu. Su ise, avuç avuç alındıkça, tekrar fışkırıyordu. Resulullah efendimiz buyurdu ki: - Allahü teala, İsmail’in annesine rahmet etsin! O, Zemzem’i kendi haline bırakmış olsaydı, yahut suyu avuçlamasa idi, muhakkak Zemzem, akar bir ırmak olurdu. Hazreti Hacer, bu sudan içti. Çocuğuna içirdi. Cibril aleyhisselam Hazreti Hacer’e dedi ki: - Sakın mahvoluruz diye korkmayınız! İşte şurası Beytullah’ın yeridir. O beyti, şu çocukla babası yapacaktır. Muhakkak ki, Allahü teala, o beytin ehlini zayi etmez. Kabe’nin mahalli, tepe gibi yerden yüksekçe idi. Zamanla seller, sağını solunu kazıp aşındırmıştı. Hazreti Hacer bu şekilde yaşarken, günün birinde Cürhüm kabilesinden bir cemaat gelip, Mekke’nin alt tarafına kondular. Cürhümiler, Zemzem kuyusunun bulunduğu yerde birtakım kuşların dolaştığını görünce dediler ki: - Kuş kısmı, muhakkak bir suyun başında döner, dolaşır. Halbuki biz bu vadide su bulunmadığını biliyorduk. Gidip bakalım. Oraya birkaç kişi gönderdiler. Onlar, orada Zemzem kuyusunu bulunca, dönüp suyun mevcut olduğunu haber verdiler. Bunun üzerine Cürhümiler de kuyunun yanına gelip, yerleştiler. Cürhümiler geldiğinde, Hazreti Hacer su başında idi. Cürhümiler ona dediler ki: - Bizim de şuraya gelip, civarınızda barınmamıza müsaade eder misiniz? - Evet, gelebilirsiniz ve bu sudan istifade edebilirsiniz. Fakat bu suda mülkiyet iddia edemezsiniz. Onlar da razı oldular. Kadınlarla, muhabbetle sohbet etmeye muhtaç olduğu bir sırada, Cürhümilerin gelişi, Hazreti Hacer’in arzusuna muvafık oldu. Böylece, Cürhümiler Mekke civarına yerleştiler. Sonra kabilelerinden başka insanlara haber gönderdiler. Onlar da gelip Mekke’de yerleşerek ev bark sahibi oldular. Hazreti İsmail’i kurban etmesi İbrahim aleyhisselam, Babil’den hicret ederken: “Ya Rabbi! Bana salihlerden bir oğul ihsan buyur ki, davet ve taatte yardımcım ve gurbette munisim ve gözümün nuru olsun” diye dua etti. Allahü teala onun duasını kabul ederek, ona Hazreti İsmail’i müjdeledi. Ayet-i kerimede mealen buyuruldu ki: (Biz de ona halim bir oğul müjdeledik.) İbrahim aleyhisselam, İsmail aleyhisselamın doğumundan sonra, Allahü tealanın emri ile, İsmail aleyhisselamı ve annesi Hacer validemizi Mekke’ye bırakıp Şam’a döndü. Zaman zaman gider, onları Mekke’de ziyaret ederdi. Yüzünde, Muhammed aleyhisselamın temiz babalardan temiz ve afif analara geçip gelen nuru parlayan Hazreti İsmail çok güzeldi. Bu sebepten İbrahim aleyhisselamın, oğlu İsmail’e karşı muhabbeti fazla idi. İsmail aleyhisselam yedi yaşında iken, birgün İbrahim aleyhisselam ibadet ettiği mihrabda, bu muhabbet içinde uyudu. Rüyasında oğlu İsmail ile otururken, bir melek gelip dedi ki: - Ben, Allahü tealanın elçisiyim. Allahü teala, bu oğlunu kurban etmeni istiyor. İbrahim aleyhisselam korku ile uyandı. “Rüya rahmani mi, yoksa şeytani mi” diye tereddüt etti. O gün hep bu rüyayı düşündü. Onun için bu güne Terviye denildi. İkinci gece yine rüyasında aynı melek gelerek dedi ki: - Ben, Allahü tealanın elçisiyim. Allahü teala, bu oğlunu kurban etmeni istiyor. Bunun üzerine Hazreti İbrahim uyanınca, gördüğü rüyanın Rahmani olduğunu anladı. Bundan dolayı bu güne Arefe denildi. Üçüncü gece yine aynı rüyayı gördü. Artık Hak tealanın emri olduğunda hiç şüphesi kalmadı. “Bu emri muhakkak yerine getirmem gerek” diyerek hanımı Hacer’in yanına geldi ve dedi ki: - Ey Hacer, benim gözümün nuru oğlum İsmail’i yıka, en iyi elbisesini giydir, saçını tara, onu dostuma götüreceğim. Sonra; Hazreti İsmail’e dedi ki: - Yanına ip ile bıçak al! - Bunları ne yapacağız baba? - Allah rızası için kurban keseriz. Yolda giderken, Hazreti İsmail, babasına sordu: - Nereye gidiyoruz? - Dostuma. - Evi nerededir? - O, evden ve mekandan münezzehtir. Yer ve gök Onun mülküdür. - Babacığım! O bizimle oturup yemek yer mi? - O yemekten ve içmekten de münezzehtir. İbrahim aleyhisselam, oğlu İsmail’i kurban etmek için götürürken, şeytan; “Eğer bugün İbrahim’in (aleyhisselam) evinde bir fitne çıkaramazsam, bundan sonra onları hiç fitneye düşüremem” diyerek harekete geçti. Yaşlı bir adam kıyafetinde Hazreti Hacer’in yanına geldi. Ona dedi ki: - İbrahim, oğlunu nereye götürdü? - Bir dostunu ziyarete götürdü. - Hayır, onu kesmeye götürdü. - Baba, oğlunu boğazlamaz. Şefkat buna manidir. - Öyle zannederim ki, Allah emretmiştir. - Allahü tealanın emrine uymak elbette lazımdır. Onun emrini, can-ı gönülden kabul ederiz. Onun Allahü tealanın emrine uyması elbette en güzel iştir. Şeytan ondan yüz bulamayınca, yine aynı kıyafette Hazreti İsmail’in yanına geldi. Hazreti İsmail edeple babasının arkasından yürüyordu. Şeytan, kandırmak ümidiyle, Hazreti İsmail’e sordu: - Baban seni nereye götürüyor, biliyor musun? - Dostunun ziyaretine. - Vallahi seni öldürmeye götürüyor. - Hiç babanın oğlunu öldürdüğünü gördün mü? - Öyle zannederim, Allahü teala emretmiştir. - O emretti ise, can-ı gönülden razıyım. Hazreti İsmail, babası İbrahim aleyhisselamın, kendisini kurban edeceği yere götürürken, ihtiyar kılığındaki şeytanın konuşmalarından sıkılmıştı. Çünkü ihtiyar, İsmail aleyhisselamı, babasına, dolayısıyla cenab-ı Hakka karşı isyana teşvik ediyordu. Bunun için babasına dedi ki: - Bu ihtiyar beni rahatsız ediyor, kalbime vesvese vermek istiyor. İbrahim aleyhisselam, “Taş at, yanından uzaklaşsın” buyurdu. İsmail aleyhisselam taş atarak şeytanı yanından uzaklaştırdı. Bu sırada Mina’da olduklarından, hacıların “Şeytan taşlaması” buradan kaldı. Hazreti İsmail’den de yüz bulamayan şeytan, İbrahim aleyhisselamın yanına sokularak dedi ki: - Ey İbrahim, sendi. Sakın oğlunu boğazlama, sonra pişman olursun, fakat fayda etmez. İbrahim aleyhisselam, onun şeytan olduğunu anladı ve buyurdu ki: - Vallahi bu, Hak tealanın emridir ve sen şeytansın. İbrahim’e ve akrabasına zarar yapamazsın! İbrahim aleyhisselam yoluna devam etti. Cemret-ül-ula denilen yere gelince, şeytan yine karşısına çıktı. İbrahim aleyhisselam ona yedi tane küçük taş atarak kovdu, o da dönüp gitti. Cemret-ül-vusta’ya vardıklarında şeytan tekrar geldi. İbrahim aleyhisselam yedi taş daha atarak şeytanı kovdu. Cemret-ülkübra’ya vardıklarında, şeytan, aldatmak maksadıyla yeniden geldi. İbrahim aleyhisselam bu defa da yedi taş daha attı ve böylece şeytanı kovdu. Şeytan rezil olup geri döndü. Nihayet baba-oğul Büseyr dağına vardıklarında, Hazreti İbrahim, oğluna dönüp dedi ki: - Ey oğlum! Rüyamda seni kurban etmem emredildi. Buna ne dersin? İsmail aleyhisselam, babasının bu sözü karşısında hiçbir telaş göstermeden, tam bir teslimiyet içerisinde sordu: - Allahü teala mı emretti? Babası; “Evet” deyince; “Ey babacığım! Sana ne emrolunduysa onu yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın” diyerek, halim, selim, akıllı, sabırlı ve metanetli olduğunu gösterdi. Bunun üzerine İbrahim aleyhisselam, oğluna dedi ki: - Evladım! Seni kurban edeceğimi haber veriyorum, sen ise seviniyorsun! - Babacığım nasıl sevinmeyeyim? Benim tek arzum, Allahü tealaya, Onun rızası üzere kavuşmaktır. Böylece Onun rahmet ve cennetine de nail olurum. Dünyanın ömrü müddetince eziyet çeksem, bu devlete kavuşmam çok zor. Şimdi ise bu devlete kolayca kavuşacağım. Babacığım, nasıl emir almışsan onu yap. Oğul feda eylemek senden, can feda eylemek de bendendir. İşini çabuk bitir. Zira canım dosta kavuşmakta acele ediyor. Babacığım, Nemrud seni ateşe atınca, sabrettin ve Hak teala senden razı oldu. Ben de boğazlanmaya sabredeceğim. O zaman belki Hak teala benden de razı olur. Böylece cennet nimetlerine kavuşurum. Babacığım, kesilmek acısı bir anlık olup, ona sabretmek kolaydır. Benim asıl tasam, senden dolayıdır. Çünkü kendi elinle oğlunu boğazlayacaksın. Ömrün boyunca unutamadığın gibi, evlat hasreti de ölünceye kadar senden gitmez. Keşke daha önce haber verseydin de, anneme veda edip, birbirimizin boynuna sarılıp ağlasaydık. - Haber verince senden veya annenden bir gevşeklik olur da, Rabbim tarafından azarlanırız diye korktum. - Babacığım, senin rızandan başka muradım yoktur ve senin gibi babanın hakkını ödemek, saadetimin sermayesidir. Kaldı ki, bu işte, Allahü tealanın rızası ve emri vardır. Eğer izin verirsen, size söyleyecek birkaç vasiyetim var. - Söyle, ey saadetli oğlum. - Birincisi; bu ip ile elimi ve ayağımı kuvvetlice bağla ki, can acısı ile bir kusur işlemeyeyim. İkincisi; mübarek eteğini topla ki, kanımdan sıçramasın. Üçüncüsü; bıçağı iyi bile ki, can vermek kolay olsun ve senin işin iyi görülsün. Dördüncüsü; bıçağı vururken yüzüme bakıp da babalık şefkatiyle emri geciktirme. Beşincisi; gömleğimi çıkarıp boğazla ki, kan bulaşmasın. Sonra o gömleği anneme götür ve benden selam söyle. Benim kokumu bu gömlekten alsın, ağlamasın, teselli olsun. Benim için çok elem çekmesin. Ona; “Oğlun sana şefaatçi olarak Allahü tealaya gitti. Kıyamet gününde cenab-ı Haktan senden başka bir şey istemez” de. Ümit edilir ki, Hak teala benim bu isteğimi reddetmez. Altıncı vasiyetim; her nerede benim yaşımda bir çocuk görürsen beni hatırla. İbrahim aleyhisselam, oğlunun yürek parçalayan bu sözlerini dinleyince, mübarek gözlerinden yaşlar boşandı ve çok ağladı. Hazreti İsmail, vasiyetini yaptıktan sonra, ellerini kaldırıp şöyle niyazda bulundu: - Ya Rabbi! Bu işte bana sabır ve tahammül ver! Sonra yüzünü Hazreti İbrahim’e dönüp dedi ki: - Babacığım! Görüyor musun, gök kapıları açılmış, melekler bize bakıp, hayretlerinden Allahü tealaya secde ediyorlar. Meleklerden bir kısmı, Allahü tealaya münacat edip; “Ya Rabbi! Bir peygamber bir peygamberi kurban etmek üzere! Senin rızanı gözetmek için, onu boğazlamak istiyor! Sen onlara merhamet eyle” diye yalvarıyorlar. İbrahim aleyhisselam bu sözleri oğlundan duyunca, ellerini yüzüne kapayıp daha çok ağladı. Melekler de onunla birlikte ağlaştılar. İsmail aleyhisselam ise; “Muhabbetin şartı, emri yapmakta gecikmemektir” diyerek tam teslimiyetini gösterdi. İbrahim aleyhisselam, oğlu İsmail aleyhisselamı kurban etmek üzere son hazırlığını yaptı. Oğlunu güzelce bağladı. Yüzükoyun yatırıp, boğazını tuttu ve şöyle dua etti: - Ya Rabbi! Bu benim oğlum, gözümün nuru, gönlümün sürurudur. Kurban etmemi emrettin. Şu anda emrini yapmak için halis niyetle geldim. Kurban etmeye hazırım. Sana hamd ve sena ederim. Ya Rabbi! Bu kıymetli yavrumu kurban etmekte bana sabır ver! Sonra bıçağı oğlunun boynuna yaklaştırdı ve son olarak dedi ki: - Ey yavrum! Kıyamete kadar sana veda olsun! Tekrar görüşmek, kıyamet günü olur. Bu arada İsmail aleyhisselam cevap verdi: - Ey babacığım, acele et! Rabbimizin emrini çabuk yerine getir. Emri yapmakta geciktiğimiz için, Rabbimizin bizi azarlamasından korkuyorum. Babacığım, elimi, ayağımı çöz ki, melekler, kendi isteğimle kurban olduğumu görsünler ve Halil’in oğlunun, Allahü tealanın işinden razı olduğunu bilsinler. İbrahim aleyhisselam, bu söz üzerine ellerini çözüp, bıçağı boğazına dayayınca, İsmail aleyhisselam güldü. - Ey oğlum, bu halde iken niçin güldün? - Babacığım, bıçakta Bismillahirrahmanirrahim yazılı olduğunu görüyorum. Üzerinde dostun ismi yazılı olan bıçak, nasıl keser? İbrahim aleyhisselam, Hak tealanın ismini zikrederek, bütün gücüyle, bıçağı oğlunun boynuna çaldı. O anda Hak teala, Cebrail aleyhisselama emrederek; “Yetiş! Bıçağı çevir” buyurdu. O da Sidret-ül-münteha’dan bir anda gelip, bıçağı ters çevirdi. Bıçak kesmedi. Bir daha çaldı, yine kesmedi. Ne kadar uğraştı ise kar etmedi. İsmail aleyhisselam dedi ki: - Babacığım! Ne kadar şefkatlisin, bıçağı kuvvetli vuramıyorsun. Yüzüme bakma, böylece hizmette kusur etmezsin. Hazreti İbrahim, bıçağı tekrar biledi ve oğlunun boğazına daha kuvvetli çaldı. Bıçak yine kesmedi. İsmail aleyhisselam, “Babacığım, bıçağın ucunu şah damarıma bastır” deyince, öyle yaptı ve diziyle de bastırdı. Bıçak iki kat olmasına rağmen, boynuna izi bile çıkmadı. İbrahim aleyhisselam, bıçağın kesmemesine üzülüp bıçağı taşa çalınca, taş ikiye bölündü. Bıçak dile gelip sordu: - Ey İbrahim! Nemrud seni ateşe attığı vakit, seni niçin yakmadı? - Hak teala, yakma diye emreylediği için. - Ey İbrahim! Hak teala ateşe bir kere “Yakma” diye emreylediyse, bana yetmiş defa kesme diye emreyledi. O anda Allahü tealadan vahiy geldi: - Ya İbrahim, elbette sen rüyanı tasdik ettin. Sana düşen vazifeni tam olarak yaptın. Şimdi sıra bende. Lütuf ve keremimi görmek için şu dağa bak! İbrahim aleyhisselam, dağa bakınca, cennetten gelmiş eşsiz güzellikte bir koç gördü. Allahü teala buyurdu: “Bu senin oğluna fedadır.” Cebrail aleyhisselam koçu getirirken, “Allahü ekber”, İbrahim aleyhisselam da koçu yakalarken, “La ilahe illallah. Vallahü ekber”, İsmail aleyhisselam da, “Allahü ekber ve lillahil hamd” dedi. Böylece, bayram tekbiri meydana geldi: “Allahü ekber, Allahü ekber. La ilahe illallah. Vallahü ekber, Allahü ekber ve lillahil hamd.” Sonra, İsmail aleyhisselam yerine, bu koç kurban edildi. Bu koçun boynuzları, Abdullah bin Zübeyr zamanına kadar Kabe duvarında asılı idi. Sonra çıkan yangında yandı. Bu koçun kurban edildiği yer, Mina olduğu için, hacılar kurbanlarını burada kesmektedirler. Bundan sonra oğlu Hazreti İsmail ile birlikte Mekke’ye Hazreti Hacer’in yanına döndüler. Hazreti Hacer kapıda durup, Hazreti İbrahim’i ve oğlu Hazreti İsmail’i bekliyordu. İsmail aleyhisselam, annesinin kapıda kendilerini beklemekte olduğunu görünce, ağladı. Annesi; “Ey oğlum! Niçin ağlarsın” deyince, İbrahim aleyhisselam olanları anlattı. Hazreti Hacer, oğlu Hazreti İsmail’e sarılıp hem ağladı, hem de Allahü tealaya şükretti. Bundan sonra İbrahim aleyhisselam Mekke’den Şam’a, yani Hazreti Sare’nin yanına döndü. İbrahim aleyhisselam üç şekilde imtihan edilmiştir. Nemrud tarafından ateşe atıldığı zaman nefsi ve canı, oğlu Hazreti İsmail’i Allah için kurban etmesi emredilince evladı, bir de malı ile imtihan edilmiştir. Malı ile imtihan edildiğinde de, ovaları ve vadileri dolduran sürülerini Allah için bağışlamıştır. Alimler şöyle bildirmiştir: Allahü teala İbrahim aleyhisselamı Halil, dost edinince, melekler dediler ki: - Ey Rabbimiz! İbrahim sana nasıl dost olabilir, nefsi, evladı ve malı vardır. Onun kalbinin bunlara bağlılığı da vardır. Bunun üzerine İbrahim aleyhisselam nefsi, canı ve evladı ile imtihan edildiği gibi, malı ile de imtihan edildi. İbrahim aleyhisselamın oniki bin sürüsü vardı. Sürüleri her tarafı kaplıyordu. Bu sürülerin her biri için koruyucu olarak, yüzlerce köpeği bulunmaktaydı. Bu köpeklerin her birinin boynuna altın tasmalar takmıştı. Böylece dünya malının değersiz olduğunu ve buna kıymet vermediğini gösteriyordu. Hazreti İshak’ın müjdelenmesi İbrahim aleyhisselam malıyla da imtihan olmuştur. Kalbinde, ovaları dolduran malının hiç yeri yoktu. Nitekim birgün İbrahim aleyhisselam sahraya, sürülerinin yanına gitmişti. Bu sırada Cebrail aleyhisselam, insan kılığında yanına geldi. Selam verdikten sonra dedi ki: - Ya İbrahim! Bu sürüler kimindir? - Allahü tealanındır. Benim elimde emanet olarak bulunuyor. - Bana birini satar mısın? - Allahü tealanın ismini bir kere söyle, bu sürülerin üçte birini sana vereyim. İbrahim aleyhisselamın bu sözü üzerine, Cebrail aleyhisselam bir kere, “La ilahe illallah” dedi. İbrahim aleyhisselam bunu işitince, pek ziyade zevklenip dedi ki: - Bir kere daha söyle, diğer üçte birini daha vereyim. Cebrail aleyhisselam, Allahü tealanın mübarek ismini bir kere daha söyledi. İbrahim aleyhisselam daha ziyade zevklenip; tekrar şu teklifte bulundu: - Bir kere daha söyle, sürülerin hepsini sana vereyim. Cebrail aleyhisselam tekrar söyleyince, İbrahim aleyhisselam bütün sürülerini teslim etmek istedi. Bunun üzerine Cebrail aleyhisselam durumu açıklayıp, dedi ki: - Ben, Allahü tealanın emriyle seni imtihana geldim. Bunların hepsini al, hepsi senindir. İbrahim aleyhisselam da o sürüleri satıp, onların parası ile arazi ve mülk satın alıp, insanların faydalanması için vakfetti. İbrahim aleyhisselam, Allahü tealanın emri üzerine, oğlu Hazreti İsmail’i kurban etmeye teşebbüs etti. Fakat Allahü teala Cebrail aleyhisselama cennetten bir koç götürmesini ve Hazreti İbrahim’in o koçu kurban etmesini emir buyurdu. İbrahim aleyhisselam bu imtihan karşısında da sadakat gösterdi. Bunun mükafatı olarak, Allahü teala ona ihtiyar yaşında olmasına rağmen, bir oğul daha ihsan etti. Bu oğlu da İshak aleyhisselamdır. Kur’an-ı kerimde, İbrahim aleyhisselamın, oğlu Hazreti İsmail’i kurban etmesi emredilince, teşebbüse geçip, bu hususta hem İbrahim aleyhisselamın, hem de Hazreti İsmail’in gösterdiği sadakat bildirildikten sonra mealen şöyle buyuruldu: (Bir de ona salihlerden bir peygamber olmak üzere İshak’ı müjdeledik. Kendisine ve İshak’a bereketler verdik. Her ikisinin soyundan mümin olan da var, nefsine apaçık zulmeden kafir de var.) [Saffat 112-113] İbrahim aleyhisselama, oğlu Hazreti İshak’ın doğacağını melekler müjdelediler. Bir oğullarının olacağı müjdelendiği sırada, İbrahim aleyhisselam yüzyirmi, Hazreti Sare ise doksan dokuz yaşında idi. Bu haberden bir sene sonra Hazreti İshak doğdu. Meleklerin misafirliği Hazreti İshak’ı müjdelemek için gelen melekler, gayet güzel yüzlü birer genç suretinde olarak, İbrahim aleyhisselamın karşısına çıktılar. Bunlar; Cebrail, Mikail ve İsrafil aleyhimüsselam idi. Yanlarında başka melekler de vardı. Melekler güzel yüzlü genç suretinde İbrahim aleyhisselama gözüküp; selam verdiler. İbrahim aleyhisselam, selamlarını aldıktan sonra, onları, evinde en iyi yere oturttu. Onlara ikram etmek üzere hemen kızartılmış bir buzağı (dana) getirdi. Bu nefis yiyeceği misafirlerin önüne koyup; “Buyurunuz, yiyiniz” dedi. Fakat bu misafirler yemeğe hiç el uzatmadılar. Bu durum karşısında İbrahim aleyhisselam tedirgin olup, endişelendi. O zamanki adete göre, bir eve misafir geldiğinde, misafir, ikram edilen şeyleri yerse, o misafirden emin olunur; yemezse, bu misafirin zarar vermek üzere geldiğine hükmedilir, ondan çekinilirdi. Hatta böylelerinin zararından korkulurdu. İbrahim aleyhisselamın kalbine bu sebeple bir endişe gelmiştir. İbrahim aleyhisselam ile melekler arasında şu konuşma geçti: - Buyurun, yemez misiniz? - Biz yemeğin ücretini vermeden yemeyiz. - Yiyiniz de bedelini veriniz. Bu yemeğin bir ücreti vardır. - Bu yemeğin ücreti nedir? - Yemeğin başında Allahü tealanın ismini söylemek, sonunda da hamdetmektir. İbrahim aleyhisselamın bu sözü üzerine, Cebrail aleyhisselam, Mikail aleyhisselama bakarak dedi ki: - Bu zat, Allahü tealanın dost (halil) edinmesine layık bir kimsedir. Bundan sonra melekler, “Ey İbrahim! Endişe etme! Biz Lut kavmini helak etmek için gönderildik” diyerek melek olduklarını açıkladılar. Böylece yemeği yememelerinin sebebi de anlaşıldı. Çünkü melekler yemezler, içmezler. Daha sonra İbrahim aleyhisselamın korkusu dağılınca, melekler ona bir oğlunun, yani Hazreti İshak’ın olacağını müjdelediler. Hazreti Sare, meleklerin bu müjdesini işitince, hayrete kapılarak ellerini yüzüne kapayıp dedi ki: - Hayret, benim mi çocuğum olacak? Ben artık ihtiyarladım. Çocuk doğuracak halde değilim! Siz nasıl olur da böyle söylersiniz? Üstelik benim kocam da ihtiyarlamıştır. Bu görülmemiş bir iştir. Hazreti Sare’nin bu sözleri üzerine melekler, şu cevabı verdiler: - Sen Allahü tealanın emrine mi, takdirine mi şaşıyorsun? Muhakkak Allahü teala neyi dilerse, o olur. Allahü tealanın rahmeti ve bereketi sizin üzerinizedir. Şüphesiz ki, Allahü teala, kendisine şükür ve hamd edilmesini gerektiren işleri yapar, yaratır ve Onun kullarına hayrı ve ihsanı pek çoktur. O kerem sahibidir. Sizi de nice nimetlere kavuşturmaya kadirdir. Hazreti Sare’nin bu habere şaşmasının sebebi, itiraz için değildi. Çünkü o, Allahü tealaya iman etmişti ve onun şaşırmasının sebebi; hiç görülmediği halde, bilinenin ve adetin dışında olarak, çok yaşlı kimselerin çocuğunun olacağı idi. Melekler, İbrahim aleyhisselama kendilerini tanıtıp, bir oğlu, yani Hazreti İshak’ın olacağını müjdeledikten sonra, İbrahim aleyhisselam, meleklerin böyle topluca gelmelerinin başka bir sebebi olduğunu da anlayıp, niçin geldiklerini sordu. Melekler, Lut kavmini helak etmek üzere geldiklerini söylediler. İbrahim aleyhisselam Lut kavminin helak edileceğini öğrenince, meleklere; - Lut kavmini hemen mi helak edeceksiniz? O kavmin helak edilmesi tehir edilse, küfürden ve isyandan dönmeleri, iman etmeleri düşünülemez mi? diye temennide bulundu. Melekler, dua ve benzeri şeyler ile geri çevrilemeyecek bir azabı Allahü tealanın emrettiğini, iman edenlerin ise azaptan kurtarılacaklarını söylediler. Sonra melekler Lut aleyhisselama gittiler. İbrahim aleyhisselama verilen müjdeden bir sene sonra, Hazreti İshak doğdu. Gerek Yakub aleyhisselam olsun, gerekse Yusuf aleyhisselam olsun, Beni İsrail’e gönderilen peygamberler, Hazreti İshak’ın soyundan geldi. Hazreti İsmail’i ziyaret İsmail aleyhisselam büyüyüp, gençlik çağına girmişti. Cürhümilerden Arapça öğrenmiş ve onlar arasında çok sevilen bir genç olmuştu. Asaleti ve üstün halleri ile Cürhümileri hayran bırakıyordu. Bu sebeple evlenecek çağa girdiğinde, onu, kendi kabilelerinden bir kız ile evlendirdiler. Oraya gelen insanların kalbleri onlara ısınmış, o belde emin ve mamur bir yer olmuştu. Hayatları böyle hoş bir şekilde sürüp giderken, günün birinde Hazreti Hacer vefat etti. Vefat ettiğinde doksan yaşında idi. Hazreti Hacer’i Kabe’nin bitişiğinde Hicr denilen yere defnettiler. İbrahim aleyhisselam, birgün onları görmek için Mekke’ye doğru yola çıktı. İbrahim aleyhisselam, oğlu İsmail aleyhisselamın evine varıp, Hazreti İsmail’in hanımından, onu sordu. Hazreti İsmail’in hanımı cevaben dedi ki: - Yiyeceğimizi kazanmak için dışarı çıktı. - Geçiminiz, haliniz nasıldır? - Şiddetli bir darlıkta ve sıkıntılı bir haldeyiz. - Kocan geldiğinde benden selam söyle, kapısının eşiğini değiştirsin! Sonra da ayrılıp gitti. İsmail aleyhisselam evine geldiğinde, evinde güzel bir koku duydu. Hanımına sordu: - Evimize gelen oldu mu? O da, “Evet yaşlı bir zat geldi” diyerek İbrahim aleyhisselamı tarif etti. Sonra ilave etti: - Bana maişetimizi, geçimimizi sordu. Ben de şiddetli bir darlık içinde bulunduğumuzu söyledim. - Bana söylemen için bir tavsiye ve tembihte bulundu mu? - Evet, sana selam ve kapının eşiğini değiştirmeni söylememi tembih etti. - O gelen ihtiyar zat benim babamdır. Bana, senden ayrılmamı emretmiştir. Artık sen ailenizin evine gidebilirsin. İsmail aleyhisselam ondan ayrılıp, Cürhümilerden başka bir kadınla evlendi. İbrahim aleyhisselam, bir müddet sonra tekrar, oğlu İsmail aleyhisselamı görmeye geldi. İsmail aleyhisselam yine evde yoktu. İsmail aleyhisselamın yeni hanımına, onu sordu. Hanımı de dedi ki: - Maişetimizi temin etmek için gitti. - Geçiminiz, haliniz nasıl, iyi midir? - Biz; hayır, saadet ve bolluk içindeyiz. - Ne yiyip ne içiyorsunuz? - Et yiyip, zemzem içiyoruz. Bunun üzerine İbrahim aleyhisselam şöyle dua etti: - Ya Rabbi! Bunların etlerini ve sularını mübarek kıl, bereket ihsan eyle! Resulullah efendimiz buyurdu ki: (İbrahim [aleyhisselam] zamanında Mekke civarında hububat bilinmiyordu. Av etiyle gıdalanılırdı. Eğer o zaman hububat malum olsaydı, İbrahim [aleyhisselam] hububat hakkında dua ederdi.) İbrahim aleyhisselamın bu duası bereketiyle, Mekke sıcak olmasına rağmen, et ile su, burada diğer yerlere nazaran insanlara daha faydalıdır. Hazreti İsmail’in ikinci hanımı, İbrahim aleyhisselama çok hürmet ve ikramda bulunarak, ”Buyurun, evimizi şereflendirin, hazırda ne varsa size ikram edeyim” dedi. İbrahim aleyhisselamın, içeri girmeyip döneceğini söylemesi üzerine de, şu teklifte bulundu: - Başınız toz içinde kalmış. Müsaade ederseniz, tozları silip temizleyeyim. Bunun üzerine İbrahim aleyhisselam müsaade etti. O da tozları temizleyip, güzel koku sürdü. Atına binip gideceği sırada da, bir tabak içinde peynir getirip eliyle tuttu. İsmail aleyhisselamın bu hanımının ismi Hale idi. İbrahim aleyhisselam onun hizmetinden memnun oldu. Ona buyurdu ki: - Kocan geldiğinde, benden selam söyle, evinin eşiğini iyi muhafaza etsin! Sonra, İbrahim aleyhisselam onların berekete kavuşması için dua etti ve geri Şam’a döndü. Akşam Hazreti İsmail evine döndüğünde, hanımına sordu: - Bugün kimse geldi mi? - İhtiyar bir zat geldi, alnında ve yüzünde büyüklük ve peygamberlik nuru parlıyordu. Sana selam söyledi, “Evinin eşiğini iyi muhafaza etsin” dedi. İsmail aleyhisselam ağlayarak buyurdu ki: - O gelen benim babamdır. Evin eşiğinden maksadı sensin. Ey Hale sana müjdeler olsun! Ahir zaman peygamberinin mübarek nuru sana nasip olacak! İsmail aleyhisselamın, bu hanımından bir oğlu oldu. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselamın nuru bu oğluna geçip, ondan da evlatlarına intikal etti. Bu nur, bu evlatlardan Peygamberimize kadar ulaştı. Kabe’nin yapılması İbrahim aleyhisselam bir müddet sonra, Şam’dan, İsmail aleyhisselamın bulunduğu yere, Mekke’ye tekrar geldi. Bu gelişinde, İsmail aleyhisselam, Zemzem kuyusunun yakınında, büyük bir ağacın altında okunu yontup düzeltmekte idi. Babası İbrahim aleyhisselamı görünce, hemen kalkıp, karşıladı. Oturup hasretlerini giderdikten sonra, İbrahim aleyhisselam dedi ki: - Allahü teala bana, kendi zatı için bir beyt yapmamı emrediyor... - Babacığım! Allahü teala ne emrettiyse, o emri yerine getirin! - Sen de bana yardımcı olacaksın. - Babacığım, ben sana her türlü yardımı yaparım. Sonra İbrahim aleyhisselam, Allahü tealaya münacatta bulunarak, “Ya Rabbi! Kabe’yi nerede yapayım” diye arz etti. Bunun üzerine cenab-ı Hak şöyle vahyetti: - Biz, sana onun yerini göstereceğiz. Kabe-i muazzamanın, yeryüzünde yapılan ilk bina ve ilk mabet olduğu Kur’an-ı kerimde bildirilmiştir. İlk defa Adem aleyhisselam yeryüzünde inşa etmiş, Nuh tufanında yıkılmış, temelleri kalmıştı. Allahü teala, tufandan önce, Hacer-ül-esved’i Ebu Kubeys dağına konmasını emretti. Böylece Kabe’nin yeri kesin olarak bilinmez hale geldi. Sadece hangi bölgede olduğu biliniyordu. Burası kırmızı topraklı ve hafif tümsek bir tepe durumunda idi. Bu yerde yapılan dualar kabul olup, dua eden herkes muradına kavuşurdu. Her millet buraya saygı gösterirdi. Bu belirsiz hal, Nuh aleyhisselamdan İbrahim aleyhisselam zamanına kadar devam etti. Cebrail aleyhisselam, Kabe’nin yerini, İbrahim aleyhisselama gösterdi. Böylece İbrahim aleyhisselam, oğlu İsmail aleyhisselam ile birlikte temel kazmaya başladı. Adem aleyhisselam zamanında kazılan temeli buldular. Aynı temel üzerine, Kabe’yi inşa etmeye başladılar. Cebrail aleyhisselamın tarifine göre, İbrahim aleyhisselam, İsmail aleyhisselamın getirdiği taşlarla binayı yapıyordu. Nihayet Kabe’nin duvarları yükseldi ve yukarıya taş yetişemez oldu. Bunun üzerine büyükçe bir taş getirdiler. İbrahim aleyhisselam bu taşa basarak duvar örmeye devam etti. Mübarek ayağının izi çıkan bu taşa da, Makam-ı İbrahim dendi. Kabe’de tavaf namazı bu taşın bulunduğu yer olan Makam-ı İbrahim’de kılınır. Hacer-ül-esved Binanın yapımında, melekler, taş getirmede İsmail aleyhisselama yardım ettiler. Sıra Hacer-ül-esved’e gelince, İbrahim aleyhisselam; “Ey İsmail! İyi bir taş getir ki, hacılara işaret olsun” dedi. İsmail aleyhisselam bir taş getirdi. İbrahim aleyhisselam tekrar; “Bundan daha iyi bir taş getir” deyince, Ebu Kubeys dağından bir ses işitti: - Cebrail aleyhisselam tufanda bana bir taş emanet etti. Gel onu al! Bunun üzerine Hacerül-esved taşı, Ebu Kubeys dağından alınıp, Kabe’deki yerine konuldu. Baba-oğul, Kabe’yi yapıp bitirince, “Ya Rabbi! Bizden bu hayırlı işi kabul et! Muhakkak ki, sen, duamızı işitici, niyetimizi bilicisin” diye dua ettiler. İbrahim Aleyhisselam zamanında Kabe’nin inşasında Ebu Kubeys dağından alınıp Kabe duvarına yerleştirilen Hacer-ül esved taşı Hazreti İbrahim’in haccı İbrahim aleyhisselam, Kabe-i muazzamayı yapınca, Cebrail aleyhisselam; “Ey İbrahim! Beytullah’ı yedi defa tavaf et” dedi. İbrahim aleyhisselam, oğlu İsmail aleyhisselam ile birlikte, Kabe’yi tavaf etmeye başladı. Her tavafta rükünlerin hepsinde istilam yaptılar. Yedi tavafı bitirdikten sonra Makam-ı İbrahim’in arkasında ikişer rekat namaz kıldılar. Bundan sonra Cebrail aleyhisselam, İbrahim aleyhisselama Hac ile ilgili bütün ibadet yerlerini; Safa, Merve, Mina, Müzdelife ve Arafat’ı gösterdi. Cebrail aleyhisselam Arafat’a kadar olan her yerde yapılacak ibadetleri yaptırdı ve tek tek öğretti. Arafat meydanına geldikleri zaman, İbrahim aleyhisselama sordu: - Ey İbrahim! Hac vazifesini yapacağın yerleri öğrendin mi? - Evet, öğrendim. İbrahim aleyhisselam, İsmail aleyhisselamla haccın erkanını yerine getirdikten sonra, oğluna Kabe’nin bakımı ve korunması için tembihatta bulundu ve Şam’a gitmek istedi. Gitmeden önce bir gün Arafat’a çıkmıştı. Mekke-i mükerremeye baktı. Burası bir vadi içinde olup, taşlı ve kumlu idi. Oğlu İsmail aleyhisselamın evladını düşünerek, şefkat edip mübarek ellerini kaldırdı ve; “Ya Rabbi! İsmail’in evladına rahmet eyle” diye dua buyurdu. Gideceği sırada kendisine şöyle vahiy geldi: - Bütün insanlara haccı ilan et! Gerek yaya olarak, gerek uzak yoldan zayıf develer, binekler üzerinde tavaf için Kabe’ye gelsinler! Bunun üzerine İbrahim aleyhisselam arz etti ki: - Ya Rabbi! Benim sesim nereye kadar ulaşır ki? Bunun üzerine cenab-ı Haktan; “Seslenmek senden, duyurmak benden. Ta ki, insanlar gelip, bu evi ziyaretle şereflensinler” emr-i Ilahisi geldi. İbrahim aleyhisselam mübarek yüzünü Yemen tarafına çevirip seslendi: - Ey insanlar! Allahü teala, bir ev bina ettirdi ve bu evi ziyaret etmenizi emreyledi. Geliniz, Kabe’yi ziyaret ediniz! Her yöne doğru dönerek birer defa bağırdı. Hak teala İbrahim aleyhisselamın sesini bütün dünyaya duyurdu. İnsanlar bu sesi duyunca; “Lebbeyk! Allahümme Lebbeyk = Emrine amadeyim Allahım” diye cevap verdiler. O zaman, ana rahminde ve baba sulbünde ne kadar hacca gidecek kimse varsa, hepsi “Lebbeyk” dediler. Bir defa hac yapacak olanlar bir defa, iki defa hacca gidecekler iki defa, daha fazla yapacaklar da ziyadesiyle cevap verdiler. Sonra İbrahim aleyhisselam, oğlu İsmail aleyhisselam ve Cürhümilerle beraber hac yaptı ve Şam’a döndü. Ertesi sene hac mevsiminde refikası Sare validemizi ve oğlu İshak aleyhisselamı da alarak Mekke’ye geldi. Haccı eda ettikten sonra, tekrar Şam’a döndüler. Kabe inşa edildikten sonra, çeşitli zamanlarda tamir ve inşası yapıldı. Bunlar sırasıyla; Adem aleyhisselamın inşası, Şit aleyhisselamın tamiri, İbrahim aleyhisselamın inşası, Cürhüm kabilesinin tamiri, Kusayy’ın tamiri, Kureyş’in tamiri, Abdullah bin Zübeyr’in tamiri, Haccac’ın tamiri, Sultan Dördüncü Murad Han’ın tamiri. İbrahim aleyhisselamın dini İbrahim aleyhisselamın dini Hanif dinidir. Hanif kelimesi, yanlış ve sapık olan şeye hiç dalmadan, doğruya yönelen manasına gelmektedir. İslamiyetten önce putlara tapmayan, putperestlerden bu hususta ayrılan, hac yapan, sünnet olan, kısacası; Allahü tealaya iman edip şirkten uzak duranlar demektir. Ümeyye bin Ebu Said ile İslamiyetten önce Arabistan’daki hatiplerin meşhurlarından olan ve herkesi İbrahim aleyhisselamın dinine çağıran Kus bin Saide bunlardandır. Kus bin Saide, İslamiyetin gelmesine yakın bir zamanda, Ukaz panayırında okuduğu bir hutbesinde dedi ki: - Yemin ederim ki, Allahın indinde bir din vardır. Şimdi bulunduğunuz dinden daha sevimlidir. Ayrıca gelmesi yaklaşan bir peygamberin gölgesi başınız üstüne düştü. Ona iman eden bahtlı kişiye ne mutlu! Vay ona isyan ve muhalefet eden talihsizlere ve yazıklar olsun ömürlerini gaflette geçiren ümmetlere! Böylece insanlara, gelecek olan ahir zaman peygamberini müjdelemiştir. İbrahim aleyhisselam için Kur’an-ı kerimde “Hanif” buyurulması, batıla değil, Hakka yönelmesi sebebiyledir. Yani Keldani kavminin taptığı putlara asla tapmayıp, onları tahkir edip, Allahü tealaya ibadet ettiği içindir. Hanif olmak; dinde istikamet üzere olmak demektir. İstikamet ise, yalnız Allahü tealaya yönelmek ve sadece Allahü tealayı Rab bilip, bütün işlerinde, Onun emrine tabi olup, bu istikamette yürümektir. Hanif, dini tabir olarak da; kendisinde eğrilik bulunmayan, dosdoğru olan din manasınadır. Daha çok İbrahim aleyhisselamın milleti ve müşrikliğin zıddı olarak bildirilmiştir. Hanifler, tevhid ve ihlas ile, dinde istikamet üzeredir. Nitekim Beyyine suresi 5. ayet-i kerimesinde mealen buyuruldu ki: (Onlar, kitaplarında, Hanifler olarak batıl itikad ve dinlerden yüz çevirip, yalnız Allahü tealaya ihlas ile ibadet etmek, farz namazları vaktinde kılmak, zekatı mahalline vermekle emrolundular.) Kısacası Haniflik, İbrahim aleyhisselamın dininin esas vasfıdır. Bununla beraber, bu husus, yalnız ona mahsus değildir. Haniflik, umumiyetle müşrikliğin, Allahü tealaya, şirk, ortak koşmanın zıddı olarak, bütün peygamberlerin bildirdikleri tek bir imanın, yalnız Allahü tealaya iman ve ibadet etmenin adıdır. Hanifler; şirk olan bütün batıl inanışlardan uzak durmayı şiar edinir, sadece Allahü tealaya iman ve ibadete çağırır ve hakkın mücadelesini verir, peygamberlerin yolunda giderler. İbrahim aleyhisselama Cebrail aleyhisselam vasıtasıyla on suhuf gönderilmiştir. Bu suhuflarda bildirilen hükümlerden bazıları Necm suresi 38-47. ayetleri arasında bildirilmiştir. Ayrıca Musa aleyhisselamın Tevrat’ında da aynı hususlar bildirilmiştir. Burada, insana kendi çalıştığının fayda verdiği, dünyada ne yapmış ise ahirette onun karşılığını göreceği, kimsenin başkasının günahını yüklenmeyeceği, ibadetin ihlasla yapılması gerektiği gibi hususlar bildirilmektedir. İbrahim aleyhisselama vahyedilen suhuflarda bildirilen şeylerin ekserisi, ibret verici kıssalar, hadiseler ve nasihatler idi. Bunlardan bir kısmı şöyledir: Hak teala hazretleri buyuruyor ki: “Ey Ademoğlu! Ben sizin her gün yaptığınız ibadetlerden razıyım. Siz de benim her gün verdiğim rızıklara razı olun! Ey Ademoğlu! Acele etme, rızık taksim olunmuştur. Hırslı olan mahrum kalır. Cimri olan kötülenir. Haset eden üzülür. Dünya devamlı değildir. Rızık verici, sizi yaratan ve yaşatan Allahü tealadır. Ey Ademoğlu! Şimdi fırsatın var iken, elinde olanı Allahü teala için ver ki, ilerde sana rehber olsun! Ey Ademoğlu! Nimet verene şükreyle! Ey Ademoğlu! Bütün ömrünü dünyayı istemekle geçirdin. Ya ahireti ne vakit talep edeceksin? Ey Ademoğlu! Size göz verdim. Görmesi caiz olmayan şeylerden gözünüzü çeviresiniz! Ağzınızı yarattım. Söylenmesi caiz olmayan söz söylemeyesiniz! Ey Ademoğlu! Uzun emel ile dünyayı ve az amel ile ahireti isteyenlerden olma! Sözü abidlerin kelamına, işi münafıkların ameline uygun olanlardan ve ihsan olmadığı zaman kanaat etmeyenlerden; muradı hasıl olmayınca da sabretmeyenlerden olma! Eğer bunlardan olursan, sana öyle bir bela veririm ki, herkese ibret olsun! Ey Ademoğlu! Her kim seni dost edinirse, kendisi için edinir. İzzet ve celalime yemin ederim ki, ben seni senin için dost edinirim. Sakın kendini benden uzak eyleme! Ey Ademoğlu! Sen daima kendi ayıplarını gözet; başkasının ayıplarını araştırma! Aksine davranırsan insafsız olursun. Ey Ademoğlu! “La ilahe ilallah” diyen kimsenin, bununla beraber birçok ameller yapması da lazımdır. Bunlar; tevazu sahibi olmak, ömrünü benim zikrimle geçirmek, nefsini haramlardan korumak; benim rızam için gariplere yanında yer vermek, fakirlere ihsan eyleyip yetimlere acımaktır. Ey Ademoğlu! Ne zaman kalbinde bir kasavet, sıkıntı ve darlık duysan, malında noksanlık bulsan yahut bedeninde hastalık hissetsen veya nafakanda bereketsizlik olsa, bilmiş ol ki, söylediğin malayani, faydasız, boş bir sözün neticesidir. Ey Ademoğlu! Eğer cenneti seviyorsan Hak teala da taatı sever. Sen Hak tealanın sevdiğini işle ki, O da seni sevdiğine kavuştursun. Eğer cehennemi sevmiyorsan, Hak teala da günahı sevmez. Sen Hak tealanın sevmediğini terket ki, O da seni sevmediğinden korusun. Ey Ademoğlu! Eğer dünyaya çalıştığın kadar ahiret için çalışsaydın, hesapsız cennete girerdin. Eğer kanaat etseydin, herkesten zengin olurdun. Eğer haramdan sakınsaydın, dinini halis ederdin. Eğer yalan söylemeyi terketseydin, sıddiklardan olurdun. İbrahim aleyhisselama indirilen suhuflarda bildirilen diğer hususlardan bazıları şöyledir: Ey Ademoğlu! Şüpheli şeylerden sakın ki, beni bilesin. Açlığı adet eyle ki, beni tanıyasın! Bana ibadet eyle ki, bana kavuşasın. Ey Ademoğlu! Gücünün yettiği şeyi muhtaçlardan esirgemezsen, muradını hasıl ederim. Ben senin misafirine ikram ettiğim gibi, sen de benim misafirime ikram eyle! İbrahim aleyhisselam; “Ya Rabbi! Senin misafirin kimdir” deyince, Hak teala; “Kapınıza gelen her fakir ve garip, benim misafirimdir” buyurdu. Ey Ademoğlu! Sizler günah işleyici, ben ise affediciyim. Günahınıza pişman olarak bana gelirseniz sizi affederim ve günahınıza bakmam! Ey Ademoğlu! Sana gadap geldiği zaman, beni hatırlarsan, gadaplanınca, seni anar ve sana acırım. Ey Ademoğlu! Kim benim verdiğim az rızka razı olursa, ben de onun az amelinden razı olurum. Ey Ademoğlu! Üç şey vardır: Biri bana mahsustur, biri sana, diğeri de ikimiz arasındadır. Bana mahsus olan ruhtur. Sana mahsus olan bedendir. İkimiz arasında olan da; senden dua, benden kabul etmektir. Sakın aramıza haram lokma ile perde çekme! Ey Ademoğlu! Ne kadar dünyaya gönül bağlarsan, kalbinden muhabbetimi o kadar çıkarırım. Ne kadar dünyaya sarılırsan, imanının parlaklığını o kadar gideririm. Ey Ademoğlu! Seni dünyalık toplaman için değil, bana ibadet edesin diye halkettim. Mazlumların bedduasıyla huzuruma gelme! Zira ben, mazlumların duasını elbette kabul ederim. Ey Ademoğlu! Sana yeni rızık göndermediğim hiçbir gün yoktur. Verdiğim rızkı yer, bana isyan eder ve günah işlersin. Sonra dua edersin, kabul eder, istediğini veririm. Seni cennetime davet edince, kabul etmezsin. Senin bu işin insafa sığmaz. Ey Ademoğlu! Dua etmeyi ihmal etme! Duanı kabul ederim. Ne kadar günah işlesen benden ümidini kesme! Benim rahmetim her şeyden Makam-ı İbrahim: İbrahim aleyhisselamın Kabe’deki makamıdır. Kabe’yi inşa ederken üzerine bastığı taş ve bu taşın bulunduğu yerdir. Bu taş üzerinde, İbrahim aleyhisselamın mübarek ayaklarının izleri vardır. çoktur. Ey Ademoğlu! Sen istemeden iman verdim. Zannediyor musun ki, bu kadar istemene ve yalvarmana rağmen sana cennet vermeyeyim? Elbette veririm. Ey Ademoğlu! Sana ihsan etmeyene sen ihsan eyle! Sana söylemeyene sen söyle (dargın durma) ve sana hıyanet edene sen nasihatte bulun ve iyilik eyle! Sana zulmedeni sen affeyle! Kötülük yapana iyilik et! Eğer böyle yaparsan cennete önce girenler arasında bulunur, rahmetime kavuşanlardan olursun. Sana da peygamberlerin sevabını veririm. Ey Ademoğlu! Sefer azığı hazırla! Çünkü gidecek yol uzundur ve günah yükünü hafif eyle! Zira azap şiddetlidir. Gemini sağlam yap ki, deniz fırtınalıdır. Amelini halis eyle! Çünkü Rabbin her şeyi gören ve bilendir. Hazreti İbrahim’in faziletleri İbrahim aleyhisselam ülül’azm peygamberlerin ikincisidir. Ülül’azm; Allahü tealanın emirlerini insanlara tebliğ etmek, bildirmek hususunda gayret ve azm sahibi, bu hususta insanlardan gelen sıkıntılara sebatla, yılmadan katlanan demektir. Hazreti İbrahim, peygamberimiz Muhammed aleyhisselamdan sonra bütün peygamberlerden ve resullerden üstündür. Resulullah efendimiz ise, her zamanda, her memlekette, yani dünya yaratıldığı günden kıyamet kopuncaya kadar, gelmiş ve geleceklerin her bakımdan en üstünüdür. İbrahim aleyhisselamdan sonra gelen bütün peygamberler, İbrahim aleyhisselamın neslindendir. Bu bakımdan Ebül-enbiya, yani peygamberler babası diye isimlendirilmiştir. İbrahim aleyhisselam, peygamberlik vazifesini yapması, sıkıntı ve belalara katlanmasıyla da methedilmiştir. Nitekim Kur’an-ı kerimde Bekara suresi 124. ayet-i kerimesinde mealen şöyle buyuruldu: (Bir vakit Rabbi, İbrahim’i birtakım emirler ve yasaklar ile imtihan etti. İbrahim [aleyhisselam] onları tamamen yerine getirdi. Allahü teala; “Ben seni insanlara imam, dinde önder, rehber yapacağım” buyurdu...) Hazreti İbrahim’den sonra gelen peygamberler, dinlerinin iman edilecek temel esaslarında ona uymakla, bereketli ve emin olan yolundan gitmekle emrolunmuşlardır. İbrahim aleyhisselam, Allahü tealaya, sonra gelecek ümmetler içinde hayırla yad edilmesi için dua etti. Bu duası kabul olundu. Allahü teala onu bütün insanlara önder kıldı. Bütün dünya milletleri İbrahim aleyhisselama karşı muhabbet ve hürmette bulundular. Muhammed aleyhisselamın ümmeti her namazda salevat okurken; “Ya Rabbi! İbrahim’e ve İbrahim’in aline rahmet ettiğin gibi Muhammed’e ve aline de rahmet et” demektedir. İbrahim aleyhisselam, Kur’an-ı kerimde, birçok sıfatlarla övülmüştür. Bunlardan bazılarında mealen buyuruldu ki: (Gerçekten İbrahim, hak dine yönelen, Allaha itaat üzere bulunan, bütün iyi hasletleri kendinde toplayan bir rehberdi. O hiçbir zaman müşriklerden olmamıştır. O, Allahın nimetlerine şükredendi. Allahü teala onu beğenip seçmiş, kendisini doğru yola iletmişti. Biz ona dünyada bir hasene vermiştik. Şüphesiz ki, o, ahirette de salihlerdendir.) [Nahl 120-122] Bu ayet-i kerimenin tefsirini müfessirler şöyle bildirmiştir: Ayet-i kerimede İbrahim aleyhisselamın tek başına bir ümmet olduğu bildirilmiştir. Bunun tefsirinde birkaç husus vardır: 1- İbrahim aleyhisselam hayır yolunu gösterir, bunu öğretirdi. Bir ümmette bulunan güzel hasletler yalnız onda toplanmıştı. Bu sebeple başlı başına bir ümmet olmuştu. 2- O zaman insanlar şirk üzere iken, sadece İbrahim aleyhisselam mümin idi. Bu sebeple yalnız başına bir ümmet olmuştur. 3- Tevhid ve hak din üzere bir ümmetin meydana gelmesine vesile olduğu için, ona başlı başına bir ümmet buyurulmuştur. Hazreti İbrahim’in hususiyetleri İbrahim aleyhisselamın diğer hususiyetlerinden bazıları da şunlardır: Allahü tealaya itaatkar idi. Emirlerini yerine getirirdi. Namaz kılarken kalbinin sesi duyulurdu. İlk önce İbrahim aleyhisselam sünnet olmuş, hac vazifelerini yerine getirmiş ve kurban kesmiştir. Bunlar dininin hususiyetlerindendir. İbrahim aleyhisselam küçüklüğünde de, büyüdüğü zaman da tevhid itikadı üzere idi. Kureyş müşrikleri, kendilerinin İbrahim aleyhisselamın dini üzere olduklarını söylüyorlardı. Onların iddia ettikleri gibi, İbrahim aleyhisselam müşriklerden değildi. Çünkü o, tevhid ilminin esaslarını ortaya koydu. Zamanın kralına karşı kainatın yaratıcısının varlığını delillerle ispat etti. “Benim Rabbim, dirilten ve öldürendir” dedi. Sonra; “Ben batanları sevmem” buyurarak putlara ve yıldızlara ibadet edilmesinin batıl ve boş bir şey olduğunu ispat etti. Putları da kırdı. Bu yüzden Nemrud ve kavmi tarafından ateşe atıldı. Allahü teala, kuşları diriltmek suretiyle, ona, ölüleri nasıl dirilttiğini gösterdi. İbrahim aleyhisselam az olsun, çok olsun, Allahü tealanın bütün nimetlerine şükredici idi ve misafirsiz yemek yemezdi. Allahü teala, ona, dünyada hasene verdi. Bu hasene, Allahü tealanın ona peygamberlik vermesi, kendisini halil, dost kılması, ihtiyarlığında evlat ihsan etmesi, Muhammed aleyhisselamın ümmetinin, namazlarında Muhammed aleyhisselama salat okudukları gibi, İbrahim aleyhisselama da salat okumasıdır. Yani namazlarda; “Allahümme salli ala Muhammedin ve ala ali Muhammedin kema salleyte ala İbrahim...” demeleridir. Allahü teala, İbrahim aleyhisselamı bütün mahlukata sevdirdi. Bütün dinlerin mensupları ondan memnun idiler, onu çok severlerdi. İbrahim aleyhisselama, “Halil” isminin verilmesinin sebebi ile ilgili çeşitli rivayetler yapılmış olup, en muteberi; Allahü tealaya karşı pek ziyade muhabbeti olması ve Allahü tealanın rızasını ve muhabbetini celbeden ibadet ve taatları yapması sebebiyledir. İbrahim aleyhisselam İbranice konuşurdu. İbranice Arapçaya benzerdi. İbrahim ismi, İbranice olup, manası; “Ebu Rahim” yani merhametli baba demektir. İbrahim aleyhisselam bütün insanlara karşı merhametli olduğu için bu isimle anıldı. İbrahim aleyhisselamın, kumaş tüccarlığı ve ziraatle de meşgul olduğu rivayet edilmiştir. İnsanları doyurmak ve misafirlere ziyafet vermekten büyük haz duyardı. Sürüleri, koyunları ve sığırları sayılamayacak kadar çoktu. Bütün bunları insanların faydasına vakfetmiştir. Köy, kasaba ve şehirler imar etmiştir. Misafir, yolcu ve garipler için iki kapılı bir misafirhane yapmıştı. İçinde kışın kışlık, yazın yazlık elbiseleri ve daima yiyeceklerle dolu bir sofrayı hazır bulundururdu. Muhtaç kimseler bir kapıdan girer, karnını doyurur, istediği elbiseyi giyer ve diğer kapıdan çıkıp giderdi. Misafirhanede; yiyecek, içecek ve giyecekler eksildikçe tamamlardı. Hazreti İbrahim’in vefatı İbrahim aleyhisselam yüzyetmişbeş yaşında, Hazreti Hacer ve Hazreti Sare’den sonra Kudüs’te vefat etti. Vefatı şöyle oldu: İbrahim aleyhisselamın ibadet ettiği bir evi var idi. Birgün evden çıkıp kapıyı kilitledi ve bir müddet sonra döndü. Kapıyı açıp girince, içerde birisinin oturduğunu gördü. Ona sordu: - Bu eve seni kim koydu? - Ev sahibi koydu. - Ev sahibi benim. Ben seni içeri koymadım! - Senden ve benden başka bir sahip vardır. O her şeyin sahibidir. Bunun üzerine İbrahim aleyhisselam, oturanın melek olduğunu anladı. “Kimsin” diye sordu ve Melek-ül-mevt, yani ölüm meleği olduğunu öğrendi. Sonra İbrahim aleyhisselam, ondan, müminlerin ruhunu nasıl aldığını göstermesini istedi. O da yüzünü yana çevirmesini söyledi. İbrahim aleyhisselam yüzünü çevrince, gayet güzel bir suret gördü. Hiç öyle güzel yüz görmemişti. Bunun üzerine buyurdu ki: - Ey Melek-ül-mevt! Eğer ölen bir kimseye bu suret gösterilirse, bu ona kafidir. Bundan sonra, kafirlerin ruhunu nasıl aldığını görmeyi arzu etti. Azrail aleyhisselam; “Tahammül edemezsin” buyurdu. Görmek isteğinde ısrar edince, yine yüzünü çevirmesini söyledi. İbrahim aleyhisselam yan tarafa dönüp bakınca, çok korkunç bir suret gördü. Bu hali görüp, kendinden geçti. Kendine gelince de buyurdu ki: - Eğer kafire bundan başka kötü şey göstermeseler, bu ona yeter. İbrahim aleyhisselam, bundan sonra da Azrail aleyhisselama sordu: - Ziyarete mi geldin, yoksa ruhumu almaya mı? - Eğer izin verirsen ruhunu almaya! - Dost dostun canını alır mı? - Ya İbrahim, bu hususu Allahü tealaya arz edeyim, ne buyurursa sana bildireyim. Azrail aleyhisselam gidip hemen geldi. Allahü tealanın, “Dost dosta kavuşmak istemez mi?” buyurduğunu iletti. İbrahim aleyhisselam bunu işitince dedi ki: - Çabuk gel kardeşim, hemen canımı canana kavuştur, benim için bundan büyük müjde olamaz. Bunun üzerine Azrail aleyhisselam, mübarek ruhunu kabzetti. İbrahim aleyhisselam, Kudüs civarında Habrun kasabasında bir mağaraya defnedilmiştir. Bu kasaba, İbrahim aleyhisselamın Halil ismine izafeten Halilurrahman ismiyle meşhurdur. Bu beldede; Hazreti Lut, Hazreti İshak ve Hazreti Yakub’un ve daha pek çok peygamberin kabrinin bulunduğu rivayet edilmiştir. Müslüman hükümdarlar orada bulunan mescidleri ve türbeleri kendi devirlerinde tamir ettirmişlerdir. Halilurrahman’daki mescid ve türbeleri ise son olarak, Osmanlı Sultanı İkinci Abdülhamid Han tamir ettirmiştir. Hazreti İbrahim’in mucizeleri İbrahim aleyhisselamın birçok mucizesi vardır. Bunlardan bazıları şunlardır: Ölmüş, parça parça edilmiş ve parçaları ayrı ayrı yerlere konmuş olan kuşlar, İbrahim aleyhisselamın çağırması üzerine yeniden dirilmişlerdir. İbrahim aleyhisselamın mucizesi ile taşlar kömür gibi yanmıştır. İbrahim aleyhisselam, Şam tarafına hicret ettiğinde çayırlık, çimenlik bir yerde konaklamıştı. Orada yakacak hiçbir şey bulamayan, buldukları az bir şeyle ihtiyaçlarını karşılayamayan ahali, durumlarını İbrahim aleyhisselama anlattı. İbrahim aleyhisselam taşları toplattı ve kömür gibi yaktı. Bu mucizeyi gören pek çok kimse de iman etti. İbrahim aleyhisselamın mübarek vücuduna ateş tesir etmedi. Nemrud onu ateşe attığında, Allahü teala; “Ey ateş! İbrahim’in üzerine serin ve selamet ol” buyurunca, ateş onu yakmadı. Bazan yırtıcı ve yabani hayvanlar, İbrahim aleyhisselam ile beraber giderler ve dile gelerek gayet açık olarak onunla konuşurlardı. Bir defasında, hanımı Hazreti Hacer ve oğlu Hazreti İsmail ile görüşmek ve onları ziyaret etmek için Mekke’ye gitmişti. Şam’a geri dönüşünde birçok yabani hayvan, İbrahim aleyhisselam ile beraber yürüyüp, onunla açıkça konuştular. İbrahim aleyhisselam duvarların ve dağların arkasını da görürdü. Bu mucizesi, Mısır’a gittiğinde olmuştur. Zevcesi Hazreti Sare’ye musallat olmak isteyen zamanın kralı Firavun, Hazreti Sare’yi sarayına alınca, İbrahim aleyhisselam dışarıdan içeriyi seyretmiştir. Sarayın duvarları ona cam gibi olmuş ve gözünden perde kaldırılmıştır. Böylece Hazreti Sare’ye el uzatmaya kalkışan Firavun’un ellerinin kuruyup, ayaklarının tutmayarak yere yıkıldığına şahit olmuştur. İbrahim aleyhisselamın bastığı taşın üzerinde ağaç bitip yeşermiştir. Bu istek, dine davet ettiği bir beldenin ahalisinden geldi. Duası neticesinde bu mucizeyi gösterdi. İbrahim aleyhisselamın oturduğu yerden güzel kokular yayılırdı. Ayrılsa bile, senelerce güzel kokusu oradan çıkmazdı. Hazreti İsmail de babasının evine gelip gittiğini, onun kokusundan anlamıştı. Hazreti İbrahim’in çuvala koyduğu çakıl ve kum tanecikleri, Allahü tealanın izniyle buğday haline gelmiştir. Bu buğdayın bir kısmından ekmek yapıp, kalanını da ekmiş ve bol miktarda mahsul elde ederek malı mülkü çok artmıştır. Duası bereketiyle Mekke ve civarında bereket olmuştur. Allahü teala onun hacca çağırmasını en uzak yerlere kadar ulaştırmış ve insanların, “Lebbeyk” diyerek davete icabet etmelerini sağlamıştır. İbrahim aleyhisselam, uzak mesafelere çok kısa zamanda giderdi. Bu sebeple Şam’dan Mekke’ye defalarca gelmesi mümkün olmuştur. İbrahim aleyhisselamın mucizesi, vefatından sonra da devam etmiştir. Nitekim makamının bulunduğu Halilurrahman’da birisi aç kalmış, yiyecek bulamamıştı. Makamına gelerek; “Ey Allahın Halil’i! Açım, muhtacım, bana da ziyafetinden bir hisse ver” diye halini arz edince, Allahü tealanın kudreti ve dilemesiyle, kabrinden bir ekmek bu fakire gönderildi. |
LUT ALEYHİSSELAM
Lut Gölü yanındaki Sedum şehri halkına peygamber olarak gönderilen Lut aleyhisselam, İbrahim aleyhisselamın kardeşi Haran’ın oğludur. Hazreti İbrahim’in ateşten kurtulmasından sonra, birlikte Şam tarafına hicret ettiler. Bir müddet Şam bölgesinde kaldılar. Allahü teala, Hazreti İbrahim’e vahyedip; Hazreti Lut’u, Sedum ahalisine peygamber olarak gönderdiğini bildirdi. İbrahim aleyhisselam, Allahü tealanın emrini, yeğeni Hazreti Lut’a tebliğ edip buyurdu ki: - Sedum şehrine git! O bölge halkını, bir olan Allahü tealaya ibadet etmeye, putları terketmeye davet et! Allahü tealanın emirlerini bildir, yasaklarından sakındır! Alt üst edilen yer Hazreti Lut’un peygamber olarak gönderildiği Sedum ahalisi, Kur’an-ı kerimde; “El-mü’tefikat = Alt üst edilen yer” olarak bildirilen bölgede yaşarlardı. Bu bölge, bugünkü İsrail ile Ürdün devletleri arasında bulunan Lut Gölü civarındaydı. Burada başta en büyükleri Sedum olmak üzere; Sud, Said, Duma ve Amura adında beş şehir vardı. Bu şehirlerde yaşayan insanlar putlara tapıyor, yol kesip soygunculuk yapıp, o zamana kadar hiçbir kavim ve millet tarafından işlenmemiş, bugün en tehlikeli hastalıklardan AIDS’in baş sebeplerinden olduğu tesbit ve ispat edilmiş olan çirkin ve iğrenç livata [homoseksüellik] fiilini açıkta, herkesin içinde işliyorlardı. Adaletsizlik ve zulüm kol geziyor, zayıf insanlar eziliyor, fuhuş ve ahlaksızlık olan söz ve fiiller, herkesin içinde aleni olarak yapılıyordu. Edep ve haya tamamen yok olmuştu. Ayıp ve günah olarak bilinen her şey topluluk içinde yapıldığı gibi, yapanlar daha çok itibar görüyordu. En kötüsü; bu yapılan çirkin ve iğrenç hareketlerden kimse kimseyi sakındırmıyor, bu hareketleri yapmayanlar ise, toplumun dışına itilip ayıplanıyordu. İşte böylesine azgın bir kavim üzerine peygamber olarak gönderilen Lut aleyhisselam, Sedum diyarına gitti. Sedum şehri, Nemrud’un akrabalarından Sedum bin Harik isimli bir kral tarafından idare ediliyordu. Lut aleyhisselam, Sedum şehrine varınca, çarşının ortasında durdu. Onları bir olan Allahü tealaya imana ve Ona ibadet etmeye davet etti. Yapmış oldukları sapıklıklardan ve kötü işlerden vazgeçtikleri takdirde, dünyada ve ahirette mesut ve huzurlu olacaklarını; kötülüklerine devamda ısrar ettikleri takdirde, dünyada ve ahirette şiddetli şekilde azap göreceklerini bildirerek dedi ki: - Ey insanlar! Allahü tealadan korkunuz ve Ona itaat ediniz! Putlara ibadet etmekten vazgeçiniz! Sizden önce hiçbir milletin yapmadığı kötü, çirkin işleri bırakınız! Ben, Allahü tealanın, size göndermiş olduğu peygamberiyim. Artık Allahtan korkun ve bana itaat edin! Buna karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim, alemlerin Rabbine aittir. Rabbinizin sizin için yarattığı zevcelerinizi bırakıp da, insanların içinden erkeklere mi gidiyorsunuz? Siz helali bırakıp harama yönelen bir kavimsiniz. Sedum şehrinin halkı, geçmiş ümmetlerin yaptığı gibi, bu davete uymadı. Lut aleyhisselamı yalanladılar. Onu dinlemediler. “Biz dedelerimizi böyle gördük” dediler. Hazreti Lut’un hiç kimseden çekinmeden insanları doğru yola daveti kendisine ulaştığı zaman, kral; “Onu bana getirin” dedi. Lut aleyhisselam, kralın yanına vardı. Kral sordu: - Sen kimsin? Seni kim gönderdi ve niçin geldin? Kralın yanında bulunanlar; “Onun ismi Lut’tur. Kavmini kötülüklerden sakındırmak, Allaha ibadet etmelerini bildirmek üzere peygamber olarak gönderilmiş olduğunu söylüyor” dediler. Kral bu hususları Hazreti Lut’tan da işitince, kalbine şüphe ve korku düştü. Lut aleyhisselama dedi ki: - Ben kavmimin içinden bir kişiyim. Rabbinin emir ve yasaklarını onlara anlat. Eğer kabul ederlerse, ben de onlarla beraberim. Lut aleyhisselam kralın yanından ayrıldıktan sonra, tekrar kavmini bir olan Allahü tealaya ibadet etmeye, isyan ve kötülüklerden sakındırmaya, Allahü tealanın azabıyla korkutmaya başladı. Doğru yoldan tamamen ayrılmış olan insanlara, yaptıkları işlerin fenalığını ve çirkinliğini anlatıp, kötülüklerini yüzlerine vurdu. Onlara dedi ki: - Bu alemde sizden önce hiç kimsenin yapmadığı hayasızlığı mı yapıyorsunuz? Çirkin olduğunu bile bile o kötülüğü yapacak mısınız? Gerçekten siz, cehaletle yaptığınız işin kötü akıbetini düşünmezsiniz. Rabbinizin sizin için yarattığı kadınlarınızı terkedip, erkeklere meyletmekle, muhakkak siz azmış bir milletsiniz! Hazreti Lut’un bütün bu sözlerine, onlara doğru yolu göstermek için gayretlerine karşılık kavminin cevabı; onu ve ona inananları şehirlerinden kovmaya kalkışmak oldu. Hazreti Lut’u ve ona tabi olanları Sedum şehrinden çıkararak, kötülüklerine tam bir serbestlik içinde devam etmeye karar verdiler. Hazreti Lut’a varıp, onu yurtlarından çıkarmakla tehdit ederek dediler ki: - Ey Lut! Eğer sen bizi bu amelimizden nehyetmekten vazgeçmezsen; elbette seni şehrimizden çıkarırız! Lut aleyhisselam, onları, Allahü tealanın azabı ile korkuttu. Onlar yine aldırış etmediler. Hatta alay edip; “Eğer doğru sözlü isen, Allahü tealadan bizim için vaat olunan azabı getir” dediler. Yıllarca bıkıp usanmadan kavmini ıslaha çalışan Lut aleyhisselam, onların ıslah olacaklarından ümit kesip, şerlerinden Allahü tealaya sığındı: - Ya Rabbi! Bana ve inananlara, onların kötülüklerinden ve sıkıntılarından kurtuluş ver! Ya Rabbi! Bozguncular kavmi üzerine azap indirerek bana nusret ver! Lut kavmi her geçen gün işi iyice azıttılar. Kötülüklerine kötülük eklediler. Hazreti Lut’un misafir kabul etmesini, dışarıdan gelen gariplere sahip çıkmasını bile yasakladılar. Sedum kavminin bu isyan ve azgınlıklarından dolayı, yeryüzündeki bütün canlılar dayanamayıp, Allahü tealaya iltica ederek üzüntüsünü arz ettiler. Allahü teala buyurdu ki: - Ben halimim, bana isyan edenlere cezasını vermekte acele etmem. Takdir edilen zaman gelince de bir saat ileri ve geri bırakmam. Allahü teala; inanmayıp isyan eden, çok çirkin fiilleri işleyen bu Sedum kavmine gereken cezayı vermek ve müminleri kurtarmak üzere melekleri vazifelendirdi. Bu melekler arasında; Cebrail, İsrafil ve Azrail aleyhimüsselam da vardılar. Hepsi birlikte insan suretinde Hazreti İbrahim’e vardılar. Bu sırada Hazreti İbrahim’in yaşı yüz yirmiyi, hanımının ise doksanı geçmişti. Melekler; Hazreti İbrahim’e, Allahü tealanın emriyle İshak’ı müjdelediler. Meleklerle İbrahim aleyhisselam arasında şu konuşmalar geçti: - Ey Allahın elçileri! Sizin buraya teşrifinizden maksadınız nedir? - Biz günahkar Lut kavminin helak edilmesi için gönderildik. Onların üzerine ateşte pişirilmiş çamurdan taşlar atacağız. Rabbin indinde o haddi aşan mücrimler için her bir taşta, helaki takdir edilmiş olan şahsın ismi nakşolunmuştur. Çünkü bu kavim, çeşitli kötülüklerle küfür ve zulüm edicilerden oldular. - Orada Lut vardır. O, zalimlerden değildir. - Biz oradaki mümin ve kafirleri biliriz. Biz Lut’a ve ehline kurtuluş veririz. Ancak zevcesi, azaba dahil olanlardandır. Hazreti Lut’un misafirleri Melekler, İbrahim aleyhisselamın yanından ayrılıp, Sedum şehrine doğru yola çıktılar. Sedum şehrine öğle vakti parlak, güzel yüzlü delikanlılar şeklinde gelip, Hazreti Lut’u tarlada çalışırken buldular. Şehrin dışında, Lut aleyhisselamın kızlarına rastladılar. Büyük kızı su dolduruyordu. Gelen topluluğu görünce dedi ki: - Bu günahkar ve azgın kavmin arasına ne diye geldiniz? Bu şehirde sizi bir kişiden başka kimse misafir etmez. O da bu kavmin azgınlıklarına üzülüyor. Kızları, misafirleri olduğunu haber verince, Lut aleyhisselam onların yanına gitti. Bu güzel yüzlü gençleri görünce, onlara sordu: - Siz benim bilmediğim kimselersiniz. Buraya niçin geldiniz? Onlar da kendisinde misafir kalmak için geldiklerini söylediler. Hazreti Lut onları reddetmedi. Ancak azgın ve sapıtmış olan kavminden, genç ve güzel yüzlü olan bu misafirlere bir zarar geleceği endişesiyle içi sıkıldı. Sonra onlara; “Nereden geldiniz” diye sorunca, melekler; “Uzak yoldan geldik” dediler. Allahü teala meleklere; Lut kavminin kötülükleriyle ilgili, Lut aleyhisselamın dört defa şahitlik etmesini beklemelerini emretmişti. Lut aleyhisselam sordu: - Bu kavmin azgınlık ve sapıklıklarını biliyor musunuz? Bu söz üzerine Cebrail aleyhisselam diğer meleklere dönerek dedi ki: - Bu birinci şehadetidir. Melekler, Lut aleyhisselama, kavminden şikayetini dinlemek için tekrar dediler ki: - Ya Lut! Biz senin misafiriniz. Kavminin azgınlıkları nedir, anlat! - Yeryüzünde bu belde ahalisinden daha azgın ve şerli bir kavim yoktur. Onlar livata ederler, Allahü teala onlara lanet etsin! Bunun üzerine Cebrail aleyhisselam diğer meleklere dönerek; “Bu ikinci şehadetidir” dedi. Lut aleyhisselam insan kılığındaki meleklere dedi ki: - Şurada karanlık bastırıncaya kadar oturunuz. Sonra şehre girersiniz ve sizin geldiğinizi kimse hissetmez. Çünkü, bu kavim çok azgındır. Allahın laneti onların üzerine olsun! Cebrail aleyhisselam tekrar diğer meleklere yönelip; “Bu üçüncü şehadetidir” dedi. Bir müddet sonra Lut aleyhisselam önde, onlar arkada yürüyerek, Hazreti Lut’un evine geldiler. Hazreti Lut onları içeri alıp kapısını kilitledi. Daha sonra hanımını çağırıp, ona tembihte bulundu: - Bunlar benim misafirlerimdir. Bu hususu gizli tut, kimseye söyleme! Hanımı bu hususu gizleyip kimseye söylemeyeceğine söz vermesinerağmen, hıyanet ederek, evlerinde misafir olduğunu kavmine haber vererek dedi ki: - Bizim evimizde şimdiye kadar hiç görmediğim güzel yüzlü genç kimseler vardır. Böylece Hazreti Lut’un evine misafir geldiğini öğrenen zalimler, bu haberi bir anda her tarafa yaydılar. Süratle toplanıp Hazreti Lut’un evine geldiler. Evin etrafını çevirdiler. Hazreti Lut’u dışarıya çağırıp, misafirlerini kendilerine teslim etmesini istediler. Misafirlere de kötü fiillerini yapmak istediklerini açıkça söylediler. Kavminin bu isteği karşısında, Lut aleyhisselamın içi sıkıldı, çok sıkıntıya düştü. Onlara nasihat etmeye çalışarak dedi ki: - Ey kavmim! Bunlar benim misafirlerimdir. Onlara karşı beni mahcup etmeyin. Allahtan korkun! Lut aleyhisselam kavminden insaf bekliyordu. Fakat gözü dönmüş bu azgın kavmin insafa geleceği yoktu. Diyorlardı ki: - Ey Lut! Bunlar bizim senden çoktan beri duyduğumuz şeyler. Artık bunları ezberledik. Bunları bırak ve bizim istediklerimizi getir. Bizim onları almadan hiçbir yere gitmeyeceğimizi bilmelisin. Gerekirse evi başına yıkar, yine onları alırız. Sen bu kadar adama güç yetirebileceğini zannediyorsan aldanıyorsun. Hazreti Lut’un ümitleri yine boşa çıkmıştı... İş gittikçe zorlaşıyordu. Misafirler içeride rahat rahat oturuyor, yapılan konuşmaları dinlemekten ötede hiçbir şey yapmıyorlardı. Hazreti Lut yine de kavmine; “İçinizde aklı başında kimse yok mudur” dedi. Kavmi bunu hiç duymamış gibi şöyle cevap verdiler: - Biz seni bizim bu gibi işlerimize müdahale etmekten men etmemiş miydik? Hazreti Lut, misafirlerini korumak ve insanları bu çirkin kötülükten vazgeçirmek için her türlü nasihati yaptı. Fakat kapıda toplanan halk bir türlü dağılmıyordu. Hazreti Lut içi daralmış, çaresiz kalmıştı. “Keşke size yetecek bir kuvvetim olsa veya sağlam bir kaleye sığınabilseydim” dedi ve ellerini semaya kaldırıp, onların şerrinden Allahü tealaya sığındı. Bu esnada Cebrail aleyhisselam diğer meleklere dönüp; “Bu dördüncü şehadetidir” dedi. Azap geliyor! Hazreti Lut’un bu kadar sıkılıp daraldığını gören melekler, ona meseleyi açtılar. Melek olduklarını bildirip, vazifelerini şöyle açıkladılar: - Ey Lut! Emin ol, biz senin Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana kat’iyen dokunamazlar. Biz onların şüphe ettikleri azabı getirdik. Sana Hakkın emri ile geldik. Biz şüphesiz doğru söyleyenleriz. Endişelenme, üzülme! Doğrusu biz seni ve hanımın dışında kalan aileni kurtaracağız. Ancak hanımın azaba uğrayan ve helak olanlardandır. Bu belde halkının üzerine yapmakta oldukları kötülükler sebebiyle, gökten elbette bir azap indireceğiz. Bunları söyledikten sonra da dediler ki: - Ey Lut! Kapıyı aç ve geriye çekil! Gelmelerinden korkma ve çekinme! Lut aleyhisselam öyle yaptı. Kapıyı açtı ve geriye çekildi. Azgınlar içeriye girdiler. Misafir olan melekleri elde etmeye çalıştılar. Cebrail aleyhisselam onlara kanadıyla vurunca, yüzleri siyahlaştı ve gözleri görmez oldu. Şaşkın şaşkın geriye kaçıştılar. Bu durum, Kur’an-ı kerimin Kamer suresi 37. ayetinde mealen şöyle haber verildi: (Lut’tan, kavmi, misafir melekleri istediler. Akabinde anadan doğma gibi kör oldular. İşte azabımı ve tehditlerimin akıbetini tadın dedik.) Kalb gözleri mühürlenmiş azgın ve sapık insanlar, bu azaptan da nasiplerini alamayıp, Lut aleyhisselamı; “Ya Lut! Yarın sana yapacaklarımıza hazır ol!” diye tehdit ederek, neye uğradıklarını şaşırmış bir halde evlerine döndüler. Bütün bunlara rağmen; “Lut, evine sihirbaz ve büyücüler getirmiş” diyerek, imansızlıklarından vazgeçmediler. Bundan sonra melekler, Hazreti Lut’a dediler ki: - Gecenin sonunda aileni ve sana inananları bu şehirden çıkar. Sen de arkalarından git. Hepiniz azaptan emin olacaksınız. Yalnız hanımın müstesna... Çünkü kavmine gelecek azap, hiç şüphesiz ona da gelecektir. Onlara vaat olunan helak zamanı sabah vaktidir. Sabah vakti de yakındır. Lut aleyhisselam, Allahü tealanın emrine uyarak kızlarını alıp, inananlarla birlikte şehirden çıktı. Lut aleyhisselamın hanımı Vahile, Sedum ahalisinden idi. Lut aleyhisselam, birinci hanımının vefatından sonra onunla evlenmişti. Lut aleyhisselama dıştan inanıyor görünüp, kalbden inanmamıştı. Ayrıca melekler eve gelince de kavmine gidip; meleklerin Lut aleyhisselamın misafiri olduğunu haber vermiş ve hıyanet etmişti. Lut aleyhisselam, kendine tabi olanlarla ve kızlarıyla birlikte yola çıkacakları sırada, karısı da onları görüp sordu: - Nereye gidiyorsun? - Bunlar Rabbimin melekleridir. Bu kavmi ve bu şehirleri helak etmek üzere geldiler. Hanımı Lut aleyhisselam yola çıkmadan önce başına çamurdan pişirilmiş taş düşüp helak oldu. Nihayet sabah vakti olunca, Cebrail aleyhisselam; “Kafirlerin sabah vakti ne kötüdür”, İsrafil aleyhisselam; “Mücrimlerin sabahı ne kötüdür”, Azrail aleyhisselam da; “Gafillerin sabahı ne kötüdür” diye nida ettiler. Lut kavmi için bildirilen azap vakti gelince, Cebrail aleyhisselam, şehirlerin altını üstüne getirdi. O şehirlerin ahalisi üzerine, kime isabet edeceği belli olan, ateşte pişmiş taşlar yağdırıldı. O şehirler olduğu gibi yere batırıldı. O şehir ahalisinden olup, azabın geldiği sırada orada bulunmayanları, diğer memleketlere gidenleri de kendileri için işaretlenmiş taşlar, gidip bularak onları helak etti. Allahü teala Kur’an-ı kerimde Lut kavminin şehirlerini “Mütefikat” yani altı üstüne gelmiş olarak bildirdi. O bölge harap olup, cenab-ı Hakkın gadabının nişanesi olarak, oradan pis kokulu ve siyah bir su çıkıp göl oldu. O şehirlerin izleri hala durmaktadır. Bunda insanlar için ibret vardır. Allahü teala Zariyat suresi 37. ayetinde mealen; (Can yakıcı azaptan korkanlar için o beldede bir işaret bıraktık) buyurarak, bu durumu haber verdi. Bugün Sedum bölgesinin yerindeki göl, Lut Gölü adıyla anılmaktadır. Bu, Filistin’in doğusunda, Şeria nehrinin döküldüğü göldür. Ölü deniz de denir. Kudüs’ün 24 km. doğusundaki Ürdün vadisinde bulunan gölün, kuzeyden güneye uzunluğu 74 km. ve en fazla genişliği 16 km. dir. Deniz seviyesinden 369 m. daha aşağıda olan gölün, suyu kokuludur. Alanı 930 kilometrekare olup, ortalama derinliği 300 metredir. En derin yeri ise 401 metredir. Bu durumu ile dünyada, sathı deniz seviyesinden en düşük su topluluğu hususiyetine sahiptir. Lut Gölü dünyanın en tuzlu göllerindendir. Suyunda balık cinsi canlılar mevcut değildir. Çevresindeki taşlar üst üste olup, dibinde ve yüzünde toplanan zift sebebiyle suyu siyahtır. Allahü tealanın kudretinin büyüklüğünün ve düşmanlarından intikam almasının işareti olarak, her devirde yaşayan insanlara büyük bir ibrettir. Lut kavminin azgınlıkları Bu kavmin kötülükleri, feci bir şekilde helak edilmelerinin sebepleri, ayet-i kerimelerde, hadis-i şeriflerde ve İslam alimlerinin kitaplarında beyan edilmiştir. Bu hususta buyurulanlardan bir kısmı şöyledir: Lut kavmi, bugünkü asrın korkunç hastalığı denilen AIDS’e de yol açan livatayı, yani homoseksüelliği yaparlardı. Lut aleyhisselam, onları ne kadar sakındırdı ise de dinlemediler. Lut kavmi ayrıca yolda oturup, gelenlerin yollarını kesiyor, onları taşa tutuyorlardı. Bu husus, Tirmizi’nin ve Ahmed bin Hanbel’in naklettikleri hadis-i şerifte bildirilmektedir. Sedum ahalisi, kendilerini ve bütün kainatı yaratan, zatında ve sıfatlarında eşsiz ve benzersiz olan Allahü tealaya iman ve ibadet etmeyi düşünmeyip, insanlara faydası olmayan taş parçalarına, putlara taparlar, onlara ibadet ederlerdi. Hatta, Sedum bin Harik adındaki kralları, putları için büyük ve süslü bir puthane ile, putların konulabileceği yaldızlı kürsüler yaptırmıştı. Lut aleyhisselamın, bir olan Allahü tealaya iman ve ibadet etmeye davetine ve cehennem azabı ile korkutmasına aldırış etmediler. Aksine ona karşı çıktılar, hatta onu Sedum’dan çıkarmaya kalkıştılar. Lut aleyhisselamın mucizeleri Lut kavminin kötü fiillerinden biri de livata ile öldürmekti. Bu da, Lut kavminin helak olmasına sebep olan fiillerdendir. Çok kötü bir iş ve en azgın bir zulümdür. Lut kavmi bir kimseyi öldürmek istedikleri zaman, ona livata yapılmasını emrederler; bu şekilde eziyet ettikten sonra öldürürlerdi. Lut kavmi yaptıkları çirkin fiilleri gizlemez ve aleni olarak yaparlardı. Hatta yollarda birbirleriyle livata yaparlardı. Yani homoseksüellikte bulunurlardı. Lut kavmi, kötülüklerden ve fuhuş sözlerden sakınmadıkları gibi, bu işlerden sakınanları ayıplarlardı. Lut aleyhisselam onları Hakka davet edip çirkin işlerden sakındırdığı zaman, “Ey Lut! Bu davadan vazgeçmezsen, mutlaka memleketimizden koğulacaksın veya öldürüleceksin” diye tehdit ettiler. Lut kavminin kötü işlerinden birisi de, çamurdan yapılmış ufak taşları, toplulukta bulunanlara veya yoldan geçenlere atmalarıdır. Onlar yol üstünde otururlar, yanlarında çakıl taşı dolu bir çanak bulundururlar, yabancı birisi geçince ona taş atarlardı. Kimin taşı isabet ederse, onunla livata yapmaya o kimsenin daha layık olduğunu kabul ederlerdi. Lut kavminin helak olmasına sebep olan kötü işlerden birisi de söz taşımaktır. Nitekim Lut aleyhisselamın karısı Vahile, evlerine gelen misafirleri kavmine haber verdiği için helak olmuştur. Lut kavmi vacip olan hakları yerine getirmekte cimri idiler. Yolculara haklarını vermezlerdi. Sadakayı terketmişlerdi. Lut kavminin azgınlıklarından biri de, kendilerini başkalarından üstün görüp, insanlarla alay etmeleri idi. Hadis-i kudside Allahü teala buyurdu ki: (Kibriya, üstünlük ve azamet bana mahsustur. Bu ikisinde bana ortak olanı cehenneme atarım, hiç acımam.) Lut aleyhisselamın birçok mucizesi vardır. Bunlardan bazıları şunlardır: Lut aleyhisselam kavmini hak yola ve Allahü tealaya iman ve ibadete davet etmek ve kötülüklerden sakındırmak için köylere giderdi. Bir bölgede ondan mucize istediler ve, “Hakikaten peygamber isen bulutsuz havada yağmur yağdır” dediler. Bunun üzerine Lut aleyhisselam dua edip, Allahü tealadan bulutsuz havada yağmur yağdırmasını istedi. Allahü teala, duasının kabul olduğunu ve eliyle havaya işaret etmesini vahyetti. Lut aleyhisselam aldığı emir üzerine, eliyle semaya işaret eder etmez, yağmur yağmaya başladı. Fakat Hazreti Lut’un peygamberliğine yine inanmadılar. Bulutsuz havada yağmur yağması mucizesi, başta sevgili Peygamberimiz olmak üzere başka peygamberlerde de görülmüştür. Aslında bulutlar insanlar için bir perdedir. Bulutları yaratan Allahü teala, bulutsuz da yağmur yağdırmaya kadirdir. Ancak bulutları bir sebep olarak yaratmıştır. Hiçbir şeyi sebepsiz olarak yaratmamaktadır. Fakat, peygamberlerin, peygamberliklerini ispatlamaları için ve veli kulları için bazı şeyleri sebepsiz olarak yaratmaktadır. Hazreti Lut, kavmini yaptıkları kötü işten sakındırmasına karşılık, kavmi, onun bu sakındırmasına engel olmak, ondan intikam almak istiyordu. Bunun için de, Lut aleyhisselamın koyunlarının otlu yerde yayılmasına engel oluyorlardı. Beldelerinde otsuz bir dağ vardı. Hazreti Lut’un koyunlarını o dağa sürmüşler, oradan çıkmamaları için gözcü koymuşlardı. Lut aleyhisselam, otsuz dağda ot bitirmesi için, cenab-ı Hakka dua etti. Allahü teala peygamberinin duasını kabul buyurup, o zamana kadar hiç ot bitmeyen dağda yeşil otlar bitirdi. Lut aleyhisselam yaşadığı müddetçe, o dağdan otlar eksik olmadı. Başka ilgi çekici bir taraf ise; Lut aleyhisselamın koyunları, o otlardan yediği halde bir şey olmuyor, fakat sapık ve azgın kavminin koyunları yediği zaman onların koyunları ölüyordu. Lut aleyhisselamın kavmi onun davetini kabul etmediği gibi, ona taş atarlardı. Bu taşların hiç birisi, Allahü tealanın korumasıyla Hazreti Lut’a değmezdi. Lut aleyhisselam bir taş üzerinde yatsa, sünger gibi yumuşak olurdu. Lut aleyhisselamın kavmi, birgün onu öldürmeye karar vermişti. Bu hususu Allahü teala ona vahiy ile bildirip, bir dağa gitmesini emir buyurdu. Emr-i İlahiye uyarak bir dağa gitti. Yolda çok yorulduğundan, bir yere yatıp uyumuştu. Kavminden yedi kişilik bir grup onun izini takip ederek buldular. Bir taş üzerinde uyuduğunu, üzerinde yatmış olduğu taşın sünger gibi yumuşak olduğunu, yattığı yerin çukurlaşmış olduğunu gördüler ve insafa gelip iman ettiler. Uzak yerlerde olan hadiseleri görüp haber vermek de, Lut aleyhisselamın mucizelerinden idi. Birgün Hazreti Lut’a inanmayanlardan birisi geldi ve şöyle dedi: - Oğlum kayboldu, onun ayrılığına dayanamıyorum. Nerede olduğunu da bilmiyorum. Hakikaten peygamber isen, onun nerede olduğunu ve ne yaptığını bana haber ver. Bunun üzerine Hazreti Lut, Allahü tealaya dua etti. Allahü teala Hazreti Lut’un duasını kabul buyurdu. Lut aleyhisselam ile o çocuk arasındaki çok uzak mesafeyi açtı. Hazreti Lut, o çocuğun nerede bulunduğunu, ne yaptığını ve çocuğun şeklini haber verdi. Hazreti Lut’tan bu haberi alan kimse iman etti. Lut aleyhisselamın davetine karşılık, kavmi onunla eğlenmekten ve alay etmekten hiç geri durmuyorlardı. Sonunda ufacık taşlar ve kumlar dile gelip, Lut aleyhisselama şöyle dediler: - Kavminin iman etmeyeceği sana göre kesin ise, Rabbine dua et, onları yakmak için bizi ateş kılsın, onları yakalım. Lut aleyhisselam da bu şekilde dua edip, iman etmeyenlerin hepsi ateşte pişirilmiş taşlarla helak edildiler. Lut aleyhisselam orta boylu, siyah gözlü, iri yapılı idi. Bütün güzel huylarla huylanmıştı. Güçlük ve sıkıntılara karşı sabırlı ve cömert idi. Çiftçilik ve ziraatle uğraşırdı. Herkese iyilik yapmayı sever, insanları Hakka ve doğru yola çağırırdı. Amcası İbrahim aleyhisselamın getirdiği dinin emir ve yasaklarını insanlara anlatmakla meşgul olur, onların kurtuluşa ermeleri için çırpınır ve dua ederdi. Lut aleyhisselama inanan kimseler çok az idi. Bazı kaynaklarda ona inananların on iki kişi ile birlikte iki kızı olduğu veya iki kızıyla birlikte on kişinin azaptan kurtuldukları belirtilmektedir. İSMAİL ALEYHİSSELAM İsmail aleyhisselam Hazreti İbrahim’in büyük oğlu olup, Muhammed aleyhisselamın dedelerindendir. Annesi Hacer hatun, asil bir soydan gelmekteydi. İbrahim aleyhisselamın, zevcesi Hazreti Sare’den çocukları olmuyordu. Yaşları da gittikçe ilerliyordu. İbrahim aleyhisselam, kavuştuğu nimetlere şükredip, bir de evlat ihsan etmesi için Allahü tealaya niyazda bulundu: - Ey Rabbim! Bana salihlerden bir oğul bağışla ki, davet ve taatte yardımcım ve gurbette munisim, gözümün nuru olsun. Hazreti Sare de böyle istiyordu. Fakat çocuğu olmuyordu. Hazreti Sare, Mısır’da kendisine hizmetçi olarak verilen Hazreti Hacer’i azat edip, İbrahim aleyhisselam ile evlenmesini istedi. “Cenab-ı Hak, belki sana bundan bir evlat ihsan eder” dedi. Bunun üzerine İbrahim aleyhisselam Hazreti Hacer ile evlendi. Bu evlilikten İsmail aleyhisselam dünyaya geldi. Muhammed aleyhisselamın nuru, İsmail aleyhisselama intikal etti. İbrahim aleyhisselam onu çok sever ve hiç yanından ayırmazdı. Hazreti Sare, ahir zaman peygamberinin nurunun kendisine intikal edeceğini umuyordu. Ancak nur önce Hazreti Hacer’e, sonra Hazreti İsmail’e geçince, Hazreti Hacer’e karşı kalbinde gayret hasıl oldu. İbrahim aleyhisselam ise, Hazreti Sare’yi hoş tutuyor, devamlı hatırını soruyor, gönlünü alıp onu incitmemeye gayret ediyordu. Nihayet Hazreti Sare’nin gayreti iyice arttı ve İbrahim aleyhisselamdan, Hazreti Hacer ile oğlu İsmail’i başka bir yere götürüp bırakmasını istedi. Allahü teala, İbrahim aleyhisselama Hazreti Sare’nin bu isteğini yerine getirmesini bildirdi. İbrahim aleyhisselam, Allahü tealanın emriyle, Hazreti Hacer ve Hazreti İsmail’i yanına alıp, Şam’dan ayrılarak, onları, o sırada susuz ve ıssız bir yer olan Mekke’ye götürdü. Hazreti Hacer ile Hazreti İsmail’i Kabe’nin şimdi bulunduğu yerin yakınında, yüksek bir yerde ve Zemzem kuyusunun üzerinde büyük bir ağacın yanına bıraktı. O zaman Mekke’de, hiçbir kimse olmadığı gibi, içecek su da yoktu. İbrahim aleyhisselam Hazreti Hacer ile oğlunu burada bıraktı. Yanlarına içi hurma dolu bir sepet ve içi su dolu bir testi de koydu. Sonra, İbrahim aleyhisselam Şam’a gitmek üzere oradan ayrıldı. Hazreti Hacer, İbrahim aleyhisselamın arkasından giderek dedi ki: - Ey İbrahim! Görüp görüşecek bir fert ve yiyip içecek bir şey bulunmayan bu vadide bizi bırakıp nereye gidiyorsun? Hazreti Hacer, tekrar tekrar bu sözleri söylemesine rağmen, İbrahim aleyhisselam ona iltifat etmeyip, yoluna devam etti. Nihayet Hacer ona sordu: - Bizi burada bırakmayı sana Allahü teala mı emretti? - Evet, Allahü teala emretti. Bunun üzerine Hazreti Hacer, “Öyleyse Allahü teala bizi zayi etmez ve korur” diyerek, oğlunun yanına döndü. Safa ve Mervede Sa’y İbrahim aleyhisselam Hazreti Hacer ve Hazreti İsmail’i Mekke’ye bırakıp ayrılırken, Seniyye mevkiine varınca, yüzünü Kabe’nin bulunduğu yere çevirdi. Sonra ellerini kaldırarak şöyle dua etti: - Ey Rabbimiz! Ben soyumdan bir kısmını, mukaddes evinin yanına, ekin bitmez bir vadiye yerleştirdim. Ey Rabbimiz! Orada namazı dosdoğru kılsınlar diye, insanlardan bir kısmının gönüllerini o yerlere yönelt. Orayı ziyarete gelsinler. Onları çevreden gelecek her türlü meyvelerle rızıklandır ki, sana şükretsinler. Hazreti Hacer, oğlu İsmail’i emziriyor ve testideki sudan içiyorlardı. Nihayet testideki su tükenince, hem Hazreti Hacer, hem de çocuğu susadı. Hazreti Hacer, çocuğunun susuzluktan toprak üstünde yuvarlandığını görünce, yavrunun bu acıklı haline bakmaktan üzüldü. Onun yanından kalkıp, o mıntıkada Kabe’ye en yakın dağ olan Safa tepesini buldu ve bunun üstüne çıktı. Sonra vadiye karşı durup; “Bir kimse görebilir miyim” diye baktı. Fakat hiçbir kimseyi göremedi. Bu defa Safa tepesinden indi. Vadiye varınca, ayağını çelmesin diye entarisinin eteğini topladı. Sonra, çok müşkül bir işle karşılaşan bir insan azmiyle koştu. Nihayet vadiyi geçip, Merve tepesine geldi. Orada da biraz durdu ve; “Bir kimse görebilir miyim” diye baktı, fakat hiçbir kimse göremedi. Hazreti Hacer, bu suretle Safa ile Merve arasında yedi defa gidip geldi. İşte bunun için hacılar, Safa ile Merve arasında sa’y ederler. Hazreti Hacer, son defa Merve üzerine çıktığında, bir ses işitti ve kendi kendine hitap ederek; “Sus, iyice dinle” dedi. Sonra dikkatle dinleyince, bu sesi evvelki gibi bir defa daha işitti. Bunun üzerine Hazreti Hacer, sesin geldiği tarafa bakıp dedi ki: - Ey ses sahibi, sesini duyurdun. Eğer sen bize yardım edebilecek vaziyette isen, imdadımıza yetiş, bize yardım et! Ve böyle der demez (şimdiki) Zemzem kuyusunun bulunduğu yerde, insan şeklinde Cibril aleyhisselam göründü. Aralarında şu konuşma geçti: - Kimsin? - Hazreti İbrahim’in hanımıyım. - Sizi kime emanet etti? - Allahü tealaya. - Sizi her şeye kadir olana emanet etmiş. Cebrail aleyhisselam topuğu ile toprağı kazıp, Zemzem suyunu meydana çıkardı. Hazreti İsmail’in çıkardığı da bildirilmiştir. Hazreti Hacer bu durumu görünce, taşıp zayi olmasın diye, hemen suyun etrafını çevirip havuz haline getirdi. Bir taraftan da testisini doldurmaya çalışıyordu. Su ise, avuç avuç alındıkça, tekrar fışkırıyordu. Resulullah efendimiz buyurdu ki: (Allahü teala, İsmail’in annesine rahmet etsin! O, Zemzem’i kendi haline bırakmış olsaydı, yahut suyu avuçlamasa idi, muhakkak Zemzem, akar bir ırmak olurdu.) Cürhümilerin gelmesi Hazreti Hacer, çıkan Zemzem suyundan içti. Çocuğuna içirdi. Cibril aleyhisselam Hazreti Hacer’e dedi ki: - Sakın mahvoluruz diye korkmayınız! İşte şurası Beytullah’ın yeridir. O beyti, şu çocukla babası yapacaktır. Muhakkak ki, Allahü teala o beytin ehlini zayi etmez. Hazreti Hacer’in bulunduğu Kabe’nin mahalli, tepe gibi yerden yüksekçe idi. Zamanla seller, sağını solunu kazıp aşındırmıştı. Hazreti Hacer bu şekilde yaşarken, günün birinde Cürhüm kabilesinden bir cemaat gelip, Mekke’nin alt tarafına kondular. Cürhümiler, Zemzem kuyusunun bulunduğu yerde birtakım kuşların dolaştığını görünce dediler ki: - Kuş kısmı, muhakkak bir suyun başında döner, dolaşır. Halbuki biz bu vadide su bulunmadığını biliyorduk. Gidip bakalım. Oraya birkaç kişi gönderdiler. Onlar, orada Zemzem kuyusunu bulunca, dönüp suyun mevcut olduğunu haber verdiler. Bunun üzerine Cürhümiler kuyunun yanına geldiğinde, Hazreti Hacer su başında idi. Cürhümiler ona dediler ki: - Bizim de şuraya gelip, civarınızda barınmamıza müsaade eder misiniz? - Evet, gelebilirsiniz ve bu sudan istifade edebilirsiniz. Fakat bu suda mülkiyet iddia edemezsiniz. Onlar da razı oldular. Cürhümilerin gelişi, Hazreti Hacer’in kadınlarla muhabbetle sohbet etme arzusuna muvafık oldu. Böylece, Cürhümiler Mekke civarına yerleştiler. Sonra kabilelerinden başka insanlara haber gönderdiler. Onlar da gelip Mekke’de yerleşerek ev bark sahibi oldular. İbrahim aleyhisselam, Babil’den hicret ederken, “Ya Rabbi! Bana salihlerden bir oğul ihsan buyur ki, davet ve taatte yardımcım ve gurbette munisim ve gözümün nuru olsun” diye dua etti. Allahü teala onun duasını kabul ederek, ona Hazreti İsmail’i müjdeledi. Ayet-i kerimede mealen buyuruldu ki: (Biz de ona halim bir oğul müjdeledik.) İbrahim aleyhisselam, İsmail aleyhisselamın doğumundan sonra, Allahü tealanın emri ile, İsmail aleyhisselamı ve annesi Hacer validemizi Mekke’ye bırakıp Şam’a döndü. Zaman zaman gider, onları Mekke’de ziyaret ederdi. Yüzünde, Muhammed aleyhisselamın temiz babalardan temiz ve afif analara geçip gelen nuru parlayan Hazreti İsmail çok güzeldi. Bu sebepten İbrahim aleyhisselamın, oğlu İsmail’e karşı muhabbeti fazla idi. İsmail aleyhisselam yedi yaşında iken, birgün İbrahim aleyhisselam ibadet ettiği mihrabda, bu muhabbet içinde uyudu. Rüyasında oğlu İsmail ile otururken, bir melek gelip dedi ki: - Ben, Allahü tealanın elçisiyim. Allahü teala, bu oğlunu kurban etmeni istiyor. İbrahim aleyhisselam korku ile uyandı. “Rüya rahmani mi, yoksa şeytani mi” diye tereddüt etti. O gün hep bu rüyayı düşündü. Onun için bu güne Terviye denildi. Allah için kurban İbrahim aleyhisselama ikinci gece, yine rüyasında aynı melek gelerek dedi ki: - Ben, Allahü tealanın elçisiyim. Allahü teala, bu oğlunu kurban etmeni istiyor. Bunun üzerine Hazreti İbrahim uyanınca, gördüğü rüyanın rahmani olduğunu anladı. Bundan dolayı bu güne Arefe denildi. Üçüncü gece yine aynı rüyayı gördü. Artık Hak tealanın emri olduğunda hiç şüphesi kalmadı. “Bu emri muhakkak yerine getirmem gerek” diyerek, hanımı Hacer’in yanına geldi ve dedi ki: - Ey Hacer, benim gözümün nuru oğlum İsmail’i yıka, en iyi elbisesini giydir, saçını tara, onu dostuma götüreceğim. Sonra; Hazreti İsmail’e dedi ki: - Yanına ip ile bıçak al! - Bunları ne yapacağız baba? - Allah rızası için kurban keseriz. Yolda giderken, Hazreti İsmail, babasına sordu: - Nereye gidiyoruz? - Dostuma. - Evi nerededir? - O, evden ve mekandan münezzehtir. Yer ve gök Onun mülküdür. - Babacığım! O bizimle oturup yemek yer mi? - O yemekten ve içmekten de münezzehtir. İbrahim aleyhisselam, oğlu İsmail’i kurban etmek için götürürken, şeytan; “Eğer bugün İbrahim’in (aleyhisselam) evinde bir fitne çıkaramazsam, bundan sonra onları hiç fitneye düşüremem” diyerek harekete geçti. Yaşlı bir adam kıyafetinde Hazreti Hacer’in yanına geldi. Ona dedi ki: - İbrahim oğlunu nereye götürdü? - Bir dostunu ziyarete götürdü. - Hayır, onu kesmeye götürdü. - Baba, oğlunu boğazlamaz. Şefkat buna manidir. - Öyle zannederim ki, Allah emretmiştir. - Allahü tealanın emrine uymak elbette lazımdır. Onun emrini, canı gönülden kabul ederiz. Onun Allahü tealanın emrine uyması elbette en güzel iştir. Şeytan ondan yüz bulamayınca, yine aynı kıyafette Hazreti İsmail’in yanına geldi. Hazreti İsmail edeple babasının arkasından yürüyordu. Şeytan, kandırmak ümidiyle, Hazreti İsmail’e sordu: - Baban seni nereye götürüyor, biliyor musun? - Dostunun ziyaretine. - Vallahi seni öldürmeye götürüyor. - Hiç babanın oğlunu öldürdüğünü gördün mü? Öyle zannederim, Allahü teala emretmiştir. - O emretti ise, canı gönülden razıyım. Şeytan Hazreti İsmail ile Hazreti İbrahim’e görünerek onlara vesvese vermeye çalıştı ise de, şeytanı dinlemediler. Hazreti İsmail, şeytanın arkasından yedi tane taş attı. Hacıların şeytan taşlaması buradan kaldı. Hazreti İbrahim, bugün Mina denilen yere gelince, oğlunu kurban etmek için hazırlandı. Hazreti İsmail tevekkülle babasına teslim oldu. Zira babasının Allahü tealanın emrini yerine getirmesi gerekiyordu. Hazreti İbrahim, oğlu Hazreti İsmail’i yere yatırıp bıçağı boynuna çaldı ise de, bıçak Allahü tealanın emri ile kesmedi. Taşa vurdu, taşı kesti. Nihayet Cebrail aleyhisselam Allahü tealanın emriyle cennetten bir koç getirdi. Cebrail aleyhisselam koçu getirirken makamından, “Allahü ekber, Allahü ekber” diyerek geldi. Hazreti İbrahim bu tekbiri işitince; “La ilahe illallahü vallahü ekber” dedi. Hazreti İsmail de; “Allahü ekber ve lillahil hamd” diyerek tekbiri tamamladı. Hazreti İbrahim koçu kurban etti. Bu tekbirler onlardan itibaren sünnet oldu. Onların bu hali Kur’an-ı kerimde anlatılmakta ve mealen; “Muhakkak ki bu açık bir imtihandı” buyurulmaktadır. Hazreti İbrahim, kurban hadisesinden sonra Hazreti Sare’nin yanına döndü. Bunun benzeri bir hadiseyi de Peygamber efendimizin babası Abdullah da geçirmişti. Abdullah’ın babası Abdülmuttalib o devirde Mekke hakimiydi. Zemzem kuyusunu yeniden ortaya çıkarıp, tamiri esnasında on erkek çocuğa sahip olduğundan, birini kurban etmeyi adamıştı. Arzusu gerçekleştikten sonra, gördüğü bir rüya üzerine adağını hatırladı. Kurban edilecek oğlunu belirlemek maksadıyla oğulları arasında kura çekti. Kura Abdullah’a çıktı. Abdülmuttalib, Medineli bir kahin tarafından teklif edildiği üzere, o günkü adete göre diyet olarak kabul edilen on deve getirtti. Abdullah ile develer arasında kura çekildi. Kura Abdullah’a çıkınca, deve sayısını on adet artırdı. Develerin sayısı yüze ulaşınca, kura develere çıktı. Bunun üzerine yüz deveyi kurban ederek çok sevdiği oğlu Abdullah’ı kurtardı. Peygamber efendimiz Hazreti İsmail’i ve babası Abdullah’ı kastederek; “Ben iki kurbanlığın oğluyum” buyurmuştur. Hazreti İsmail büyüyünce Cürhüm kabilesinden bir kızla evlendi. Babası İbrahim aleyhisselamın tavsiyesi ile bundan ayrılarak Hale isminde bir hanımla evlendi. Bu hanımdan bir oğlu oldu. Alnındaki son peygamberin nuru bu hanıma ve bu hanımdan da doğan oğluna geçti. Bunun evlatlarından Peygamber efendimize kadar ulaştı. Bu hanımın hizmetinden çok memnun olan Hazreti İbrahim de, bu beldede yaşayanlar için hayır duada bulundu. Onun duası bereketi ile Mekke civarında bereket çok oldu. Bu sırada annesi Hazreti Hacer de vefat etti ve Kabe temelinin bitişiğine defnedildi. Hazreti İbrahim yine ara sıra gelip gidiyordu. Allahü teala Kabe’nin yapılmasını emredince, baba oğul Kabe’nin eski temelini bulup yeniden inşa ettiler ve şöyle dua ettiler: “Ey Rabbimiz bizden bu hayırlı işi kabul et. Hakikaten sen duamızı işitici, niyetimizi bilicisin.” Hazreti İsmail’in peygamberliği Hazreti İbrahim, Kabe’nin inşaatı bitince, Cebrail aleyhisselamın tarifi üzere, oğlu ve inananlarla birlikte hac ettikten sonra, Kabe’nin bakım ve emniyetini oğlu Hazreti İsmail’e havale ederek, tekrar Filistin’e dönüp, bir müddet sonra orada vefat etti ve Kudüs yakınlarında, bugün Halilürrahman ismiyle meşhur olan yerin civarında bir mağaraya defnedildi. İsmail aleyhisselam aralarında yaşamakta olduğu, Yemen’den gelip Mekke’ye yerleşen Cürhüm kabilesine peygamber olarak gönderildi ve kendisine başka kitap ve din verilmedi. Babası İbrahim aleyhisselamın dininin hükümleri ile amel ederek, bunu insanlara tebliğ etmesi emredildi. İnsanları elli yıl imana davet etti, ancak pek az kimse imanla şereflendi. İsmail aleyhisselamın dini, İslamiyete kadar devam etti. Cürhümilerden iki defa evlendi. Arapça’yı onlardan daha fasih konuştu. Hazreti İsmail’in, Cürhümi kabilesi reisinin kızı olan, ikinci olarak nikahladığı Hale adındaki mübarek hatundan, kızları ve oğulları oldu. Muhammed aleyhisselamın nuru da bu mübarek hatunun oğullarından olan Kaydar’a intikal etti. Böylece onun soyundan gelen iman sahibi kimseler, Resulullah efendimizin nurunu taşımakla şereflendiler. Nitekim, hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Allahü teala, Ademoğullarından İsmail’i seçti. İsmail’in evladından Beni Kinane’yi seçti. Beni Kinane’den Kureyş’i seçti ve ayırdı. Kureyş’ten Beni Haşim’i seçti. Beni Haşim’den de beni seçti ve ayırdı.) İsmail aleyhisselam, vefatına yakın, kardeşi Hazreti İshak’ı yanına davet edip, kızını Hazreti İshak’ın oğlu İys’e nikahladı ve bazı vasiyetlerde bulundu. Mekke’de 133 veya 137 yaşlarında iken vefat edince, Mescid-i Haram’da Kabe-i muazzamanın kuzey duvarı önünde bulunan ve annesi Hazreti Hacer’in de yattığı Hatim denilen yere defnedildi. Abdullah bin Abbas hazretlerinin bildirdiğine göre; İsmail aleyhisselamla Resulullah efendimizin yirmi birinci babası olan Adnan arasında otuz baba vardır. Adnan’la Hazreti İsmail arasındaki babaların isimleri kesin olarak belli değildir. Adnan’dan başlayarak, Resulullahın mübarek babaları olan Abdullah’a kadar, yirmi mübarek zatın isimleri ihtilafsız olarak bildirilmiştir. Bunlar; Adnan oğlu Mead oğlu Nizar oğlu Mudar oğlu İlyas oğlu Müdrike (Amir) oğlu Huzeyme oğlu Kinane oğlu Nadr oğlu Malik oğlu Fihr oğlu Galib oğlu Lüeyy oğlu Ka’b oğlu Mürre oğlu Kilab oğlu Kusayy (Zeyd) oğlu Abd-i Menaf (Mugire) oğlu Haşim (Amr) oğlu Abdülmuttalib (Şeybe)’dir. Hazreti İsmail’den Muhammed aleyhisselama kadar Resulullahın bütün babaları İbrahim aleyhisselamın dininde, Müslüman olup, bu dine göre ibadet ederlerdi. Resulullahın dedelerinden birinin iki oğlu olsa, yahut bir kabile iki kola ayrılsa, Hatem-ül-enbiya’nın soyu, en şerefli ve en hayırlı olan tarafta bulunur ve her asırda, Onun dedesi olan zat, yüzündeki nurdan belli olurdu. Bu nur, Peygamberimizin Adem aleyhisselama emanet edilen mübarek nuru olup, Hazreti İsmail’e de babasından intikal etmişti ve alnında sabah yıldızı gibi parlardı. Neticede bundan da evlatlarına geçerek, Resulullaha kadar geldi. İsmail aleyhisselamın mucizeleri Hazreti İsmail’in on iki oğlu olup, bunlar, Kabe’nin hizmetini yapar, emniyet ve muhafazasını sağlarlardı. Onun soyuna ve Kabe-i muazzamaya hürmet etmeyen kavimler, Kabe’nin içinde çok çirkin hareketler yapacak kadar ileri gittiklerinde gelen bir sel, şehri alt üst edip, Kabe-i muazzamayı bile yıktı. Ahali çevreye dağıldı ve birçokları öldü. Hazreti İsmail’in çoğalan çocukları, zamanla Arabistan’ın çeşitli bölgelerine yayıldılar. Hazreti İsmail’in soyu ilk defa Adnan’da kabilelere ayrıldı ve Arapların birçok kabileleri onların soyundan meydana geldi. Resulullahın yirmi birinci babası Adnan’ın iki oğlundan Akk, Yemen’e gidince; Mead da Mekke’de kaldı. Resulullah efendimizin dünyayı teşriflerinde, Mekke’ye Adnan’ın soyundan gelen Kureyşoğulları hakim olmuşlardı. Kureyşoğulları, İsmail aleyhisselamın torunları idiler ve onun konuştuğu Arapça ile konuşuyorlardı. Nitekim Kur’an-ı kerim de, Kureyş lisanında inmiştir. Hazreti İsmail’in torunları, baba ve dedelerinin dininden bazı güzellikleri örf ve adet olarak muhafaza etmekle beraber, zamanla çok az sayıdaki müminlerden ve Muhammed aleyhisselamın nurunu taşıyan aileden başkaları azıtıp, doğru yoldan ayrılarak, putlara tapar oldular. Hatta Kabe’nin içini bile putlarla doldurdular. Bu hal Muhammed aleyhisselamın gelişine kadar devam etti. İsmail aleyhisselamın mucizelerinden bazıları şunlardır: Dikenli bir arazide yaşayan müşriklerin teklifi üzerine dua edip, dikenli ağaçlarda çeşitli meyveler bitmiştir. İsmail aleyhisselam kendisine peygamberlik gelince, Zemzem kuyusunun çevresine yerleşen Cürhümileri imana davet etti. Onlar da mucize isteyip; “Şu kısır koyundan süt çıkar” dediler. O da mübarek elini koyunun sırtına koyarak; “Beni peygamber olarak gönderen Allahü tealanın ismi ile...” dediği anda, koyunun memelerinden süt akmaya başladı. Yine bir defasında kendisine misafir gelen iki yüz Yemenliye ikram edecek bir şey bulamayınca, mahcup oldu. O anda dua etti ve yanındaki kumlar un oldu. Bunu gören misafirlerin hepsi imanla şereflendiler. Hazreti İsmail’in mucizelerinin en meşhuru; o zamanda hiç su bulunmayan Mekke-i mükerremede, onun teşrifiyle Zemzem suyunun ortaya çıkmasıdır. İsmail aleyhisselam, birisine bir yerde buluşmak için söz vermişti. Söz verdiği yere gidip üç gün beklemesine rağmen o şahıs gelmedi. Bununla birlikte asla yerinden ayrılmadı. Allahü teala, Kur’an-ı kerimde Meryem suresi 54. ayet-i kerimede onu överek mealen; (O, vaadinde, sözünde sadıktı) buyurdu. Hazreti İsmail’in hususiyetlerinden biri de; kavmine namaz ve zekatı emrederek emr-i marufta bulunmasıydı. Nitekim o, Meryem suresinin 56. ayet-i kerimesinde mealen; (Kavmine namaz ve zekatı emrederdi ve Rabbi katında söz ve hallerinin doğruluğu ile makbul idi) buyurularak, bu hususiyeti ile de methedilmiştir. İsmail aleyhisselamın hususiyetlerinden biri de Zebihullah olması, yani Allahü teala için kurban edilmesidir. İSHAK ALEYHİSSELAM İshak aleyhisselam İbrahim aleyhisselamın ikinci oğludur. Hazreti İsmail’den sonra doğmuştur. İshak, (gülüyor) demektir. Annesi Hazreti Sare’nin gençlikte çocuğu olmamıştı. İhtiyarlıkta, çocuğu olacağı Allah tarafından müjdelenince, şaşırıp güldüğü için oğluna bu isim verilmişti. Bu zamana kadar çocuğu olmayan Hazreti Sare, yaşının geçtiğini düşünerek, Hazreti İbrahim’e, Hazreti Hacer’i nikahlamasını söylemiş ve bu evlilikten İsmail aleyhisselam olmuştu. İbrahim aleyhisselamın alnındaki nur, Hacer’e ve oradan da Hazreti İsmail’e intikal etti. Hazreti İbrahim, Muhammed aleyhisselamın nurunu taşıyan Hazreti İsmail’e fazla alaka gösteriyordu. Bu durum Hazreti Sare’nin gayretine sebep oldu. Allahü teala, Hazreti İbrahim’e vahyedip, Hazreti İsmail ile annesini şu anda Mekke’nin bulunduğu topraklara götürmesini emreyledi. İbrahim aleyhisselam da, onları emredilen topraklara götürüp geri döndü. Aradan yılların geçmesi ile İbrahim aleyhisselam ile Hazreti Sare iyice yaşlanmışlardı. Bu zamanda Allahü tealanın emriyle melekler, bir çocukları olacağını müjdelediler. Bir oğullarının olacağı müjdelendiği sırada, İbrahim aleyhisselam yüz yirmi, Hazreti Sare ise doksan yaşını geçmişti. Bu haberden bir sene sonra Hazreti İshak doğdu. Hazreti İshak’ı müjdelemek için gelen melekler, gayet güzel yüzlü birer genç suretinde olarak, İbrahim aleyhisselamın karşısına çıktılar. Bunlar; Cebrail, Mikail ve İsrafil aleyhimüsselam idi. Yanlarında başka melekler de vardı. Melekler güzel yüzlü genç suretinde İbrahim aleyhisselama gözüküp; selam verdiler. İbrahim aleyhisselam, selamlarını aldıktan sonra, onları evinde en iyi yere oturttu. Onlara ikram etmek üzere hemen kızartılmış bir buzağı (dana) getirdi. Bu nefis yiyeceği misafirlerin önüne koyup; “Buyurunuz, yiyiniz” dedi. Fakat bu misafirler yemeğe hiç el uzatmadılar. Bu durum karşısında İbrahim aleyhisselam tedirgin olup, endişelendi. O zamanki adete göre, bir eve misafir geldiğinde, misafir, ikram edilen şeyleri yerse, o misafirden emin olunur; yemezse, bu misafirin zarar vermek üzere geldiğine hükmedilir, ondan çekinilirdi. Hatta böylelerinin zararından korkulurdu. İbrahim aleyhisselamın kalbine bu sebeple bir endişe gelmiştir. İbrahim aleyhisselam ile melekler arasında şu konuşma geçti: - Buyurun, yemez misiniz? - Biz yemeğin ücretini vermeden yemeyiz. - Yiyiniz de bedelini veriniz. Bu yemeğin bir ücreti vardır. - Bu yemeğin ücreti nedir? - Yemeğin başında Allahü tealanın ismini söylemek, sonunda da hamdetmektir. İbrahim aleyhisselamın bu sözü üzerine, Cebrail aleyhisselam, Mikail aleyhisselama bakarak dedi ki: - Bu zat, Allahü tealanın dost (halil) edinmesine layık bir kimsedir. Bundan sonra melekler, “Ey İbrahim! Endişe etme! Biz Lut kavmini helak etmek için gönderildik” diyerek melek olduklarını açıkladılar. Böylece yemeği yememelerinin sebebi de anlaşıldı. Çünkü melekler yemezler, içmezler. İshak aleyhisselamın müjdelenmesi İbrahim aleyhisselama gelen melekler melek olduklarını açıklayıp, İbrahim aleyhisselamın endişesi dağılınca, melekler ona bir oğlunun, yani Hazreti İshak’ın olacağını müjdelediler. Hazreti Sare, meleklerin bu müjdesini işitince, hayrete kapılarak ellerini yüzüne kapayıp dedi ki: - Hayret, benim mi çocuğum olacak? Ben artık ihtiyarladım. Çocuk doğuracak halde değilim! Üstelik benim kocam da ihtiyarlamıştır. Bu görülmemiş bir iştir. Hazreti Sare’nin bu sözleri üzerine melekler, şu cevabı verdiler: - Sen Allahü tealanın emrine mi, takdirine mi şaşıyorsun? Muhakkak Allahü teala neyi dilerse, o olur. Allahü tealanın rahmeti ve bereketi sizin üzerinizedir. Şüphesiz ki, Allahü teala, kendisine şükür ve hamd edilmesini gerektiren işleri yapar, yaratır. Onun kullarına hayrı ve ihsanı pek çoktur. O kerem sahibidir. Sizi de nice nimetlere kavuşturmaya kadirdir. Bu hususta Hazreti İbrahim de meleklere demişti ki: - Benim bu ihtiyarlığımda bana evlat mı müjdelersiniz? Ne acayip müjdedir. - Biz seni hak ile müjdeledik. Sen Hakkın rahmetinden ümit kesme. - Allahü tealanın rahmetinden kim ümit keser ki? Ancak, Allahü tealanın rahmetinin bolluğunu bilmeyen azgınlar ümit keserler. Hazreti İbrahim ve Hazreti Sare’nin bu habere şaşmalarının sebebi, itiraz için değildi. Çünkü onlar, Allahü tealaya iman etmişlerdi ve şaşırmalarının sebebi; hiç görülmediği halde, bilinenin ve adetin dışında olarak, çok yaşlı kimselerin çocuğunun olacağı idi. İbrahim aleyhisselamın Allahü tealanın emirlerine gösterdiği sadakat ve ihtimam sebebiyle, böyle yaşlı iken, Allahü teala ona bir çocuk daha ihsan eyledi. Nitekim Kur’an-ı kerimde mealen şöyle buyuruldu: (Bir de ona salihlerden bir peygamber olmak üzere İshak’ı müjdeledik. Kendisine ve İshak’a bereketler verdik. Her ikisinin soyundan mümin olan da var, nefsine apaçık zulmeden kafir de var.) [Saffat 112 - 113] Meleklerin bu müjdesi, Lut kavminin helak olduğu gece idi. Çok geçmeden Hazreti Sare hamile kaldı. Doğan çocuğa müjde esnasında, annesi sevinç ve taaccüple güldüğü için Ibranice’de “gülüyor” manasına gelen İshak adını verdiler. Babası, Hazreti İshak’ı yedi günlük iken sünnet etti. İbrahim aleyhisselam, büyük oğlu Hazreti İsmail’e okuduğu gibi ona da; “E’uzü bikelimatillahittammati min külli şeytanin ve hammetin ve min külli aynin lammeh” duasını okurdu. İshak aleyhisselam büyüyünce, babası ve annesi ile Mekke’ye gitti. Kabei muazzamayı ziyaret edip, ağabeyi Hazreti İsmail’le görüştü. Üçü birlikte Filistin’e döndüler. Burada anne ve babasına hizmet eder, her sene hac zamanında, Mekke’ye giderdi. Şam ve Filistin ahalisine peygamber olduğu bildirildi. Bu husus En’am suresi 84. ayet-i kerimesinde mealen şöyle bildirilmektedir: (Biz İbrahim’e oğlu İshak’ı ve İshak’a oğlu Yakub’u hibe ettik ve her birine hidayet ve nübüvvet verdik.) Hazreti İshak’ın mucizeleri İshak aleyhisselam yüz ve şekil itibariyle, ahlak ve yaşayışta babası Hazreti İbrahim’e çok benzerdi. Hatta sakalı çıktığı zaman, baba ile oğlunu birbirinden ayırmak çok güçleşmişti. İbrahim aleyhisselamın sakalı ağarınca, aralarında fark meydana geldi ve görenler kolayca birbirlerinden ayırır oldular. İshak aleyhisselam Hazreti İbrahim’in vefatından sonra, onun dininin hükümlerini yaymaya devam etti. Kavmine nasihatlerde bulunup, Allahü tealanın emir ve yasaklarını bildirdi. Ömrünü, insanlara Allahü tealanın emir ve yasaklarını bildirmekle geçiren İshak aleyhisselama, Allahü teala iki oğul ihsan etti. Bunlar, ikiz olan İys ve Yakub adındaki çocukları idi. İys, amcası Hazreti İsmail’in kızı ile evlendi. Babasının duası bereketiyle soyu bereketli olup, kısa zamanda çoğaldı. Hazreti Yakub’a da peygamberlik verildi. Oğul ve torunlarından da peygamberler geldi. Bir adı da İsrail olan Hazreti Yakub’un soyundan gelenlere, sonradan İsrailoğulları denildi. Hazreti İshak’ın gözleri ömrünün sonuna doğru zayıfladı. Yüz yirmi sene veya daha fazla yaşadı. Vefat edince, Filistin’de Halilürrahman civarında, baba ve annesinin de medfun bulunduğu mağaraya defnedildi. Her peygamber gibi İshak aleyhisselamın da çeşitli mucizeleri vardır. Bunların bazıları şöyle: Hayvanlar, açık bir lisanla İshak aleyhisselamın peygamberliğine şehadet ederlerdi. Birgün kavmi; Hazreti İshak’a bir tilki, bir ceylan ve bir keçiyi getirip dediler ki: - Bunlar senin peygamberliğine şehadet etmedikçe, biz de inanmayız. İshak aleyhisselam da hayvanlara dedi ki: - Ey hayvanlar! Benim kim olduğumu bilir misiniz? Bunun üzerine tilki; “Allahın peygamberisin” dedi. Ceylan; “Halilullah’ın oğlusun. Kavmini necat ve felaha davet ediyorsun. Ben şehadet ederim ki, ibadet edilmeye hakkı olan ancak ve yalnız Allahü tealadır. Sen de Onun peygamberisin” dedi. Keçi de; “Allahın peygamberisin. Hak üzere olduğunda şüphe yoktur. Sana iman etmeyen, doğruca cehenneme girecektir” dedi. Bu mucizeyi görenlerden bir kısmı imanla şereflendi. Bir kısmı da küfürde inat edip cehennem azabını haketti. İshak aleyhisselamın bir diğer mucizesi de, dua etmesi üzerine dağın harekete geçmesidir. İshak aleyhisselam Kudüs’e varıp, oranın halkına Allahü tealanın emir ve yasaklarını tebliğ edince, insanlar oradaki bir dağı gösterip dediler ki: - Eğer şu dağı harekete geçirirsen, iman ederiz. İshak aleyhisselam da elini açıp, Hak tealaya dua etti. Dağ sallanmaya başlayınca, Kudüs halkı hep birlikte iman ederek, küfrün zulmetinden kurtuldu. Hazreti İshak’ın başka bir mucizesi de; Şam ahalisinin arzusu üzerine yaptığı dua neticesinde, elini sırtına koyduğu bir koyunun, hemen kuzulamasıdır. Koyun, ardı ardına dokuz veya doksan tane kuzu doğurmuştur. |
YAKUB ALEYHİSSELAM
Yakub aleyhisselam İshak aleyhisselamın oğlu, Yusuf aleyhisselamın babasıdır. Melekler, İbrahim aleyhisselama İshak aleyhisselamla beraber, Yakub aleyhisselamın da doğumunu ve peygamberliğini müjdelemiştir. İbrahim aleyhisselam vefat ettiği zaman, İshak aleyhisselam Şam’da bulunuyordu. Rüyasında, belinden, birçok dalları ve budakları bulunan büyük ve yeşil bir ağacın yükseldiğini gördü. Rüyasında ona; “Bu dallar ve budaklar, senin soyundan gelecek olan peygamberlerin nurudur” denildi. Sonra sevinerek uyandı. Seksen yaşına geldiği zaman, zevcesi ona hamile olduğunu müjdeledi. İshak aleyhisselam hanımına; “Bu hususa şaşma” diyerek rüyasını anlattı. Vakti gelince ikiz oğulları oldu. Birincisine İys, ikincisine Yakub ismi verildi. Yakub, İbranice bir isim olup; Saffetullah, yani Allahü tealanın saf ve temiz kıldığı kul manasına gelmektedir. İys ismindeki kardeşi ondan önce doğduğu için, Arapça takip etmek manasına Yakub denildiği de bildirilmiştir. Yakub aleyhisselamın diğer adı İsrail olup, Allahın kulu manasına gelmektedir. İys ve Yakub aleyhisselam büyüdükleri zaman, ihtiyar halde bulunan babalarına hizmet ediyorlardı. Babalarının koyun sürülerini nöbetleşe olarak bir gün biri, bir gün de diğeri otlatıyordu. Adem aleyhisselamdan peygamber efendimize kadar her peygamberin hususi bir duası vardı. İshak aleyhisselam, ölümü yaklaştığı zaman oğullarını çağırıp, her ikisine de ayrı ayrı dua etti. Yakub aleyhisselam huzuruna gelince; “Ya Rabbi! Neslimden peygamber geleceğini buyurmuştun. O vaadini bu oğlumdan zuhur ettir” diye en kıymetli duayı etti. Onun soyundan nice peygamberler göndermesi için cenab-ı Hakka niyazda bulundu. İys’e de; “Zürriyetin toprak kadar çok olsun” diyerek soyundan meliklerin ve sultanların gelmesi için duada bulundu. İshak aleyhisselam vefatından önce mallarınıda taksim etti. Ancak İys, kardeşi Hazreti Yakub’un mallarına el koydu. Bunun üzerine annesi Hazreti Yakub’a dedi ki: - Kalk, dayın Layan ve kardeşlerinin yanına git! Onların çok geniş arazileri, evleri ve servetleri vardır. Onlar sana yardımcı olurlar. Onlara benden de selam söyle! Yakub aleyhisselam, annesinin bu sözleri üzerine, Harran’a gitti. Orada yüksek evler ve hoş manzaralarla karşılaştı. Şehre girişte, bir su kuyusuna uğrayıp, orada bulunanlardan su istedi ve onunla abdest aldı. Namaz kılıp Rabbine dua ve niyazda bulundu. Kuyunun başında su dolduranlardan dayısının evini sordu. Su için gelenlerden biri, dayısının kızlarındandı. Babasına gidip, birinin aradığını haber verince, babası; “Onu bana getiriniz” dedi. Kız, Hazreti Yakub’a, babasının kendisini beklediğini haber verdi. Bunun üzerine Hazreti Yakub dayısının yanına vardı. Dayısı uzun zamandır görmediği için, Hazreti Yakub’u tanımamıştı. Bundan dolayı kendisine sordu: - Ey genç sen kimsin? Nereden geldin? - Adım Yakub, İshak aleyhisselamın oğluyum. Şam’dan geldim. Bunun üzerine dayısı Hazreti Yakub’a annesini, babasını ve kardeşi İys’i sordu. O da babasının vefat ettiğini söyledikten sonra, “Allahü teala beni, annemin isteği üzerine size ve sizin beldenizde kalmak ve işlerinizde yardım etmek üzere gönderdi. Şu anda size geldim” diyerek durumunu anlattı. Dayısı Layan buna çok sevindi. Onu, işlerinde çalışması için vazifelendirdi. Bir müddet dayısının işlerinde yardımcı oldu. Orada uzun müddet kaldı. Önce Leya, yedi yıl sonra da Rahil ile evlendi. Hazreti Yakub’un Leya’dan Robil ve Şemun adlı iki erkek çocuğu oldu. Arkasından Lavi ve Yehuda adındaki oğulları doğdu. Yine bu hanımından İsahar ve Zablun adlı oğulları ile Dinar isimli kızı dünyaya geldi. Ayrıca Yakub aleyhisselamın Belhe ve Zülfa isimli iki cariyesi vardı. Belhe’den Dan ve Neftali, Zülfa’dan da Cad ve Aşir adındaki oğulları dünyaya geldi. Hazreti Yakub ile evlendikten sonra bir müddet çocuğu olmayan Rahil, Allahü tealadan bir oğlan diledi. Allahü teala duasını kabul edip, her haliyle şerefli ve güzel olan Yusuf aleyhisselamı verdi. Hazreti Yakub’un peygamberliği Yakub aleyhisselam uzun müddet dayısının yanında kaldı ve ona hizmet etti. Hazreti Yusuf’un doğduğu sene Allahü teala tarafından, Kenan diyarı ahalisine peygamber olarak vazifelendirildi. Bunun üzerine Yakub aleyhisselam dayısı Layan’a gelerek, gördüğü iyilikleri için teşekkür ederek dedi ki: - Muhakkak ki Rabbim, beni Kenan diyarı ahalisine peygamber olarak vazifelendirdi. Oraya gitmemi emir buyurdu. - Ey Yakub! Bana uzun zaman arkadaşlık ettin. Bu uzun zaman içinde, senden ancak hayır gördüm. Şimdi ise peygamber olarak vazifelendirildiğin yere ailenle git. Senin, yakınlarımın ayrılığı bana zor gelir. Fakat senin razı olman, benim rızamdan öncedir. İstediğin ne var ise al götür. - Allahü teala benim sebebimle, sana hayır ihsan etsin. Dayısı ona beş yüz adet koyun, beş yüz adet sığır ve çok miktarda at ve katır hazırladı. Yakub aleyhisselam, hanımları ve oğullarıyla birlikte Kenan iline gitmek üzere yola çıktı. Kenan diyarı, Fenike denilen Sayda, Sur ve Beyrut ile Filistin ve Suriye’nin bir kısmından ibaret olan eski bir memlekettir. Nuh aleyhisselamın torunu ve Ham’ın oğlu Kenan, burada yaşadığı için bu beldeye Kenan diyarı denilmiştir. Yakub aleyhisselam Kenan diyarına yaklaştığı zaman, onu melekler birbirlerine müjdeleyerek karşıladılar. Kardeşi İys, Yakub aleyhisselamın peygamber olarak gönderildiğini ve Kenan diyarına doğru gelmekte olduğunu işitince; “Peygamber olmaya ben ondan daha layığım” diyerek kızdı. Adamlarıyla birlikte Hazreti Yakub’un öldürülmesini istedi. Hazreti Yakub, kardeşi İys’e elçi gönderdi. Elçi geriye dönüp, kardeşi İys’in dört yüz kişiyle birlikte, Yakub aleyhisselamın üzerine gelmekte olduğunu haber verdi. Yakub aleyhisselam, oğlu Robil’i çağırdı ve dedi ki: - Şu dağın ardında bulunan amcan İys’e git, selamımı söyle! Ayrıca; “Seninle beraber büyüdük, babamız öldü, bütün mallarımı elimden aldın. Benim helak olmamı istedin. Ben senden uzaklaştım. Şimdi sana Allahü tealanın emriyle geldim. Allahü teala beni peygamber olarak gönderdi” dediğimi kendisine bildir! Robil, amcasına gidip, babasının söylediklerini bildirince; İys, Yakub aleyhisselamın bu davetini de kabul etmedi. Bunun üzerine Yakub aleyhisselam, Allahü tealaya dua etti. Kendisini ve ehlini, kardeşinden gelecek kötülüklerden korumasını diledi. Kardeşi için hediyeler hazırladı ve yanında bulunanlara buyurdu ki: - Allahü tealanın bereketiyle yürüyün. Muhakkak ki Allahü teala, İys’in hile ve tuzağını bizden defeder. Yakub aleyhisselam, oğulları ve aşiretiyle birlikte yürüdüler. İys ve beraberindeki dört yüz kişi ile karşılaştılar. Yakub aleyhisselam ehlinin ve oğullarının önüne geçti. İys ile göğüs göğüse karşılaşıp onu yere serdi. Onun göğsüne oturup dedi ki: - Ey İys! Allahü tealanın kudretini gördün mü? Bunun üzerine İys özür dileyip ağladı. Yakub aleyhisselam ona merhamet edip, göğsü üzerinden kalktı ve kucaklaştılar. İys, Yakub aleyhisselama şöyle dedi: - Ey kardeşim! Bugüne kadar sana karşı yaptığım hatalarımdan dolayı beni affetmeni ve magfiretim için Allahü tealaya istigfarda bulunmanı istiyorum. Allahü teala seni peygamber göndermekle, benim üzerime üstün kıldı. - Ey kardeşim! Müjdeler olsun. Allahü teala beni peygamber olmakla hususi kıldı. Senin zürriyetinden Eyyub’u peygamber gönderecektir. Bundan sonra ikisi birlikte Kenan diyarına gelip orada yerleştiler. Yakub aleyhisselam orada kendisi ve oğulları için evler yaptırdı. Bu sırada Rahil adlı hanımından Bünyamin isminde bir oğlu oldu. Bu oğlu doğduğu zaman, annesi Rahil vefat etti. Hazreti Yusuf’la kardeşi Bünyamin öksüz kaldılar. Yakub aleyhisselam, insanları hak dine ve bir olan Allahü tealaya inanmaya ve Ona ibadet etmeye davet etti. Kenan diyarı ahalisinden çok kimse ona iman etti. Bu durumu, Kenan ilini idare eden Şüceym bin Daran isimli kral haber aldı. Yakub aleyhisselamın Kenan iline hakim olup, saltanatını sona erdireceğinden korkuyordu. Melik Şüceym, Yakub aleyhisselamı merak edip, vezirleri ile birlikte huzuruna vararak sordu: - Sen kimsin, benden izinsiz olarak buraya nasıl geldin? - Ben, Yakub bin İshak’ım. Bu mekana, Allahü tealanın izniyle geldim. Çünkü Allahü teala, yerlerin ve göklerin malikidir. Seni ve kavmini, bir olan Allaha ve benim Onun kulu ve peygamberi olduğuma imana davet için geldim. Eğer davetimi kabul edersen, inananlardan ve kurtulanlardan olursun. Şayet kabul etmezsen, seninle Allah rızası için harp ederim. Yakub aleyhisselamın daveti üzerine, melik Şüceym dedi ki: - Ne ile harp edeceksin? Hangi ordunla karşıma çıkacaksın? Yakub aleyhisselam yanında duran oğullarına bakıp; “Allahü tealanın meleklerinin yardımıyla, şu oğullarım ve bana inananlarla” cevabını verdi. Yakub aleyhisselamın bu sözüne iyice sinirlenen melik, vezirlerine; “Bu ne diyor” diye sordu. Bir müddet sonra, melikin sıkıntısı ve kızgınlığı gidince, yaşlı olan veziri ayağa kalkarak dedi ki: - Ey melik! Bu sözler seni kızdırmasın. Çünkü bu sözler, delilerin ve mecnunların sözleridir. Melik ve adamları geldikleri yere döndükten sonra, Yakub aleyhisselam, insanları Allahü tealaya iman ve ibadete davet etmeye devam etti. Bu daveti esnasında inananlar olduğu gibi, hiç aldırmayanlar da vardı. Bu uğurda insanlardan gelen birçok sıkıntılara katlanıyordu. Peygamberliğinin ilk yıllarında zevcesi Rahil ölmüş ve Yusuf ile Bünyamin öksüz kalmışlardı. Yakub aleyhisselam bu iki oğlunu çok seviyordu. Çünkü her ikisi de anne şefkatinden mahrum kalmışlardı. Yakub aleyhisselamın, bilhassa Hazreti Yusuf’a karşı aşırı muhabbeti vardı. Bakıp yetiştirmesi için, onu kız kardeşine verdi. Halası Hazreti Yusuf’u öyle sevdi ki, bir an bile onun ayrılığına dayanamaz oldu. Hazreti Yakub, kız kardeşine dedi ki: - Ey kardeşim! Yusuf’u artık bana teslim et. Allaha yemin ederim ki, onun, benden bir saat uzak kalmasına dayanamıyorum. - Ben de ondan bir saat uzak kalamam. Madem ki almak istersin, bir müddet daha yanımda kalsın da doya doya yüzüne bakayım, sonra gel al. Bunun üzerine Yakub aleyhisselam bir müddet daha Yusuf’u halasına bıraktı ve dönüp gitti. Hazreti İshak’ın, İbrahim aleyhisselamdan kalan bir kuşağı var idi. “Ata yadigarıdır” diye saklardı. İshak aleyhisselam vefat etmeden önce, o kuşağı kızına vermişti. O da uzun müddet sandıkta saklamıştı. O kuşağı sandıktan çıkarıp, uyuduğu bir sırada Yusuf’un gömleği içinden beline bağladı. Hazreti Yakub, Hazreti Yusuf’u almaya gelince; kız kardeşini çok üzgün ve hüzünlü görüp sordu: - Ey kardeşim! Niçin üzgünsün? - Nasıl üzülmeyeyim, dedem Hazreti İbrahim’den ve babam Hazreti İshak’dan bana kalan mübarek kuşağı sandıktan almışlar. Aradım bulamadım. Onun için üzgünüm. İbrahim aleyhisselamın dininde, bir kişi bir kimsenin eşyasını çalsa, mal sahibi de onu yakalasa, o hırsız, mal sahibinin kölesi olurdu. Mal sahibi, o kimse hakkında dilediği gibi tasarrufta bulunurdu. Kız kardeşinin kuşağının çalındığına Hazreti Yakub da üzüldü. Birlikte evin her tarafını aradılar, bulamadılar. Aranmadık sadece Hazreti Yusuf’un üzeri kaldı. Yakub aleyhisselam; “Yusuf’u da arayın” dedi. Hazreti Yusuf’un da üzerini aradıklarında, kuşağı Hazreti Yusuf’un belinde buldular. Yakub aleyhisselam, İbrahim aleyhisselamın kuşağının Hazreti Yusuf’ta çıkmasına mahcup olup üzüldü. Kız kardeşi dedi ki: - Vallahi o benim elimdedir. Onun hakkında dilediğim gibi hareket ederim. - İşte Yusuf, işte sen, dilediğin gibi hareket edersin. İster azat edersin, ister emrinde tutarsın. Yakub aleyhisselamın kız kardeşi, Hazreti Yusuf’u ölünceye kadar yanında tuttu ve serbest bırakmadı. İki sene sonra vefat edince, Yusuf aleyhisselam serbest kaldı. Yakub aleyhisselam da onu alıp evine götürdü. Yakub aleyhisselam, Hazreti Yusuf’u bütün oğullarından aziz tutar ve yanından ayırmazdı. Hazreti Yusuf’un kardeşleri, babalarının Hazreti Yusuf’a daha fazla muhabbet beslemesini ve ona kendilerinden daha fazla ilgi göstermesini kıskandılar. Hazreti Yusuf’a bir tuzak kurup, onu öldürmeye karar verdiler. Babalarından korktukları için de, ne şekilde kötülük yapacaklarını bilemiyorlardı. Daha sonra kendi aralarında konuşup, Yusuf aleyhisselamı yol üzerindeki bir kuyuya atmayı kararlaştırdılar. Yusuf aleyhisselamı babalarından alıp, beraberlerinde götürebilmek için hileye başvurdular. Yusuf aleyhisselamı alıp kıra götürdüler ve kervanların geçtiği yolun kenarındaki bir kuyuya attılar. Sırtındaki gömleğini çıkarıp, kestikleri bir hayvanın kanıyla boyadılar. Akşam olunca da kanlı gömleği babalarına getirip, “Biz kırda yarış ederken, Yusuf’u eşyalarımızın yanında bırakmıştık. Onu kurt yemiş” dediler. Yakub aleyhisselam kana bulanmış, fakat hiç yırtık ve çizik bile olmayan gömleğe bakıp, oğlu Yusuf’u kurt yemediğini ve onun hayatta olduğunu anladı. Diğer oğullarına dedi ki: - O kurdun Yusuf’uma karşı şefkati sizden fazlaymış. Vallahi bugüne kadar bu kurt gibi yumuşak huylu bir kurt görmedim. Oğlumu yemiş de sırtındaki gömleğini bile yırtmamış. Bu söyledikleriniz yalandır. Yusuf’a ne ettinizse siz ettiniz. Fakat elimden ne gelir? Benim için sabretmekten güzel bir şey yoktur. Yakub aleyhisselam, oğlu Yusuf’un ayrılığından dolayı üzülüyor, üzüntüsünü içine atıyordu. Mahzun ve kederli olduğu halde bunu kimseye göstermek istemiyordu. Sabrederek cenab-ı Hakka ilticada bulunuyordu. Allahın takdirine razı olup, halinden kimseye şikayette bulunmuyordu. Ona kavuşacağı günü hasretle bekliyordu. Çünkü oğlunu kurdun yemediğini yakinen biliyordu. Bir gece rüyasında Azrail aleyhisselamı gördü. Ona sordu: - Yusuf’un ruhunu kabzettin mi? Azrail aleyhisselam da; “Kabzetmedim” cevabını verdi. Yıllarca ümit ile yaşayıp, Allahü tealadan sabr-ı cemil diledi. Sabr-ı cemil, başa gelen bela ve musibet karşısında, mahluklara hiç şikayette bulunmamak ve sabırlı olmak demektir. Yakub aleyhisselam da kimseye şikayet etmedi ve “Ben büyük kederimi, mahzunluğumu yalnız Allahü tealaya arz ediyorum” dedi. Hazreti Yakub’un gözlerine, oğlunun hasret ve üzüntüsü sebebiyle ağlamasından dolayı ak inmiş, göremez olmuştu. Hazreti Yusuf’un Mısır’a maliye nazırı olması Atıldığı kuyudan su almak için gelen bir kervancı tarafından çıkarılan ve Mısır’a götürülerek bir köle diye satılan Yusuf aleyhisselam, Mısır Maliye Nazırı tarafından satın alındı. Maliye Nazırının sarayında özel olarak büyütülen Yusuf aleyhisselam, nazırın hanımı Züleyha’nın arzusuna karşı geldiği için, iftirasına uğradı ve zindana atıldı. Zindanda uzun müddet kaldıktan sonra, Mısır Melikinin gördüğü bir rüyayı tabir ederek, yedi yıl bolluktan sonra yedi yıl kıtlık olacağını haber vermesi üzerine, zindandan kurtuldu ve Maliye Nazırı oldu. Yusuf aleyhisselam bereket yıllarında bol bol erzak depo ettirdi. Yedi yıllık bir bolluktan sonra Mısır ve civarındaki ülkelerde kıtlık ve kuraklık oldu. Hiçbir yerde tedbir alınmadığından, Mısır’dan başka hiçbir ülkede buğday kalmadı. Bunu öğrenen insanlar, akın akın Mısır’a gelmeye başladılar. Ne kadar kıymetli mal ve elbiseleri varsa buğdayla değiştiler. Yakub aleyhisselam, Bünyamin dışındaki oğullarını buğday ve erzak almak üzere Mısır’a gönderdi. Yusuf aleyhisselam onları tanıdı ve ikramlarda bulunarak erzak verdirdi. İkinci defa gelişlerinde kardeşleri Bünyamin’i de getirmelerini söyledi. Yakub aleyhisselamın oğulları Mısır’a ikinci gelişlerinde babalarını ikna ederek kardeşleri Bünyamin’i de getirdiler. Yusuf aleyhisselam kendi ana ve baba bir kardeşi olan Bünyamin’i Allahü tealanın bildirdiği bir tedbirle yanında alıkoydu. Üçüncü defa Mısır’a gelişlerinde, Yusuf aleyhisselam kendini kardeşlerine tanıttı. Gömleğini babası Yakub aleyhisselama gönderdi. Babasını ve bütün akrabalarını da Mısır’a davet etti. Yakub aleyhisselam gömleği yüzüne, gözüne sürünce gözleri açıldı. Yusuf aleyhisselam babasına ve akrabalarına kavuşunca, onlara büyük ikramlarda bulundu. Kardeşlerini affettiğini bildirdi. Yakub aleyhisselam Mısır’a vardığında, bir cuma gecesi seher vaktinde kalkıp namaz kıldıktan sonra ellerini semaya kaldırıp cenab-ı Hakka yalvardı ve oğullarının bağışlanmasını diledi. Çünkü o, Kenan diyarındayken oğullarına; Hazreti Yusuf’un affetmesinden sonra günahlarının bağışlanması için istigfar edeceğini bildirmişti. Hazreti Yusuf’la görüşüp, onun da kardeşlerini affettiğini görünce şu niyazda bulundu: - Allahım! Yusuf için feryatlarımı, onun ayrılık ve hasretinden olan sabrımın azlığını ve oğullarımın kardeşlerine yaptıklarını magfiret eyle. Yakub aleyhisselam bu duayı ettiği sırada, babalarının arkasında ayakta duran Hazreti Yusuf ve kardeşleri de “Amin” diyerek ağlıyorlardı. Cebrail aleyhisselam gelip, magfiret olunduklarını bildirdi. Yakub aleyhisselam vefat edinceye kadar her cuma gecesi aynı şekilde istigfar ve dua etmeye devam etti. Hazreti Yakub’un vasiyeti Yakub aleyhisselam, oğlu Hazreti Yusuf’a kavuştuktan sonra, Mısır’da oğullarıyla birlikte on seneden fazla yaşadı. Vefatı yaklaşınca, oğullarını başına toplayıp şu vasiyette bulundu: - Ey oğullarım! Muhakkak ki Allahü teala sizin için, Allahü tealaya iman ve adaleti emreden hak dini seçti. Ölüm gelmeden önce, Allahü tealaya ibadet ediniz. İbadetlerinizde ihlas ve huşu üzere olunuz. Hayatınız boyunca bu dinden uzaklaşmayınız, yoksa helak olursunuz. Yakub aleyhisselam bu vasiyeti yaptıktan sonra bunu sağlama almak için sordu: - Ey oğullarım! Benim ölümümden sonra neye ibadet edeceksiniz? Oğulları da dediler ki: - Ey babamız! Senin ve babalarımız İbrahim’in, İsmail’in ve İshak’ın ibadet ettiği tek olan Allaha, şimdi olduğu gibi gelecekte de ibadet edeceğiz. Biz Ona teslim olmuşuzdur. Yakub aleyhisselamın ölüm vakti gelince, melekler de gelip hazır oldular. Yakub aleyhisselama cennetteki makamlarını ve çeşit çeşit örtüleriyle örtülmüş olan kabrini gösterdiler. Yakub aleyhisselam kabre baktığı zaman, orada minberler üzerinde güzel ve nur yüzlü kimseler gördü. Meleklere sordu: - Bu minberler üzerinde bulunan nur yüzlü kimseler kimlerdir? - Onlar Allahü tealanın halili olan İbrahim aleyhisselamın torunlarıdır. Yakub aleyhisselam onların arasına girmeyi arzu ettiği zaman melekler dediler ki: - Onların yanına ancak şu bardaktan içenler girebilir. Hazreti Yakub’a bir bardak su verdiler. Hazreti Yakub, o bardaktan içmeye başlayınca vefat etti. Oğulları, cenaze namazını kıldılar. Vasiyeti üzerine Kudüs yakınlarındaki Halilürrahman’da bulunan babası İshak aleyhisselamın yanına defnedildi. Bildirildiğine göre burada dört kabir mevcuttur. Bunlar; İbrahim aleyhisselama, Sare validemize, İshak aleyhisselama ve Yakub aleyhisselama aittir. Yakub aleyhisselam, dedesi İbrahim aleyhisselama gönderilen sahifelerdeki emir ve yasakları, insanlara tebliğ ediyordu. Hazreti İbrahim’in dininde haram olmamakla birlikte, bazı şeyleri kendi nefsine haram kılmıştı. Bu sebeple İsrailoğulları da Yakub aleyhisselama tabi olarak onları nefslerine haram kılmışlardı. Bunun sebebi şöyle bildirilmiştir: Yakub aleyhisselam, şiddetli bir hastalığa yakalanmıştı. Hastalığın verdiği ağrı ve sızıdan dolayı gece gündüz uyuyamıyor, çok acı çekiyordu. Birgün; “Eğer Allahü teala bana bu hastalığımdan şifa verirse, yemek içmek kabilinden olan en çok sevdiğim şeyleri yiyip içmemeyi nezr ediyorum” demişti. Bu sebeple devenin eti ile sütünü ve içyağını nefsine haram kılmıştı. Bu husus Kur’an-ı kerimin Al-i İmran suresi 93. ayetinde mealen; (Tevrat indirilmeden önce, İsrail’in [Yakub’un] kendisine haram kıldığı şeylerden başka, yiyeceğin her türlüsü, İsrailoğulları için helal idi) buyurularak haber verildi. Hazreti Yakub’un mucizeleri Allahü teala, insanlara hak yolu bildirmekle vazifelendirdiği peygamberlerine mucizeler ihsan etmiştir. Yakub aleyhisselama verilen mucizelerden bazısı şunlardır: Yakub aleyhisselamın gür bir sesi vardı. Seslendiği zaman, üç konaklık yerden duyulurdu. Düşman askerleri, sesini duydukları zaman korkularından kaçarlardı. Yakub aleyhisselamın attığı bir şey çok uzağa giderdi. Bir defasında oğullarını Amalika kavmi ile muharebe etmeye göndermişti. Muharebe esnasında, Yehuda ismindeki oğlunun mızrağı kırılıp parçalandı. Zor durumda kalan Yehuda; “Babacığım! Silahım kırıldı, bir silah gönder” diye seslendi. Yakub aleyhisselam, Allahü tealanın izniyle oğlunun bu sesini işitip, dağın başına çıktı ve öncekine benzer bir silah attı. Oğluna da seslenip, silah attığını duyurdu. Sesi işitip silahı alan Yehuda, düşmana saldırdı ve üstün geldi. Yakub aleyhisselam, Kenan ahalisini imana davet ettiği sırada, onlar, oturdukları yerde dağlık ve taşlık yerler bulunmamasını, tepelerin ve taşların toprak olmasını istediler. Kavminin bu teklifi üzerine Yakub aleyhisselam dua edince, arzuları yerine geldi. Böylece memleketlerinde ekilebilecek yerler genişledi. Duası bereketiyle bir koyundan dört kuzu doğmuştu. Bir kavim gelip demişti ki: - Ey Allahın peygamberi, geçen sene koyunlarımız hiç doğurmadı. Cenabı Hakka dua ediniz, hem bu seneki, hem de geçen seneki kuzuları birden versin. Yakub aleyhisselam dua edince, her bir koyundan dörder tane doğmak suretiyle koyunları çoğaldı. Bir kimse, Yakub aleyhisselama sual etti ki: - Gözün niçin görmüyor, belin niçin büküldü? - Gözüm, Yusuf’a ağladığım için görmüyor. Bünyamin’e üzüldüğümden dolayı da belim büküldü. Bu sırada Cebrail aleyhisselam gelip dedi ki: - Halinden şikayet mi ediyorsun? - Ben sadece kederimi Allaha arz ediyorum. Ya Rabbi, gözleri görmez, beli bükülmüş şu çok yaşlı ihtiyara merhamet eyle! İki oğlumu bana geri ver! Cebrail aleyhisselam dedi ki: - Allahü teala selam ediyor ve buyuruyor ki: “İki çocuğun ölü bile olsaydı, seni sevindirmek için onları diriltirdim. Gözünün görmemesi ve belinin bükülmesinin sebebi şudur: Bir gün oruçlu, aç, fakir bir yetim sana gelmişti. Bir koyun kesip ailenle yediğin halde ona vermedin. Ben yetim ve fakirleri sevdiğim kadar hiçbir şeyi sevmem. Haydi bir yemek hazırla, fakirleri davet et!” Yakub aleyhisselam da, oruçlu olanları akşam, oruç tutmayanları da sabah yemeğe davet etti. Bilindiği gibi, nihayet iki çocuğuna kavuştu. Şu halde, yetime merhamet etmeli, ona zulmetmemeli, hakkını yememelidir! Yakub aleyhisselamın oğulları Yakub aleyhisselamın, on iki oğlu vardır. Yakub aleyhisselamın lakabı Israil olduğu için, oğullarına ve onların soylarından gelenlere “Beni İsrail= İsrailoğulları” denilmiştir. Yakub aleyhisselamın, altısı ilk zevcesi Leya’dan; dördü, cariyeleri bulunan Belhe ve Zulfa’dan; Yusuf ve Bünyamin de ikinci hanımı olan Rahil’den doğmuşlardır. Bunlar on iki erkek kardeş olup, sıra ile şunlardır: 1- Robil: En büyük oğludur. Leya isimli ilk zevcesinden doğmuştur. Bunun soyundan gelenler, Filistin’in kuzeydoğu kısmında yerleşmişti. Remle yakınlarında kabri veya makamı ziyaretgahtır. 2- Şem’un: Yakub aleyhisselamın, yaşça ikinci büyük oğludur. Şem’un’un neslinden gelenler de Lut gölünün batı sahilinde yerleşmişlerdir. 3- Lavi: Annesi Leya’dır. Hazreti Musa ve Harun aleyhimesselam bunun neslinden gelmiştir. Arz-ı mukaddes torunlar arasında taksim edilince, Lavi soyundan gelenlere ayrıca bir yer verilmeyip, diğer bölgelerin mahsullerinin onda biri veriliyordu. 4- Yehuda: Yakub aleyhisselamın sözünü dinlediği, Yusuf aleyhisselamdan sonra akılca en üstün olan oğludur. Leya’dan doğmuştur. Davud aleyhisselam, Beni İsrail hükümdarları ve Hazreti İsa bunun soyundan idi. Bunun neslinden gelenler Filistin’de, Kudüs’ün güneyinde ve Lut gölünün batısında olan bölgede yerleşmişlerdir. 5- Zablun (Yalün): Yakub aleyhisselamın ilk hanımındandır. Onun soyundan gelenler Taberiye Gölü ile Akdeniz arasında olan bölgede yerleşmişlerdir. 6- Isahar: Bu da ilk zevcesi Leya’dan doğmuştur. Yakub aleyhisselamın oğlu Yusuf’a çektiği hasret, İlahilerde dile getirilmiştir. Bir tanesi kısaca şöyledir: AĞLAR YAKUB AĞLAR Ben bir Yakub idim kendi halimde, Mevlanın ismi var idi dilimde, Aldırdım Yusuf’u Kenan ilinde, Ağlar Yakub ağlar Yusuf’um deyü. Attılar kuyuya şehit kastına, Cebrail yetişti Mevla dostuna, İhlas ile çıktı suyun üstüne, Ağlar Yakub ağlar Yusuf’um deyü. Yusuf’un gömleğin al kan ettiler, Kurtlar yedi diye bühtan ettiler, Yusuf’u götürüp bilmem n’ettiler, Ağlar Yakub ağlar Yusuf’um deyü. Akar da Yakub’un gözünün yaşı, Ah çekip eritir dağ ile taşı, Yusuf’u kuyuya attı kardeşi, Ağlar Yakub ağlar Yusuf’um deyü. Bezirganlar geçip giderken yoldan, Yusuf’u çıkardı bulup kuyudan, Yusuf sonra oldu Mısır’a sultan, Ağlar Yakub ağlar Yusuf’um deyü. Bir dertli bulsam da derdime yansam, Yandım hasretine bağrım dağlasam, Yusuf’um cemalin bir dahi görsem, Ağlar Yakub ağlar Yusuf’um deyü. 7- Dan: Belhe isimli cariyeden doğmuştur. Onun neslinden gelenler, Filistin’in kuzeyindeki bölgelerde yerleşmişlerdir. Filistin’in kuzeyinde bu isimde bir kasaba da vardır. 8- Neftali: Annesi Belhe’dir. Nesli, Ürdün vadisinin batısında ve diğer kabilelerin yerleştiği bölgenin daha kuzeyinde yerleşmişlerdir. 9- Aşir: Yakub aleyhisselamın Zülfa adlı cariyesinden dünyaya gelmiştir. 10- Cad: Bunun da annesi Zülfa’dır. 11- Yusuf: Annesinin adı Rahil’dir. Yusuf aleyhisselam, Yakub aleyhisselamın peygamber olarak vazifelendirilen oğludur. İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerin birçoğu onun neslindendir. 12- Bünyamin: Yakub aleyhisselamın 12. ve en küçük oğludur. Hazreti Yusuf’un anadan da kardeşidir. Annesi Rahil, Bünyamin’in doğumundan kısa bir müddet sonra vefat etmiş idi. Bünyamin’in çok evladı oldu. Kenan iline dönünce, onlara çok az bir toprak verildiği için Kudüs’e gittiler. Bazı harplerde telef olmuşlarsa da sonra tekrar çoğalmışlardır. Kur’an-ı kerimde zikredilen Talut, Bünyamin’in neslindendir. Yakub aleyhisselamın oğullarından her birinin sülalesine torun manasında “Sıbt” ve hepsine birden torunlar manasında “Esbat” denir. Yakub aleyhisselamın hususiyetleri Yakub aleyhisselam; Allahü tealanın seçtiği, kendi zamanında yaşayan insanların görünüş, huy ve yaşayış yönünden en üstünü idi. Buğday benizli, uzun boylu, nazik yapılı bir bedene sahipti. Babası İshak aleyhisselam gibi; halim, selim, yumuşak huylu, doğru sözlü olup, kerim ve cömert idi. Bu güzel huy ve vasıflarından başka; Kur’an-ı kerimde şu hasletleri de bildirilmektedir: Dinde kuvvetli idi. Yani ibadet ve taatte devamlı idi. Allahü tealanın dinini insanlara tebliğ etme hususunda, her türlü fedakarlıktan çekinmemişti. Bu uğurda gelen türlü meşakkat ve sıkıntılara karşı, sabır ve sebat göstermişti. Bu husus, Kur’an-ı kerimin Sad suresi 45. ayetinde mealen; (Kullarımız İbrahim, İshak ve Yakub’u da hatırla ki; onlar taat ve ibadette, kuvvet, kudret ve dinde basiret sahibidir) buyurulmak suretiyle haber verilmektedir. İhlas sahibiydi. Kalbi tertemiz ve bütün kötülüklerden uzak olup, her yaptığını sadece Allahü tealanın rızasına kavuşmak için yapardı. Allahüteala, Kur’an-ı kerimin Sad suresi 46. ayetinde mealen; (Biz İbrahim, İshak ve Yakub’u ahireti düşünme hasletiyle mümtaz ihlas sahipleri kıldık) buyurarak, Yakub aleyhisselamın ihlas sahibi olduğunu beyan buyurdu. Salihlerdendi. Enbiya suresi 72. ayetinde mealen; (Biz İbrahim’e, isteği üzerine İshak’ı ve isteğinden ziyade olarak torunu Yakub’u ihsan ettik. Biz onların hepsini salihlerden kıldık) buyurularak Yakub aleyhisselamın salihlerden olduğu bildirildi. Bitmeyen, güzel bir sabra sahipti. Oğullarının ayrılığına karşı sabrettiği Kur’an-ı kerimde bildirildi. Rüya tabirini bilirdi. Oğlu Yusuf aleyhisselamın rüyasını tabir ettiği Yusuf suresinde bildirilmiştir. |
YUSUF ALEYHİSSELAM
Yusuf aleyhisselam Yakub aleyhisselamın oğludur. Kur’anı kerimde Hazreti Yusuf’un kıssası, başına gelen hadiseler geniş olarak bildirilmiş; Yusuf suresi ile En’am ve Mümin surelerinde ondan bahsedilmiştir. Yusuf aleyhisselamın kıssası, birçok ibretleri, hikmetleri, incelikleri; alimlerin, devlet adamlarının ve onların emirlerinde olanların hallerini; düşmanın eziyetine sabretmeyi, gücü yettiği halde düşmanından intikam almamayı; iffet, tevhid, rüya tabiri, idarecilik, iktisadi tedbirlerle alakalı dünya ve ahirete dair pek çok faydaları; hasedin noksanlık ve Allahü tealanın yardımından mahrum kalmaya; sabrın ise, sıkıntı ve gamlardan kurtulmaya sebep olduğunu; Hazreti Yakub’un sabrettiği için maksuduna kavuştuğunu; Yusuf aleyhisselamın da sabredenlerden olduğunu ihtiva etmektedir. Kıssaların en güzeli Yusuf aleyhisselamın kıssasına, tarih kitaplarında ve başka eserlerde de yer verilmiştir. Ancak, Kur’an-ı kerimde, eşsiz bir ifade; benzeri olmayan bir fesahat ve belagatla anlatılmıştır. Böylece başka kitapların anlatışları, Kur’an-ı kerimin yüksek fesahat ve belagatı yanında pek sönük kalmıştır. Bu yüzden Yusuf aleyhisselamın kıssasının anlatıldığı Yusuf suresi için, bizzat Allahü teala mealen buyurmuştur ki: (Bu sure-i celileyi sana vahyetmemizle ahsen-ülkasası [kıssaların en güzelini] anlatacağız. Halbuki, sen daha önce bundan [Yusuf aleyhisselamın kıssasından] asla haberdar değildin.) [Yusuf 3] Mekkeli müşrikler, Resulullah efendimize sual sorarak sıkıntı vermek, Onu zor durumda bırakmak için, Medine Yahudilerine adam gönderip, çeşitli sualler öğrendiler. Bu suallerden biri de; “Yakub aleyhisselamın evladı ve ailesi neden Mısır’a göç etmiştir? Hazreti Yusuf’un kıssası nedir?” şeklindeki suallerdi. Mekkelilerin bu soruları üzerine Allahü teala, Yusuf suresini gönderdi. Böylelikle, Yusuf aleyhisselam hakkında en doğru ve en güzel bilgileri Müslümanlar öğrenmiş oldular. Yakub aleyhisselamın 12 oğlu olmuştur. Bunlardan Hazreti Yusuf ile kardeşi Bünyamin, Hazreti Yakub’un en küçük oğulları idi. Yakub aleyhisselam, Hazreti Yusuf doğunca, alnındaki nübüvvet nurunu görmüş, bu yüzden ona diğer oğullarından daha fazla ihtimam gösterir olmuştu. Bilhassa annesinin, Bünyamin’in doğumundan sonra vefatı ve Yusuf ile kardeşinin öksüz kalması, babalarının onlara karşı olan ilgisini daha da artırdı. Diğer kardeşleri, onları kıskanmaya başladı. Babası, Hazreti Yusuf’u küçük olduğu için, halasının yanına bıraktı. Hazreti Yusuf halası ölünceye kadar onun yanında kaldı. Yakub aleyhisselam, kız kardeşinin vefatından sonra kendi yanına alıp, bir an bile ayrı kalamaz oldu. Bu durum kardeşlerinin kıskançlıklarının iyice artmasına sebep oldu. Yusuf aleyhisselam büyüdükçe, Allahü tealanın lütfuyla gittikçe güzelleşiyor, ahlak ve yüz güzelliği ile insanların sevgisini cezbediyordu. Çünkü onda Allahü tealanın verdiği ayrı bir güzellik vardı ve gerçekten çok güzeldi. Nitekim Resulullah efendimiz, Mirac gecesi semaya götürüldüğünde Hazreti Yusuf’u gördü. Cebrail aleyhisselama; “Bu kimdir?” diye sordu. Cebrail aleyhisselam da; “Yusuf aleyhisselamdır.” dedi. Eshab-ı kiram da; “Onu nasıl gördün?” diye sual ettiler. Resulullah efendimiz de; “Ondördüncü gecedeki ay gibi.” buyurdular. Yusuf aleyhisselam, bir cuma gecesi, babasının yanında yatıyordu. Ansızın, heyecanla uyandı. Babası Yakub aleyhisselam, “Ne oldu, bir şey mi var?” diye sorunca, şöyle anlattı: - Rüyamda, yüksek bir dağın tepesinde imişim. Etrafta ırmaklar, yeşil ağaçlar vardı. Bu sırada gökten, on bir yıldız, Güneş ve Ay gelip bana secde ettiler. Hazreti Yusuf’un anlattıklarını dinleyen Yakub aleyhisselam, on bir yıldızın Hazreti Yusuf’un kardeşleri, Güneş’in kendisi ve Ay’ın da zevcesi olduğu şeklinde tabir etti. Yakub aleyhisselam, ilerde diğer oğullarının Hazreti Yusuf’a itaat edeceklerini, hatta Hazreti Yusuf’un, kendisini bile geçeceğini anladı. Rüya tabirinde mahir olan evlatlarının, Yusuf aleyhisselamın rüyasını duydukları takdirde onu kıskanacaklarını, hatta şeytanın vesvesesi ile ona bir kötülük bile yapmaya kalkışacaklarını düşündü. Hazreti Yusuf’a tembih edip dedi ki: - Ey oğulcuğum! Sakın rüyanı kardeşlerine anlatma! Sonra şeytanın vesvesesi ile helakın için sana kötülük yapıp, tuzak kurarlar. Muhakkak ki şeytan, insanın apaçık düşmanıdır. Rabbin bu rüya ile dereceni yükselttiği gibi seni seçecek, peygamberlik verip, sana rüya tabiri ilmini öğretecek. Allahü teala seni aziz eyleyip, sana devlet ve ululuk verecek, kardeşlerin sana muhtaç olacaklardır. Daha önce ataların İbrahim ve İshak’a nimetlerini peygamberlik ile tamamladığı gibi sana ve Yakub’un soyuna da nimetlerini tamamlayacaktır. Şüphesiz ki, Rabbin bu nimetlere müstahak olanları bilir. Lazım olan işlerde hikmetini icra eder. Yakub aleyhisselam, oğluna ihtiyatlı davranmayı bu şekilde tavsiye etmişti. Çünkü, Yusuf aleyhisselamın kardeşleri rüya tabirini iyi bilirlerdi. Bu sebeple Yakub aleyhisselam, onların Yusuf’a haset etmelerinden korktuğu için, haset ederler, dedi. Bir baba evladının hayırlı olmasını ister, fakat kardeş kardeşin kendinden hayırlı ve daha iyi olmasını istemez. Yusuf aleyhisselam gördüğü rüyayı kardeşlerine anlatsaydı, bu onların hoşuna gitmeyecekti. Çünkü rüyanın insan üzerinde tesiri vardır. Nitekim bir hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Salih, iyi rüyadan kalb sevinir. Bu rüya Allahü tealadandır. Kötü rüya hulmdür [korkulu rüyadır], kalb onu istemez. Böyle rüya şeytandandır. Biriniz, hoşuna giden bir rüya görürse, onu sevdiği kimseye anlatsın. Hoşuna gitmeyen bir rüya görürse, onu kimseye anlatmasın.) Yakub aleyhisselam Yusuf aleyhisselamın rüyasını üç şeyle tabir etti: 1 Yusuf aleyhisselama peygamberlik verileceği, 2 Rüya tabiri ilminin öğretileceği, 3- Allahü tealanın, onun üzerindeki nimetlerini tamamlayacağı... Bu rüya hadisesinden sonra, Hazreti Yakub’un Hazreti Yusuf’a karşı olan muhabbeti daha da arttı. Elinde olmadan ona ve dolayısıyla Hazreti Yusuf’la anneleri aynı olan kardeşi Bünyamin’e daha çok ilgi göstermeye başladı. Hazreti Yakub’un diğer oğulları, babalarının Yusuf aleyhisselam ve kardeşine olan bu sevgisini görüp, kıskanıyorlardı. Diyorlardı ki: - Onlar daha küçükler, bir faydaları, iş yapabilecek durumları yok. Halbuki biz, güçlü kuvvetli kimseleriz. Geçim işlerini biz görüyoruz. Babamıza daha faydalıyız. Buna rağmen babamız, onu bizden fazla seviyor. Bu sebeple, Yakub aleyhisselamın Hazreti Yusuf’a olan sevgisini kendileri açısından hatalı buluyorlardı. Fakat Yakub aleyhisselam, Yusuf aleyhisselamı, elinde olmayarak ister istemez kalben seviyordu. Ayrıca Yusuf ve kardeşi Bünyamin’in anneleri, daha onlar çocuk iken öldüğü için onlara daha fazla sevgi ve şefkat göstermişti. Bir de Yakub aleyhisselam, Hazreti Yusuf’ta, diğer oğullarında görmediği rüşd ve asaleti görmüştü. Sevgisinin bir sebebi de bu idi. Buna ilaveten Yusuf aleyhisselam da, babasının rızasını celbedici güzel hizmetler yapıyordu. Yakub aleyhisselamın diğer oğulları, şeytanın da vesvesesiyle Hazreti Yusuf’u iyice kıskandılar. Zaten öteden beri babalarının ona gösterdiği sevgi ve verdiği kıymet, onları yakıp bitiriyor, babalarının sevgisini, Yusuf’un üzerinden alıp, kendilerine çekmeye çalışıyorlardı. Bunda başarılı olamıyorlardı. Bir de buna rüya hadisesinden sonra Yakub aleyhisselamın Hazreti Yusuf’a alakasının biraz daha artması üzerine, haset ve kıskançlıkları had safhaya ulaştı. Bunun üzerine toplanıp aralarında konuştular. Yusuf’u babalarından uzaklaştırmaya karar verdiler. Bunun için de; “Ya öldürürüz veya onu babamıza ulaşamayacağı çok uzak bir yere bırakırız. Burada onu yırtıcı hayvanlar yer veya ölür.” dediler. Hazreti Yusuf’u bu şekilde uzaklaştırmakla, babalarının sevgisini kendilerine çekeceklerini zannediyorlardı. Ancak yaptıkları işin büyük günah olduğunu bilmiyor da değillerdi. Ancak Yusuf aleyhisselamı uzaklaştırınca, babalarına güzel hizmetlerde bulunup, babalarının sevgisini kendi üzerlerine çekeceklerini umuyorlardı. Neticede hepsi, Yusuf aleyhisselamı kuyuya atmakta ittifak ettiler. Atmaya kararlaştırdıkları kuyu, bilinen bir kuyu idi. Ona gidip-gelen çok olurdu. Kuyuya attıklarında hemen ölmeyeceğini, oradan geçen yolcuların onu çıkarıp götüreceklerini, dolayısıyla oradan kurtulacağını kuvvetle umuyorlardı. Yakub aleyhisselamın oğulları, Hazreti Yusuf’u kuyuya atma kararını verdikten sonra, kardeşlerini babasından istemek işini Yehuda’ya havale ettiler. Çünkü Yakub aleyhisselam, diğer oğulları içinde en çok Yehuda’nın sözüne itibar ederdi. Ayrıca Yehuda, Yusuf’un öldürülmesine razı değildi. Kardeşlerinin ona bir kötülük yapmalarından korktu. Onlardan, öldürmeyip kuyuya atacaklarına dair kesin söz aldı. Hep birlikte Yakub aleyhisselamın huzuruna vardılar. Yehuda, kardeşleri adına babasından, Hazreti Yusuf’la beraber kırlara gitmek için izin istedi. Diğer kardeşler de babalarına diller döktü. Her zaman yaptıkları gibi, ertesi gün de koyunlarını otlatmak için kıra giderek, çayır ve çimenler üzerinde istirahat edip, koşu ve ok atma yarışı yapacaklarını ve yanlarında Yusuf’u da götürmek istediklerini söylediler ve dediler ki: - Ey babamız! Kardeşimiz Yusuf’u da yarın bizimle kıra gönder, yesin, içsin, ok atmak ve koşmak suretiyle oynasın. Biz onu elbette muhafaza ederiz. Yakub aleyhisselam, rüyasında on tane kurdun Hazreti Yusuf’a hücum edip, öldürmeye çalıştıklarını görmüştü. O kurtlardan biri onu himaye etmiş, bu sırada yer yarılarak Yusuf aleyhisselam oraya girmiş, üç gün sonra tekrar ortaya çıkmıştı. Yakub aleyhisselam, bu rüyadan sonra kardeşlerinin Yusuf’a bir şey yapmalarından korkar olmuştu. Bunun için Hazreti Yusuf’u kardeşleriyle göndermek istemiyordu. Onlara dedi ki: - Onu götürmeniz beni mahzun eder. Siz ondan habersiz iken kurt gelip, onu yemesinden korkarım. - Biz kuvvetli bir cemaat iken onu kurt yerse, aciz ve güçsüz kimseler olmuş oluruz. Yakub aleyhisselam, oğullarının teminat verip ısrar etmeleri ve Hazreti Yusuf’un da onlarla beraber gitmek için meyletmesi üzerine, kazaya razı olup, izin verdi. Bu arada Yakub aleyhisselam; “Onu kurt yemesinden korkarım” sözü ile oğullarına ipucu verdi. Hazreti Yusuf’un başına getirecekleri işten sonra, dönüşlerinde, babalarına verecekleri cevabı onun ağzından aldılar. Çünkü onlar, o zamana kadar, kurdun insanı yiyebileceğini bilmiyorlardı. Alimlerimiz buradan, kişinin hasmına ipucu telkin etmesinin uygun olmadığını anlamışlardır. Nitekim hadisi şerifte; “Bela, ağızdan çıkan söze bağlıdır.” buyuruldu. Yakub aleyhisselam sabah olunca, Hazreti Yusuf’a; “Gel şimdi seni bir kere öpeyim ve güzel kokunu koklayayım. Belki bir daha seni göremem. Zira dünya ayrılık evidir.” dedi. Elbisesini giydirdi, güzel kokular sürdü. Bağrına basıp öptükten sonra kardeşlerine ısmarlayıp, “Yusuf’u iyi gözetin!” diye tembih etti. Onlar da gözetip koruyacaklarına dair söz verdiler. Hazreti Yusuf’un kuyuya atılması Kardeşleri, Yusuf aleyhisselamı alıp, gayet izzet ve ikram ile kıra doğru götürdüler. Yolculuk gerçekten güle oynaya başlamıştı. Yusuf aleyhisselam, “Ne iyi ettim de kardeşlerimle beraber çıktım.” diye düşünmeye başlamıştı. Ancak bu neşeli durum uzun sürmedi. Şehirden iyice uzaklaşıp, bağırmakla duyulamayacak kadar bir mesafeye gelince, kardeşleri Yusuf aleyhisselama eziyet etmeye başladılar. Ağabeyleri, Hazreti Yusuf’a yaptıkları eziyetleri o kadar artırdılar ki, Yehuda, onu öldüreceklerinden korktu. Onlara dedi ki: - Bana, onu öldürmeyeceğinize dair söz vermiştiniz! Bunun üzerine eziyeti bıraktılar. Az sonra atmayı kararlaştırdıkları kuyunun yanına vardılar. Bu kuyunun üst tarafı dar, altı ise genişti. Kardeşleri, Yusuf aleyhisselamı kuyunun başına getirdiler. Gömleğini çıkarıp aldılar. Yusuf aleyhisselam kardeşlerine bakıyordu. Kardeşlerden biri dedi ki: - Ey Yusuf! Şunu iyi bilesin ki bugünden sonra bizleri de, babanı da bir daha göremeyeceksin. Çünkü... Bir başka kardeşi de bu sözü tamamladı: - Çünkü seni şimdi şu kuyuya bırakacağız. Bu sözler şaka ile söylenmiş sözler değildi. Böylece kararları Hazreti Yusuf’a tebliğ edilmişti. Derhal kollarından tutarak kuyuya sarkıttılar. Yusuf aleyhisselam kardeşlerine, yaptıkları hareketin, babalarının sevgisini kazandırmayacağını belirtmesine rağmen dinlemediler ve dediler ki: - Haydi Yusuf yolun açık olsun, güle güle... Bir daha bizimle babamızın arasına gireyim deme sakın! Ayrıca öldürmediğimiz için bize teşekkür borçlu olduğunu da hiç unutma sevgili kardeşimiz... Bu sözlerle kuyuya bıraktılar. Kuyuda su vardı. Yusuf aleyhisselam suyun içine düştü. Bu sırada Yusuf aleyhisselam şu duayı okudu: “Ya şahiden gayre gaibin ve ya kariben gayre baidin ve ya galiben gayre mağlubin. İc’al li min emri ferecen ve mahreca. = Ey gaib olmayan Şahid! Ey uzak olmayan Karib! Ey mağlup olmayan Galip! Beni bu musibetten kurtar! Bunun için bana bir çıkış yolu nasip et!” Bu esnada Allahü tealadan Cebrail aleyhisselama; “Kuluma yetiş ey Cebrail!” hitabı geldi. Cebrail aleyhisselam derhal yetişerek onu boğulmaktan kurtardı ve onu, suyun içindeki bir kayanın üstüne oturttu. Sonra Yusuf aleyhisselama Allahü tealanın selamını tebliğ etti ve “Sen kardeşlerine birgün bu yaptıklarını haber vereceksin!” dedi. Ayrıca dua etmesini, Allahü tealaya yalvarmasını, Allahü tealanın yapılan duaları kabul edeceğini söyledi. Şöyle dua etmesini bildirdi: “Allahümme ya kaşife külli kürbetin ve ya mucibe külli da’vetin ve ya cabire külli kesirin ve ya müyessire külli asirin ve ya sahibe külli garibin ve ya munise külli vahidin ve ya la ilahe illa ente es’elüke en’tec’ale li ferecen, mahrecen ve en takzife hubbeke fi kalbi hatta la yekune li hemmün ve la zikru gayrike ve en tehfezani ve terhameni ya Erhamerrahimin = Ey her belayı kaldıran, her duayı kabul eden, kırık kalbleri saran, iyileştiren, her güçlüğü kolaylaştıran, her garibin sahibi ve yalnızların teselli edicisi, ey kendisinden başka ilah olmayan! Beni içinde bulunduğum sıkıntıdan kurtarmanı, onun için bana bir çıkış yolu nasip etmeni, muhabbetini kalbime koymanı, böylece benim için senden başka bir düşünce ve zikir olmamasını, her türlü musibetten muhafaza buyurmanı, bana merhametinle muamele etmeni isterim. Ey merhametlilerin en merhametlisi olan Allahım!” Yusuf aleyhisselam kuyuda Cebrail aleyhisselamın öğrettiği duayı edip, Allahü tealayı zikretmeye başladı. Allahü tealanın isimlerini (Esma-i hüsnayı) söyledi. Melekler Yusuf aleyhisselamın zikrini duyup, çevresine toplandılar. Yusuf aleyhisselamla yakınlık peyda ettiler. Bu sebeple Yusuf aleyhisselam kuyuda yalnızlık çekmedi. Kardeşleri, Yusuf aleyhisselamın sırtından çıkardıkları gömleği, kana buladılar ve Yakub aleyhisselama götürdüler. “Yusuf’u kurt yedi. İşte onun kanlı gömleği!” diye göstereceklerdi. Babalarının yanına akşam vakti geldiler. Çünkü onlar için bu zaman, mazeret için en müsait vakitti. Eve yaklaşırken, her biri yalancıktan ağlamaya, bağrışıp çığrışmaya başladı. Yakub aleyhisselam onların ağlamalarını işitip dışarı çıktı, hepsini üzüntülü bir halde gördü. Onlara; “Sürülerinize mi bir şey oldu? Ne var?” dedi. Onlardan; “Hayır!” cevabını alınca, Hazreti Yusuf’un nerede olduğunu sordu. Onlar da getirdikleri kanlı gömleği göstererek dediler ki: - Ey babamız! Biz yarış yapmak üzere gitmiş, Yusuf’u da eşyalarımızın ve elbiselerimizin yanına bırakmıştık. Geri döndüğümüzde bir de ne görelim, onu kurt yemiş. Biz doğru söyleyenler olsak da sen bize inanmazsın. - Hayır, nefsleriniz sizi aldatıp böyle büyük bir işe sürüklemiş. Artık bana düşen sabr-ı cemildir. Sizin bu yaptıklarınız üzerine sabrımla Allahü tealadan yardım isterim. Yakub aleyhisselam, oğlu Yusuf’un kana bulanmış gömleğini yüzüne gözüne sürdü, gömleğe baktı. Kanlı gömleğin hiç yırtılmamış olduğunu görünce; “O kurdun Yusuf’uma karşı şefkati sizden fazla imiş. Vallahi bugüne kadar bu kurt gibi yumuşak huylusunu görmedim. Oğlumu yemiş de sırtındaki gömleğini bile yırtmamış.” dedi ve takdire razı olup, sabr-ı cemilin kendisi için en güzel yol olduğunu söyledi. Bu sözü ile aslında onların yaptıkları hilenin farkına vardığını oğullarına hissettirmişti. Ayrıca ufak bir araştırma ile meselenin aslını da öğrenebilirdi. Ancak ilahi takdirin böyle olduğunu anladığı için, Allahü tealadan sabr-ı cemil diledi. Bu hadise ayrıca göstermiştir ki; hile yapanlar mutlaka bir yerde açık vermekte ve hileleri ortaya çıkmaktadır. Yakub aleyhisselam, oğullarının verdiği habere karşı tahammül gösterebilmek için, Allahü tealadan yardım istedi. Çünkü, sabredebilmek, musibete tahammül göstermek, ancak Allahü tealanın yardımı ile mümkündür. İnsanda nefsani ve ruhi sebepler vardır. Nefsani sebepler, insanı bela ve musibete karşı feryada yöneltir. Ruhi sebepler ise, sabretmeye ve kadere rıza göstermeye sevkeder. Bela ve musibete duçar olduğu zaman, insanın içinde, bu iki sınıf arasında mücadele başlar. Allahü tealanın yardımı olmazsa, nefsani sebeplere galip gelinemez. Çünkü insanın nefsi devamlı feryat eder, hiçbir zaman sabır ve rıza göstermez. Aslında Yakub aleyhisselam, oğullarının Hazreti Yusuf’a haset ettiklerini ve onun hayatta olduğunu biliyordu. Çünkü daha önce gördüğü rüyayı Yusuf’a; “Rabbin seni seçecek!” şeklinde tabir etmişti. Hazreti Yusuf’un Mısır’da satılması Yusuf aleyhisselam kuyuya atıldıktan bir müddet sonra, Medyen’den gelip Mısır’a gitmekte olan bir kervan, kuyunun yakınında konakladı. Su getirmesi için sakalarını kuyuya gönderdiler. Saka, kuyunun başına varıp, kovasını sarkıttı. Kova, kuyunun dibine inince, Yusuf aleyhisselam da kovayla beraber dışarıya çıktı. Saka, su beklerken, gözün görmediği derecede güzel bir çocuk çıkmıştı. Heyecanla arkadaşlarına, “Müjde, işte bir civan!” diye seslendi. Yusuf aleyhisselam sükut etti. Hiç konuşmadı. “Ben Yakub aleyhisselamın oğluyum!” demedi. Zira kervancılar kendisini bıraksa bile, kardeşlerinin kendisini rahat bırakmayacaklarını biliyordu. Ayrıca kervancılar da onu köle olarak satıp üç beş kuruş menfaatlenmeyi umuyorlardı. Böyle bir durumda onu serbest bırakmazlardı. Bu hadiseden sonra, kardeşleri kuyuya gelip bakmışlar, Yusuf aleyhisselamı bulamayınca, öldü diye kesin hüküm vermişlerdi. Hazreti Züleyha Yusuf aleyhisselamı kuyudan çıkaran kervancılar, onu Mısır’a götürüp pazara çıkardılar. Birçok kimse ona müşteri oldu. Fiyatı çok yükseldi. Yüzünde parlayan nur, herkesi celbediyor, görenleri hayran bırakıyordu. Herkes onu satın almak istiyordu. Hatta bir kocakarı bile iki yumak iplikle onu satın almak istedi. O sırada Mısır Firavunu, Reyyan bin Velid Amaliki idi. Onun, yetkilerini havale ettiği bir maliye vekili vardı. Ona “Aziz” denirdi. Aziz, Hazreti Yusuf’u kervancılardan çok yüksek bir fiyata satın aldı. Ancak satın almak için verdiği para, Yusuf aleyhisselam için çok az bir para idi. Allahü teala Azizin kalbine, Yusuf aleyhisselamın muhabbetini yerleştirdi. Eve varınca, hanımı Zeliha’ya dedi ki: - Bu çocuğa iyi bak, ikramda kusur etme! Köle gibi, hizmetçi gibi küçük düşürücü işlerde kullanma ve azarlama! Ona izzet ve ikramda bulun! Umulur ki, bize faydası olur. Yahut onu evlat ediniriz. Yusuf aleyhisselamı satın alan Mısır Azizinin, hanımı Zeliha (Farsça; Züleyha)’dan çocukları olmamıştı. Aziz, o yüzden Yusuf aleyhisselamı evlat edinmeyi düşünmüştü. Yusuf aleyhisselam, Mısır Azizinin evinde gayet rahattı. Aziz, hanımına sıkı sıkıya tembih etmiş, ona ihtimam göstermesini söylemişti. Bu arada Hazreti Yusuf, babasından ve kardeşlerinden yıllar geçmesine rağmen hiç haber alamamıştı. Ancak şimdilik yapabileceği bir şey de yoktu. Züleyha böyle tatlı ve sevimli çocuğu ömründe hiç görmemişti. Ona gerekli ihtimamı gösteriyor, yanından ayırmıyordu. Yusuf aleyhisselam da bir aile ortamına kavuşmuştu. Aradan zaman geçip Hazreti Yusuf büyüdükçe, Züleyha’da da bir haller olmaya başlamıştı. Zaten Hazreti Yusuf’un yüzünde parlayan nübüvvet nuru, herkesi hayran bırakırdı. Bu hal, Züleyha’nın ona aşık olmasına yol açmıştı. Hazreti Yusuf için süsleniyor, onu kendisine celbetmek için halden hale giriyordu. Fakat Yusuf aleyhisselam hiç itibar etmiyordu. Azizin hanımı Züleyha, genç ve güzel bir kadındı. Aziz ise ınnin, yani iktidarsız, güçsüz bir kimse idi. Yusuf aleyhisselam ise akıllara durgunluk verecek derecede güzeldi. Birgün Züleyha evde kimse yokken, kapıları kapadı ve ondan murad almak istedi. “Hemen yanıma gel!” dedi. Daveti gayet açıktı. Ancak Yusuf aleyhisselam bir peygamberdi ve Allahü tealadan korkar, böyle bir ihaneti yapamazdı. Bunun üzerine hemen dedi ki: - Efendim iyi bakman için, beni sana bıraktı. Bunun karşılığında onun haremine hıyanet etmekten Allaha sığınırım. Zina ile nefsine zulmedenler felah bulmazlar, maksatlarına kavuşamazlar. Züleyha, arzusuna kavuşmayı kafasına koymuştu. Yusuf aleyhisselamın reddetmesiyle pes edecek değildi. Yalvarıyor, çeşitli vaatlerde bulunuyordu. Ancak Allahü tealanın koruması altında olan Yusuf aleyhisselam hep reddediyordu. Bir ara fırsatını bulan Yusuf aleyhisselam, kapıya atıldı. Züleyha da peşinden koştu. Ona yetişince, kapıdan çıkmaması için, arkasından gömleğini yakalayıp, kendisine doğru çekti. Çekmesi ile beraber gömleğin arkası yırtıldı. Bu halde kapıdan dışarı çıkınca, Züleyha’nın amcasının oğlu ve Aziz ile karşılaştılar. Her ikisi de orada duruyordu. Züleyha, kocası olan Azizi görünce, töhmet korkusu ile Yusuf aleyhisselamdan önce söze başladı: - Senin hanımına kastedenin cezası nedir? Sonra da, kocasının, Yusuf aleyhisselamı öldürmesinden korktu. Daha kocasının konuşmasına fırsat vermeden, sözüne şöyle devam etti: - Onun bu cezası, ancak hapse atılması, tasarruftan men edilmesi yahut sopa ile dövülmesidir. Züleyha, sopa ile dövülmesinden önce, hapsedilmesini söyledi. Çünkü Yusuf’u çok seviyordu. Seven, sevdiğinin acı çekmesini istemez. Ayrıca Yusuf aleyhisselam hakkında hapis ve ona azap etmekten biri ile muamele edilmesi lazım geleceğini açıkça beyan etmedi ve onu korumak için de umumi bir ifade kullandı. Yapılacak muamelenin de uzun değil, bir veya iki gün gibi kısa bir müddet olmasını istedi. Yusuf aleyhisselam onun bu sözlerini işitince, kendisine isnat edilen bu töhmeti defetmek için dedi ki: - O benim nefsimden murad almak istedi. Ben ise teklifini kabul etmeyip kaçtım. Aslında, Yusuf aleyhisselam, Züleyha’nın kendisine yaptıklarını ifşa etmek istemiyordu. Ancak Züleyha, onun hakkında bu sözleri sarfedip şerefine ve nezaketine yakışmayan sözler sarfedince, bu töhmetin altından kalkmak zorunda kaldı. Bu sebeple; “O benim nefsimden murad almak istedi.” dedi. Yoksa, Züleyha’nın bu halini ifşa etmezdi. Bu sırada Züleyha’nın akrabalarından biri şöyle hüküm verdi: - Eğer Yusuf’un gömleği, önünden yırtılmışsa, Züleyha haklı; arkasından yırtılmışsa, Yusuf doğru söyleyicidir. Hakim mevkiinde olan kişi, Hazreti Yusuf’un gömleğinin arkadan yırtılmış olduğunu ve Yusuf aleyhisselamın doğru söylediğini anlayınca, Züleyha’ya döndü ve dedi ki: - Hiç şüphe yok ki, bu sizin kurduğunuz tuzaklardan biridir. Şüphe yok ki, siz kadınların tuzak ve hileniz büyüktür. Bütün alametler, hadiseye Züleyha’nın sebep olduğunu gösterince, Aziz utandı. Yusuf’un doğru, karısının ise yalan söylediğini anladı. Ancak bu durumun yayılmaması için, Hazreti Yusuf’a; “Ey Yusuf, bu durumu kimseye söyleme! Bu mesele yayılmasın!” dedikten sonra, karısına dönerek sözlerine şöyle devam etti: - Ey kadın! Sen de günahın için tevbe et! Çünkü hata edicilerden oldun. Hazreti Yusuf’un kendisine isnat edilen töhmetten, suçtan uzak ve temiz olduğuna dair başka alametler de vardı. Bunlardan birincisi; Hazreti Yusuf aslında hür olmasına rağmen, görünüşte Azizin kölesiydi. Böyle bir kimsenin, efendisinin hanımına el uzatması mümkün olmazdı. Bu uzak bir ihtimaldir. İkincisi; gerek Aziz, gerekse yanında bulunanlar, Hazreti Yusuf’un kapıdan çıkmak için süratle koştuğunu görmüşlerdi. Eğer niyeti kötü olsaydı, kapıdan çıkıp, hemen oradan uzaklaşmaya çalışmazdı. Üçüncüsü; Züleyha’nın, gayet güzel bir şekilde süslenmesine karşılık, Hazreti Yusuf, kılık ve kıyafeti bakımından tabii ve sade idi. Dördüncüsü; Hazreti Yusuf hep emin olmuş, onların yanında uzun müddet kalmış, böyle bir hal vuku bulmamıştı. Beşinci olarak; Züleyha, açıktan Yusuf aleyhisselamı itham etmeyip, hakkında umumi ve kapalı sözler söylemiş, Yusuf aleyhisselam ise, hiç korkmadan işin aslını olduğu gibi anlatmıştı. Suçlu olsa idi, hadiseyi bu kadar açık anlatamazdı. Azizin hanımına böyle harekette bulunan kimsenin, korkusundan bu kadar açık ve rahat konuşması mümkün olmazdı. Görünüşte mesele kapanmış gibiydi. Zira ne Züleyha bu işi sağda solda anlatıp kendini ele vermek ister, ne de Aziz meseleyi anlatıp kendini zor durumda bırakırdı. Ancak Züleyha’nın Hazreti Yusuf’a yaptıkları, bir müddet sonra hizmetçiler vasıtasıyla Mısır ahalisi tarafından duyulmuş, kadınlar arasında yayılmıştı. Aralarında konuşuyorlardı: - Kadın dediğinin bir şerefi ve haysiyeti olur. İnsan Aziz gibi bir adamın hanımı olur da hizmetçisinden murad almaya kalkarsa, budala deriz biz ona... - Azizin çocuğu olmadığını bilmiyor musunuz? Kadıncağız ne yapsın, hiç olmazsa hizmetçisiyle olsun gönlümü edeyim, demiştir... - Ben olsam ölürüm, yine hizmetçi ile gönül birliği edemem. Herkes haddini bilmeli... Bu çeşit sözler etrafta söylenir olmuştu. Zaten gizlenmesi de pek mümkün değildi. Böyle yüksek mevkide bulunanların hayatları her zaman dikkatle takip edilir olmuştur. Kadınlar, bu sözleri rastgele söylemiş değillerdi. İnsan bazen farkında olmadan bir şeyler konuşabilirdi. Fakat Züleyha’yı ayıplayan kadınlar, ne konuştuklarının farkında idiler. Bilerek konuşmuşlardı. Böyle konuşmalarıyla, güya, Züleyha’nın yaptığı işten kendilerinin uzak olduklarını da ifade etmek istiyorlardı. Aslında Mısırlı kadınların bu sözleri hileden başka bir şey değildi. Çünkü onlar, Yusuf aleyhisselamın güzelliğini işitmişler ve onu görmek hevesine düşmüşlerdi. Bu gayelerine erişmek istediler. Bunun için aralarında böyle konuşup, onu ayıpladılar. Bundan maksatları, Züleyha’yı ayıplamak değil, Züleyha’nın, bu sözleri duyarak, kendisini mazur gösterebilmek için, Yusuf aleyhisselamı onlara göstermek mecburiyetinde kalmasını sağlamaktı. Bu hanımlar ancak Hazreti Yusuf’u bu şekilde görebileceklerini sanıyorlardı. Gerçekten de Yusuf aleyhisselamın güzelliği fevkalade idi. Adem aleyhisselama çok benzerdi. Kıtlık zamanında açlık sıkıntısından muzdarip olan Mısırlılar, onun yüzünü görmekle sıkıntılarını giderirler ve açlıklarını unuturlardı. Bütün bunlara rağmen Yusuf aleyhisselama güzellikten bir parça verilmişti. Muhammed aleyhisselama ise tamamı verilmiş, fakat setredilmişti. Çünkü Muhammed aleyhisselam, cümle mahlukatın en güzeli ve Allahü tealanın sevgilisi idi. Yusuf aleyhisselamda cemal, Resulullah efendimizde cemal ve kemal vardı. Yusuf aleyhisselamın cemali görülünce, eller kesildi. Resulullah efendimizin kemali ile, zünnarlar kesildi, putlar kırıldı ve küfür bulutları dağıldı. Eshab-ı kiram, Peygamber efendimize sordular: - Siz mi güzelsiniz, Yusuf aleyhisselam mı? Resulullah efendimiz buyurdu ki: - Kardeşim Yusuf benden sabih [yüzü güzel], ben ondan melihim [sevimliyim.] Onun görünen güzelliği, benim görünen güzelliğimden çoktur. Hazreti Aişe’den, Resulullah efendimizin güzelliği sorulunca, şu mealde bir şiir söyledi: - Yusuf aleyhisselamı satın almak için arttırmaya çıkan Mısır zenginleri, Muhammed aleyhisselamın yüzünün güzelliğini işitmiş olsalardı; güzelliği dillere destan olan Yusuf aleyhisselam için hiç para vermezler, bütün varlıklarını Muhammed aleyhisselamın yüzünü görebilmek için saklarlardı. Hazreti Yusuf’un yüzünü görünce ellerini kesen Mısır kadınları, Muhammed aleyhisselamın parlak alnını görselerdi, ellerinin yerine kalblerini keserler ve hiç acı duymazlardı. Züleyha, Mısır kadınlarının, Hazreti Yusuf’a olan muhabbeti sebebiyle kendisini ayıpladıklarını duyunca; “Yusuf aleyhisselam gibi cemal sahibi eşsiz birisine yalnız ben değil, herkes metfun ve hayran olur. Siz de görün bakalım, siz ne diyeceksiniz?” diye düşünerek, onu sevmekte mazur olduğunu göstermek için bir ziyafet tertip etti. Kendisini ayıplayan ve arkasından konuşan kırk kadar hanımı davet etti. Onlar için dayanıp rahat edecekleri yastıklar; bıçakla kesilerek yenecek yiyecekler hazırladı. Züleyha’nın davet ettiği kadın misafirler, gelip oturdular. Züleyha, onların her birine birer bıçak verdi. Misafir kadınlar, yastıklara kibirli bir şekilde yaslandılar ve aralarında konuşup gülerek yiyeceklerini bıçakla kesip yemeye başladılar. Bu kadınlar memleketin ileri gelen hanımları idi. Bu sırada Züleyha, başka bir odada giydirilip kuşatılan Yusuf aleyhisselama, kadınlara görünmesini ve karşılarına çıkmasını söyledi. Yusuf aleyhisselam, Züleyha’dan çekindiği için, emrine muhalefet etmedi. Kadınlara göründü. Kadınlar, rüyada görülmesi bile düşünülemeyen bir erkek güzeli olan Yusuf aleyhisselamı görünce, kendilerinden geçtiler. Hayran hayran Yusuf aleyhisselama bakıyor, gözlerini ondan ayıramıyorlardı. Cemalinin heybetinden, yüzünün güzelliğinden, kendilerini unutmuşlardı. Rüyada mı, yoksa hayal aleminde mi yaşadıklarını bilemez halde idiler. Farkında olmadan ellerindeki bıçaklarla meyve yerine, hiç acı duymadan, ellerini kestiler. Yusuf aleyhisselamın kendilerine ve yiyeceklerine iltifat ve itibar etmediğini gören kadınlar, onda, meleklerin hususiyetini seyrettiler. Ona hayran kaldıklarından ellerini kestiklerinin farkında değillerdi. Onun güzelliğini ve cemalinin heybetini hiçbir insanda görmemişlerdi. Hepsi bir ağzından; “Bu insan olamaz, bu kerim bir melektir!” demekten kendilerini alamadılar Mısır’da, insanlar arasında bir kimsenin güzelliği meleğe benzetilerek ifade edilmekte idi. Çünkü, onların nazarında en çirkin mahluk şeytan, en güzel varlık da melektir. Bu yüzden meleğe benzetme yaparlardı. Yusuf aleyhisselamı gören Mısırlı kadınlar da, onun fevkalade güzelliğini ifade etmek için meleğe benzetmişlerdi. Bir müddet odada duran Yusuf aleyhisselam Züleyha’nın emriyle odayı terk etti. Onun odadan çıkışını şaşkın bakışlarla izleyen kadınların gözleri, bir müddet kapıya çakılı kaldı. Nihayet ellerinde hissettikleri acıyla kendilerine geldiler. Parmaklarına baktıklarında, elma yerine ellerini kestiklerini anladılar. Bıçakları bırakarak ellerindeki kanın durdurulması ile uğraşmaya başladılar. Züleyha, hakkında dedikodu yapan kadınlara karşı bir zafer kazanmıştı. İçinde bulunduğu durumu onlara ancak bu şekilde anlatabilirdi. Onların bu zavallı, ne yapacaklarını bilmez halini gülümseyerek seyreden Züleyha dedi ki: - İşte gördünüz mü? Siz benden daha çok kınanmaya, ayıplanmaya layıksınız. Çünkü, onu bir defa görmekle kendinizi kaybedip, ellerinizi kestiğinizin bile farkında olmadınız. Ben ise, uzun zamandan beri onunla birlikteyim. Fakat hiçbir vakit sizin bu halinize düşüp, hayranlığımdan dolayı kendimden geçmedim. Eğer şimdi gördüğünüz gibi, onu önceden gözünüzün önüne getirseydiniz beni mazur görür, bu sevgimden dolayı beni kınamazdınız. Züleyha, Yusuf aleyhisselamı kadınların karşısına çıkarmakla, kendisinin devamlı olarak içinde bulunduğu zor durumu onlara göstermek istemişti. Zira onlar, bir defa Yusuf aleyhisselamı görmekle kendilerinden geçmişler ve ellerini kestiklerinin bile farkında olmamışlardı. Böylece, kendisinin Hazreti Yusuf’a karşı davranışlarında haklı olduğunu; asıl onların gülünç duruma düştüklerini göstermiş oluyordu. Kadınların hiçbirinin, “Hayır, ben soğukkanlılığımı muhafaza ettim, duygularıma hakim oldum. Aklımdan hiçbir fenalık geçmedi ve kendimi kaybetmedim!” demeye hakları kalmamıştı. Çünkü her biri halen kanamakta olan parmaklarını sıkıyor, akan kanı durdurma çabasıyla uğraşıp duruyorlardı. Dillerini tutmamanın cezasını bu şekilde çekiyorlardı. Züleyha onlara unutamayacakları bir ders verdikten sonra, sözlerine şöyle devam etti: - Yemin ederim ki, ben ondan murad almak istedim. Bu iş için talepte bulundum. O ise bu hususta masumiyet gösterip teklifimi kabul etmedi. Yemin ederim ki, eğer ona emrettiğim şeyi yapmazsa, muhakkak zindanlarda sürünür! Kadınların hiçbiri, “Evli bir kadın bunu nasıl düşünür, ayıbın da bir hududu olmalı” diyecek halde değildi. Zira ellerinin kesilmesi gözler önünde idi. Değil bunu söylemek, hepsi birden, Hazreti Yusuf’un başına toplanıp dediler ki: - Azizin hanımının emrine karşı gelmen sana bir fayda getirmez. Üstelik hapse düşer, hakaret ve zillete uğrarsın. Yusuf aleyhisselamın karşısında kendilerini unutan ve ona rağbet gösteren bu kadınlar, bundan sonra onu Züleyha’nın arzusuna uymaya teşvik ettiler. Züleyha, güzelliğinin yanında mal, servet ve mevki sahibi idi. Eğer arzusuna uymazsa, onu hapse attırabilir, iftira edebilir, hatta öldürtebilirdi. Artık Züleyha evine sık sık misafir getiriyor, onlardan yardım almak istiyordu. Kadınlar hem Yusuf aleyhisselamı bir daha görmek, hem de Züleyha’ya yardım etmek için geliyorlardı. Kimisi Züleyha’nın isteğini yapmasını isterken, kimisi de kendi gönlünü yapmasını bile teklif ediyordu. Ancak bir peygamber olan Yusuf aleyhisselam hiçbirine iltifat etmiyordu. Onlara Allahtan korkmalarını hatırlatıyordu. Ancak istenilmeyen bütün şeylerle tehdit ediliyor, karşılığında insan nefsinin rağbet ettiği şeyler teklif ediliyordu. Hazreti Yusuf’un zindana atılması Yusuf aleyhisselam, kadınların, fuhşu güzel gösteren hileleri ve kendine layık olmayan teklifleri iyice artınca, Allahü tealaya sığınıp dua etti. Başına gelen bu musibetten korunmasını istedi ve şöyle niyazda bulundu: - Ey Rabbim! Zindan bana, bu Mısırlı kadınların beni davet ettikleri şeyden daha hoş geliyor. Onların isteklerini yapmaktansa, zindanı tercih ederim. Ya Rabbi! Eğer sen onların hilelerini benden çevirmezsen, onlara meyleder, böylece sefihler zümresine dahil olurum. Aziz, bu işte Yusuf aleyhisselamın suçsuz olduğunu anladığı için herhangi bir ceza vermeye lüzum görmemişti. Bu defa Züleyha başka hilelerle Yusuf aleyhisselamı elde etmeye çalıştı. Yusuf aleyhisselam ise onun hallerine iltifat etmedi. Züleyha, Hazreti Yusuf’tan ümidini kesince, kocasına dedi ki: - Bu Kenanlı genç, beni insanlar arasında rezil etti. Kendi nefsinden murad almak istediğimi söyledi. Bu hususta mazur olduğumu insanlara anlatamadım. Ya bana izin ver, beni kınamamaları için insanlara mazur olduğumu anlatayım veya onu hapset! Diğer kadınların kocaları da hanımlarını koruyabilmek için Azize baskı yapıyorlardı. Hazreti Yusuf’un kadınların tasallutundan kurtulmak için yaptığı duayı Allahü teala kabul etti. Başta Aziz olmak üzere, Mısırlı kadınların kocaları da kadınların mekik dokur gibi Hazreti Yusuf’u görmeye gelmelerine mani olmak için bir çare düşündüler. Neticede Aziz, dedikoduların son bulması için en uygun yolun Yusuf’un hapsedilmesi olduğuna karar vermişti. Böylece Yusuf aleyhisselam zindana atıldı. Uzun zaman orada kaldı. Kaç sene zindanda kaldığı bilinmemektedir. Yusuf aleyhisselam; zindanda, uzun zaman kalmış, kurtulma ümidi tükenmiş insanlar gördü. Zindan halkı da temiz ruhlu, güzel ve güler yüzlü, her yönüyle mükemmel bir insanla ilk defa karşılaşıyorlardı. Hiçbirinin hatırından onun bir suç işleyebileceği geçmiyordu. Yusuf aleyhisselamla beraber, Mısır Firavununun iki kölesi de zindana atılmıştı. Bunlardan biri ekmekçisi, diğeri de şerbetçisi idi. Her ikisi de Firavuna karşı suç işlediklerinden buraya gönderilmişlerdi. Yusuf aleyhisselam, zindanda hastaları ziyaret eder, onların işlerini görür ve sıkıntısı olanları ferahlandırırdı. Biri bir şeye muhtaç olsa, onun için, zindandakilerden para toplar ve yardımda bulunurdu. Geceleri daima namaz kılar ve Rabbini zikrederdi. Belalara uğrayan, hayattan ümitlerini kesmiş hüzünlü kimseleri teselli eder, onlara derdi ki: - Sizi müjdelerim! Sabrediniz! Allahü teala size ecrinizi verir. Zindandakilerin her biri ona muhabbet eder; “Ey Yiğit! Ne güzel yüzlü, tatlı sözlü ve iyi huylusun!” derlerdi. İlk geldiğinde zindan arkadaşları sormuşlardı: - Ey güzel yüzlü delikanlı! Söyle sen kimsin? Yusuf aleyhisselam da şöyle cevap vermişti: - Ben Halilullah İbrahim’in oğlu İshak’ın oğlu Safiyyullah Yakub’un oğluyum. Onun suç işleyebileceğine inanmayan zindan müdürü bile Yusuf aleyhisselama demişti ki: - Ey delikanlı! Gücüm yetse seni salıverirdim. Buna imkanım yok. Fakat, zindanda istediğin yerde kalabilirsin! Şerbetçi ile ekmekçinin rüyası Hazreti Yusuf zindanda iken peygamber olduğu bildirilmiş ve rüya tabiri de öğretilmişti. Yusuf aleyhisselam, burada sözleri, ilmi ve halleri ile insanlara doğru yolu gösteriyor; dedelerinden İbrahim aleyhisselamın dininin hükümlerini anlatıyor; Allahü tealayı bir bilip, Ondan başka hiçbir şeye ibadet etmemelerini söylüyordu. Firavunun ekmekçisi ve şerbetçisi de Yusuf aleyhisselamı dinleyenler arasında idi. Birgün Hazreti Yusuf, ekmekçi ile şerbetçinin yanına uğramıştı. Onları dertli ve düşünceli gören Hazreti Yusuf dedi ki: - Sizi dertli ve düşünceli görüyorum. Bir şey mi oldu? - Ey nur yüzlü kişi! İkimiz de birer rüya gördük. Neye delalet ettiklerini bilmiyoruz. Lütfen bize anlatır mısın? - Gördüklerinizi anlatın da tabir edeyim. Birisi anlatmaya başladı: - Ben kendimi rüyamda üzüm sıkıp şarap yaparken gördüm. Diğeri de rüyasını şöyle anlattı: - Ben kendimi başımın üzerinde ekmek taşırken gördüm. Kuşlar o ekmeği yiyordu. Böylece rüyalarını anlatmalarından sonra dediler ki: - Ey nur yüzlü genç! Bize bu rüyaların yorumunu yap, biz seni iyilik yapan, iyiliği seven bir insan olarak görüyoruz. Hazreti Yusuf rüyaların yorumunu yapmadan önce, onlara hak din hakkında bilgi verdi ve dedi ki: - Size gelecek olan bir yemeğin, daha gelmeden önce onun ne yemeği ve lezzetinin nasıl olduğunu, miktarını size haber veririm. Bu Rabbimin bana öğrettiklerinden, bildirdiklerindendir. Ben sizin zannettiğiniz gibi Allahü tealayı inkar eden bir kavmin dininde değilim, hiçbir zaman da olmadım ve bozuk dinlerden de uzağım. Ben dedelerim Hazreti İbrahim, Hazreti İshak ve babam Hazreti Yakub’un dini olan tevhid dini üzereyim. Herhangi bir mahluku Allaha ortak koşmak bize yakışmaz. Hazreti Yusuf böylece hak dini anlattıktan sonra, sözlerine şöyle devam etti: - Ey zindan arkadaşlarım! Sizin altın, gümüş, demir ve başka şeylerden yapılmış, kimseye zarar ve faydaya gücü yetmeyen irili ufaklı çok sayıdaki putlarınız mı hayırlı; yoksa, bir ve her şeye galip olan Allahü teala mı? Sizin, Onu bırakıp taptıklarınız; atalarınızın ve kendinizin takmış olduğunuz kuru adlardan başka bir şey değildir. Allahü teala o putların ilah olduklarına dair hiçbir delil indirmedi, bildirmedi. Kulların dünya ve ahiretteki bütün işlerinde hüküm yalnız Allahü tealaya aittir. O, kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emreylemiştir. Çünkü, ibadete müstahak olan yalnız Odur. İşte dosdoğru olan din budur. Fakat insanların çoğu bunu bilmiyorlar. Yusuf aleyhisselam rüyayı tabir etmeden önce, Allahü tealanın peygamberi olduğunu söyleyip, mucize gösterdi. “Size gelen yemekler daha gelmeden, cinsini ve tadını haber veririm.” dedi. Peygamberler ailesinden geldiğini, baba ve dedelerinin peygamber olduğunu bildirdi. Babasının Yakub, dedelerinin İbrahim ve İshak aleyhimüsselam olduğundan bahsetti. Hazreti İbrahim ve İshak aleyhisselam, Mısır’da da bilinir, peygamber oldukları kabul edilirdi. Bu yüzden Yusuf aleyhisselam, açıkladığı tevhid itikadının onlar tarafından kabul görmesi ve sözüne itibar edilerek kendisine itaat edilmesi için, peygamber ailesinden geldiğini söyledi. Yusuf aleyhisselam, zindan arkadaşlarını üç kademede Hak dine davet etmişti. İlk önce tevhid itikadının lüzumunu, Allahü tealaya inanmanın gerekli olduğunu anlattı. Sonra Allahü tealadan başka şeylerin, putların ibadete müstahak olmadıklarına dair deliller getirdi. Son olarak da hak dini, aklın ve naklin kabul edeceği bir şekilde ortaya koydu. Nitekim; “İşte dosdoğru olan din budur. Fakat insanların çoğu bunu bilmiyorlar.” sözü de bunu göstermektedir. Yusuf aleyhisselam, rüyalarının tabirini isteyen zindan arkadaşlarına, tevhid inancını anlatıp peygamber olduğunu açıkladıktan sonra, onların rüyalarını tabir etmeye başladı: - Ey zindan arkadaşlarım! Sizden biri kurtulacak ve tekrar efendisinin hizmetine girecek, ona şerbetçilik yapacaktır. Diğerinize gelince, o asılacak ve kuşlar tepesine konacak, başının etini yiyecektir. Açıklanmasını istediğiniz rüya hakkında hüküm ve takdir böyle olup, aynen gerçekleşecektir. Hazreti Yusuf, rüyaları böyle tabir ettikten sonra, kurtulacağını söylediği kimseye dönerek dedi ki: - Kurtulduğun zaman efendinin yanında benden bahset! Resulullah efendimiz Yusuf aleyhisselamın şerbetçiye söylediği sözle ilgili olarak buyurdu ki: (Allahü teala, kardeşim Yusuf’a [aleyhisselam] rahmet etsin. O, şerbetçiye; “Beni efendinin yanında an!” demeseydi, zindanda beş seneden sonra yedi sene daha kalmayacaktı.) Zindandan kurtulan şerbetçiye şeytan vesvese verdiği için, Firavuna, Hazreti Yusuf’tan bahsetmeyi unuttu. Nitekim ayet-i kerimede mealen; (Fakat şeytan, efendisine anmayı ona unutturdu.) [Yusuf 42] buyurulmuştur. Yusuf aleyhisselamın rüya gören zindan arkadaşları çok geçmeden zindandan çıkarıldılar. Rüyalarının neticesi, Yusuf aleyhisselamın tabir ettiği gibi çıktı. Şerbetçi, Firavunun yanında eskisinden daha iyi bir makama kavuştu. Ekmekçi ise asıldı ve beynini kuşlar yedi. Şerbetçi zindandan kurtulunca, Firavunun yanında şeytanın vesvesesiyle Yusuf aleyhisselamı unuttu. Neticede Allahü teala, Yusuf aleyhisselamın zindanda bir müddet daha kalmasını dilemiş, onun sözünü ve şeytanın unutturmasını buna sebep kılmıştır. Cenab-ı Hak bir şeyi murad edince, sebeplerini de yarattığını herkes bilir. Nitekim şair Nabi şöyle demiştir: Yani; Nabi (sen üzülme) bir emrin yapılması hakkında Allahü teala bir şeyi irade edip dileyince; onun yerine getirilmesi için umulmayan yönlerden, çeşitli sebepler ortaya çıkarır. Firavunun rüyası Allahü tealanın, Yusuf aleyhisselam hakkında takdir ettiği zindanda kalma müddetinin sonları yaklaşmıştı. Ancak Allahü tealanın adeti sebeplerle yaratmak idi. Bunun için de sebeplerini yarattı. Nitekim zamanın Mısır firavunu olan Reyyan, bir gece bir rüya gördü. Dehşetle uyandı. Bir müddet gördüğü rüyayı düşündü, bir şeye yoramadı. Tekrar uyumak istedi, fakat uyuyamadı. Zira zihni gördüğü rüya ile meşgul idi. Sabah olunca ilk iş olarak memleketindeki bütün müneccimleri, sihirbazları, rüya tabircilerini topladı. Onlara izzet ve ikramda bulundu. Sonra rüyasını anlattı: - Bu gece rüyamda yedi tane iri, semiz inek gördüm. Daha sonra ortaya çıkan yedi tane cılız ve zayıf inek o semiz inekleri yedi. Ayrıca yedi adet yeşil taze başak gördüm. Yedi tane de kuru başak vardı. Bu başaklar da yeşil başakları mahvettiler... Firavun bunları anlattıktan sonra, divan üyelerine ve alimlere ve rüya tabircilerine birer birer göz gezdirerek sözlerini şöyle bitirdi: - Ey ileri gelenler! Eğer gerçekten rüya tabirinde mahirseniz, benim rüyamı tabir ediniz! Allahü teala bu kimselerin basiretlerini bağlamıştı. Tabir etmeleri mümkün değildi. Zira takdir Hazreti Yusuf’un zindandan çıkması idi. Kahinler dediler ki: - Bu anlattıklarınız karışık bir rüyadır. Biz böyle hesaba kitaba gelmeyen rüyaların tabirini bilmeyiz. Firavun ve kahinler arasında cereyan eden bu konuşmaların yapıldığı mecliste, Yusuf aleyhisselamın zindan arkadaşı olan şerbetçi de bulunuyordu. Kalbi sızladı. Hemen Yusuf aleyhisselamın; “Beni efendinin yanında an!” sözünü hatırladı. Firavuna dedi ki: - Zindanda ilmi ve ibadeti çok salih bir zat vardır. Rüyanızın tabirini bilecek biri varsa, o da bu faziletli zattır. Onun ilim ve hikmet sahibi bir zat olduğunu herkes tasdik eder. Ben ve arkadaşım Ekmekçi zindanda iken gördüğümüz rüyayı ona tabir ettirmiştik. Rüyalarımız, tabir ettiği gibi çıktı. İzin verirseniz rüyanızı ona tabir ettirip geleyim. Firavun, sevinç ve memnuniyet göstererek, şerbetçiyi Yusuf aleyhisselamın yanına gönderdi. Şerbetçi, Hazreti Yusuf’un yanına varınca dedi ki: - Ey Yusuf! Ey Sıddik! Bize, yedi zayıf ineğin, yedi semiz ineği yediği ve yedi kuru başağın da yedi yeşil başağı yok ettiği şeklinde görülen rüyanın tabirini haber ver! Umulur ki, Firavun ve yanındakilere isabetli tabirinizle dönerim de, onlar, bu vesile ile senin gerçek değerini anlarlar. Şerbetçinin burada “Umulur ki...” gibi ihtimale yer vermesinin bazı sebepleri vardır: Şerbetçi, birçok kahinin, hakkında söz söylemekten aciz kaldığı bir rüyayı, Yusuf aleyhisselamın da tabir edememesinden çekiniyordu. Ayrıca Firavun ile yakınlarının, Hazreti Yusuf’un cevabını anlayabileceklerinden pek ümitli değildi. Anlasalar bile doğruluğuna itimat edeceklerini kat’i olarak bilmiyordu. Ayrıca, Firavun ve avenesi, Yusuf aleyhisselamın faziletinden habersiz oldukları gibi, diğer insanlar da fazilet ve üstünlük sahibinin kadrini anlayamayacak kadar gaflet içindeydiler. Bu ve benzeri sebeplerden dolayı, kat’i bir ifade yerine “Umulur ki...” dedi. Yusuf aleyhisselam rüyanın tabirini şöyle yaptı: - Yedi semiz inek ve yedi yeşil başak bolluk ve genişlik yıllarıdır. Yedi zayıf inek ve yedi kuru başak kıtlık yıllarıdır. Şimdi yedi yıl ziraatteki adetiniz üzere mahsul ekin. Yiyeceğiniz az bir miktarı dışında, buğdayı saklayın. Bu bolluk yılları geçtikten sonra yedi sene kıtlık olacak. Bu kıtlık seneleri için evvelce biriktirdiğiniz buğdayın, tohumluk olarak saklayacağınız az bir miktarından başkasını o vakte yetişenler yiyip bitirecekler. Kıtlık seneleri geçtikten sonra bir bereketli yıl gelecek. O sene yağmurlar yağıp her çeşit mahsulde bereket olacak. İnsanlar, o zaman üzüm, zeytin, susam gibi şeylerin usaresinden, suyundan ve hayvanların sütünden çok istifade edecekler. Şerbetçi teşekkür ederek ayrıldı. Hazreti Yusuf’tan duyduğu rüyanın tabirini Firavuna haber verdi. Firavun bu tabiri beğendi ve dedi ki: - Onu bana getiriniz! Bu hadise, ilmin faziletini göstermektedir. Çünkü Allahü teala, Yusuf aleyhisselamın ilmini onun dünyevi bir sıkıntıdan kurtulmasına vesile kıldı. İlim, kişinin dünyevi sıkıntıdan kurtulmasına vesile olduğu gibi, ahiretteki sıkıntısından kurtulmasına da vesile olacaktır. Şerbetçi, Firavunun emri üzerine, Yusuf aleyhisselamın yanına giderek, “Ey büyük zat, Firavun seni istiyor!” dedi. Fakat Yusuf aleyhisselam bu daveti hemen kabul etmeyerek şöyle cevap verdi: - Efendine dön de ellerini kesen o kadınların zoru neydi, kendisine sor! Benim Rabbim onların hilelerinin ne olduğunu, ne söylediklerini, ne yaptıklarını elbette bilir. Firavuna bu durum iletildi. Meseleyi tahkik eden Firavun, o kadınları derhal yanına getirterek sordu: - Yusuf’un nefsinden murad almak istediğiniz vakit ne halde idiniz? Onu, Züleyha’nın emrine itaate teşvik ederken size karşı bir meylini hissettiniz mi? Kendisinde bir kötülük, şüphe götürür bir hareket gördünüz mü? Kadınlar böyle bir soruyla karşı karşıya kalacaklarını hiç hesap etmemişlerdi. Hazreti Yusuf’un suçsuz yere hapsedilmesi onların da vicdan azabı çekmelerine sebep olmuş, ancak zamanla unutmuşlardı. Firavunun bu meseleyi açmasıyla, eski vicdan azapları tazelenmişti. Suçu yine Hazreti Yusuf’a yıkmak mümkün idi, fakat tekrar vicdan azabına düşmek vardı. Bunun üzerine ellerini kesen kadınların hepsi, Yusuf aleyhisselamı tenzih edip, onun temizliğine ve iffetinin yüksekliğine şehadet ederek dediler ki: - Haşa! Biz onun hiçbir kötü haline, hiçbir günahına muttali olmadık. Züleyha da, mecliste idi. Hanımlar onun yüzüne bakıp; “Sen ne dersin?” gibi bir imada bulundular. Azizin hanımı Züleyha da; “Şimdi hak ortaya çıktı. Ben onun nefsinden murad almak istemiştim. O ise, şeksiz şüphesiz doğru söyleyenlerdendir!” dedi. Hazreti Yusuf saraya davet edildiği halde, hemen bu daveti kabul etmedi. Durumun aydınlığa çıkmasını istiyordu. Zira zindana bir suçlu olarak değil de iftira atılmış bir mazlum olarak atılmış idi. Yusuf aleyhisselam, yapılan daveti kayıtsız şartsız kabul edip, zindandan çıkmakta acele etse idi, Firavunun kalbinde bu iftiradan bir eser ve şüphe kalabilirdi. Fakat zindandan çıkmadan önce, meselenin araştırılmasını istemesi; kendisine atılan iftiradan uzak ve temiz olduğuna delalet ettiği gibi, zindandan çıkarıldıktan sonra da kınanmaktan kurtulmuş olacaktı. Yusuf aleyhisselamın, kendi durumunu, kendisine iftira eden, o ellerini kesen kadınlara sorarak araştırmasını Firavuna teklif etmesi de; bu meselede temiz, nezih ve suçsuz olduğunun ayrı bir delilidir. Yusuf aleyhisselamın, kendisine gelen elçiye böyle demesinin sebebi, Kur’an-ı kerimde mealen şöyle beyan buyuruldu: (Benim, işin doğrusunun anlaşılmasına vesile olan bu teşebbüsüm, onun [Azizin] gıyabında [hanımına] hıyanet etmediğimi, Allahü tealanın hainlerin hilelerini muvaffakiyete erdirmeyeceğini bilmesi içindi.) [Yusuf 52] Yusuf aleyhisselam, zindana girince Cebrail aleyhisselam gelmiş ve kendisine; “Allahümmec’al li min indike ferecen ve mahrecen, verzukni min haysü la ahtesib = Allahım! Bana kendi katından, içinde bulunduğum bu sıkıntıdan çıkış ve kurtuluş yolu nasip eyle. Beni ummadığım yerden, rızıklandır!” duasını öğretmişti. Yusuf aleyhisselam da böyle dua ederdi. |
Hazreti Yusuf’un maliye nazırı olması Allahü teala, onun bu duasını kabul etti. Zindandan çıkması için sebepler yarattı. Yusuf aleyhisselamın halleri Firavunun da hoşuna gitti. Çünkü, rüya tabiri ilmine vakıftı. Zindandan çıkmaya heveslenmemiş, ellerini kesen kadınların halinin araştırılmasını istemiş, bir de kendisine yapılan iftiradan uzak olup temiz ve günahsızlığını göstermişti. Ayrıca Yusuf aleyhisselamın çok ibadet ve taat yapması da, Firavunun hoşuna giden bir yönü idi. Bütün bunlar; Yusuf aleyhisselamın ilminin çokluğu başta olmak üzere, kendisine güvenilmesine ve ziyadesiyle hayranlık duyulmasına sebebiyet verdi. Böylece Firavun, Yusuf aleyhisselam hakkında hüsnüzan sahibi oldu. Hükümdarların ortak yönü, en değerli kimseleri ve en kıymetli şeyleri kendilerinde bulundurmak istemeleridir. Zamanın Mısır Firavunu da, böyle üstün hasletlere sahip olan Yusuf aleyhisselamı, kendisine müsteşar edinmek istedi.
Bu sebeple, “Onu bana getirin, kendisini has müsteşar edinip işlerimi ona bırakayım!” dedi. Firavunun emri üzerine bir elçi, Yusuf aleyhisselamın yanına geldi. Firavunun kendisini çağırdığını söyledi. Yusuf aleyhisselam, hakikat ortaya çıktığı için de Firavunun davetini kabul etti. Zindan arkadaşları, Yusuf aleyhisselamın aralarından ayrılışına çok üzüldüler. Çünkü ondan hep iyilik ve fayda görmüşlerdi. Kendilerine daima yardımcı oluyordu. Yusuf aleyhisselam zindandan çıkarken, zindandakilere veda edip şöyle dua etti: “Allahım! Hayırlı, salih kimselerin kalblerini onların üzerine çevir! Onlardan haberleri gizli tutma!” Yusuf aleyhisselamın bu duasından sonra, haberler herkesten önce hapishanedekiler tarafından öğrenilmeye başladı. Zindanın kapısına; “Burası, bela, musibet ve hüzün evi, dirilerin kabri, düşmanların sevinç, dostların tecrübe yeridir” diye yazdı. Gusül abdesti alıp elbiselerini değiştirdi. Sonra Firavunun sarayının kapısına kadar geldi. Bu sırada, “Rabbim, dünyam ve yarattıkları hakkında bana kafidir. Ondan başka ilah yoktur!” diye dua etti. Firavunun odasına girince; “Allahım! Bana ondan hayır gelmesini nasip et! Onun ve başkasının şerrinden sana sığınırım!” diye dua etti. Firavun kendisini görünce, Yusuf aleyhisselam Arapça selam verdi. Firavun, çok lisan bilirdi. Hangi lisan ile konuşursa, Yusuf aleyhisselam da o dil ile cevap verirdi. Arapça ve İbraniceyi de onun bildiği lisanlardan fazla olarak biliyordu. Firavun, ondaki bu hallere hayran oldu. Çok iltifatlarda bulunarak dedi ki: - Sen bugünden itibaren bizim nezdimizde mühim bir mevki sahibisin, her işte eminsin, itimat edilen bir müsteşarsın! Firavun, Yusuf aleyhisselamla konuştukça, ona olan hayranlığı gitgide artıyordu. Halbuki Yusuf aleyhisselamı ilk gördüğünde; “Bunca yaşlı başlı sihirbaz ve kahinin tabir edemediği rüyayı bu genç mi yorumladı?” diye sormaktan kendisini alamamıştı. Firavun, rüyasının yorumunu, bir de Yusuf aleyhisselamın ağzından dinlemek istedi. Yusuf aleyhisselam, Firavunun rüyasını ve tabirini şöyle anlattı: “Rüyanda, Nil nehri kenarında semiz ve güzel yedi ineğin ortaya çıktığını gördün. Sen onların güzelliklerine hayran hayran bakarken, aniden suyun kabardığını sonra da kuruduğunu gördün. Bu sırada Nil’in kokmuş çamurlarından, zayıflıktan karınları yapışmış yedi ineğin çıktığını gördün. Bunlar yedi semiz ineğin arasına girip, onları yırtıcı hayvanların parçaladığı gibi parçaladılar. Etlerini yediler, derilerini parçaladılar ve kemiklerini kırdılar. Sen, zayıf olmalarına, semiz ineklere galip gelip, onları yemelerine rağmen, kendilerinde hiç semizleşme olmadığını görüp hayret ettin. Bu sırada aniden, tanesi dolgun yedi yeşil ve taze başak gördün. Bunun hemen yanında, kuru ve siyah yedi başak daha vardı. Hepsinin kökleri sulu bir yerde idi. Sen ise kendi kendine hayret içerisinde; “Bitkilerin yeri aynı, hepsi de sulu bir yerde bulunuyor. Fakat bu yedisi yeşil ve meyveli; şu yedisi ise, siyah ve kuru, bu nasıl oluyor?” diyordun. Bu sırada rüzgar esti. Kuru ve siyah olan başakların yaprakları, yeşil başakların üzerine dağıldı. Bu sırada yeşil başaklar arasından bir ateş çıktı. Bu ateş onları yakıp kararttı. İşte, senin gördüğün rüya budur!” Yusuf aleyhisselamı dikkatle dinleyen Firavun dedi ki: - Ey Sıddik! Gördüğüm rüyayı olduğu gibi anlattın. Hiç hata etmedin. Senden dinlediklerim, gördüğüm bu rüyadan daha garip ve hayret vericidir. Şimdi bunun için ne tedbir almamız gerektiğini söyle! Firavun rüyanın tabirini daha önce dinlediği için sadece rüyayı dinlemekle yetindi. Yusuf aleyhisselam söze başladı: - Bolluk senelerinde bol bol ekin ekmenizi tavsiye ederim. Çünkü bu yıllarda taş ve kerpiç üzerine ekin ekseniz yine bitecektir. Daha sonra büyük ambarlar yaptırın ve ekinleri sapları ile beraber ambarlarda saklayın! Bu şekilde ekinler bozulmadan kalır, hem de saplar, hayvanlarınız için yem olur. Halka da ekinlerinden ihtiyaçları kadarını yemelerini, geriye kalanını saklayıp korumalarını emretmelisin. Sakladığın bu kadar yiyecek, Mısır halkı ve etrafındakiler için kafi gelir. Böylece daha evvel kimsenin toplamadığı malı toplamış olursunuz. Kıtlık zamanı her taraftan insanlar, yiyecek almak için size gelirler. Topladığınız yiyecekleri, onlara satarsınız. Bu şekilde hem onlar ihtiyaçlarını giderir ve hem de devlet hazinesi mal ile dolar! Yusuf aleyhisselamın bu tavsiyeleri, Firavunun çok hoşuna gitti. Fakat bu işte kendisine yardım edebilecek, kabiliyetli birini tanımıyordu. Yusuf aleyhisselama dedi ki: - Bu hususta bana kim yardımcı olur? Bu işi benim için kim yapar? - Mısır’ın hazinelerinin idare işini bana bırak! Ben onu müstahak olmayanlardan muhafaza etmeye muktedirim, tasarruf yollarını bilirim. Bu büyük ve mühim işi hakkıyla yaparım! Melik bu teklifi memnuniyetle kabul etti. Böylece Hazreti Yusuf Mısır diyarında Firavundan sonra en çok sözü geçen kimse oldu. Aslında halkın işlerinde tasarruf ve yetkiyi alması, Yusuf aleyhisselama vacip idi. Bundan dolayı işi üzerine almak ona caiz oldu. Halkın işlerinde tasarruf ve yetkiyi ele almasının Yusuf aleyhisselama vacip olmasının birkaç sebebi vardı: Yusuf aleyhisselam Allahü teala tarafından insanlara gönderilen bir peygamber idi. Onun için mümkün olduğu kadar, insanlara işlerinde faydalı olması lazım ve vacip idi. Yusuf aleyhisselam, yakında kıtlık çekileceğini, bu seneler için tedbirli ve ihtiyatlı bulunulmazsa, halkın büyük bir kısmının helak olacağını vahiy ile öğrenmişti. Allahü tealanın, Yusuf aleyhisselama kıtlığın zararının az olması için tedbir almasını emretmiş olması muhtemeldir. Ayrıca layık olanlara faydalı olmak, onlardan zararı defetmek aklen de güzel bir iştir. Yusuf aleyhisselam halkın faydasına olan işlerde titizlik göstermekle mükellef idi. Hazinenin idaresi onun elinde olmadıkça, üstlendiği vazifeyi yerine getirmesi mümkün değildi. Vacip bir işin yerine getirilmesine sebep olan şey de vacip olur. Bundan dolayı, Mısır hazinelerini ele almak istemesi, Yusuf aleyhisselama vacip işlerdendi. Yoksa kıtlıkta, insanların ihtiyaçlarını gidermesi mümkün olamazdı. Züleyha ile evlenmesi Züleyha aradan yıllar geçmesine rağmen, Hazreti Yusuf’u unutmuş değildi. Ancak eskiden Hazreti Yusuf kendi evinde ve emrinde idi. Şimdi ise böyle bir durum olmadığından, Yusuf aleyhisselamı eskisi gibi görme imkanı da yoktu. Bu arada Aziz ölmüş, Züleyha da serbest kalmıştı. Züleyha, kocasının ölümünden sonra her şeyden el etek çekip, saraydan uzaklaşıp, bir viranede yaşar olmuştu. Yusuf aleyhisselamın Maliye Nazırı olmasından sonra, kocasından kalan ziynet ve malını dağıtmaya başladı. Yusuf aleyhisselamdan bahseden herkese veriyordu. Elinde, avucunda hiçbir şeyi kalmadı. İyice fakir düştü. Hak dini seçip, kendisini ibadet ve taate verdi. Züleyha, birgün Yusuf aleyhisselamın yolu üstüne çıkıp dedi ki: - Sultanları emrine isyan ile köle eden, köleleri emrine itaatle sultan eden Allahü tealayı tesbih ederim. O, her türlü noksanlıktan uzaktır. Züleyha’nın sesini duyan Yusuf aleyhisselam, onu tanıyıp iltifatlarda bulundu. Daha sonra, Firavunun da aracılık yapmasıyla, Allahü tealanın emri üzerine nikah kıyıp, onunla evlendi. Yusuf aleyhisselam, Züleyha’nın yanına girince sordu ki: - Evlilik yoluyla meşru şekilde bir araya gelmemiz, senin bir zamanlar istemiş olduğundan hayırlı değil mi? Bunun üzerine Züleyha’nın cevabı şöyle oldu: - Ey Sıddik, beni ayıplama! Bildiğin gibi ben; mal, mülk, güzellik gibi dünya nimetlerine sahip bir kadındım. Ancak kocam kadınlara yaklaşmaktan mahrumdu. Sen de benim gördüğüm en güzel kimseydin! Bundan böyle Züleyha gerçek manasıyla mutluluğu tadacaktı. Gören kadınların ellerini kesecekleri derecede güzel bir kocası vardı. Aynı zamanda kocası, zamanında yaşayan insanların gıpta edecekleri derecede üstün bir edep ve terbiye numunesi idi. Züleyha’nın ikinci mutluluğu da, Hazreti Yusuf’un tanıttığı hak dini tanımış, ona inanmış ve ebedi huzura kavuşmuş olmasıydı. Beraber ibadet ediyor ve kocasının emirlerine severek uyuyordu. Zamanındaki müminlerin annesi olma şerefine de kavuşmuştu. Yusuf aleyhisselamın Züleyha’dan iki oğlu ile Rahmet adında bir kızı oldu. Yuşa aleyhisselam ve Eyyub aleyhisselamın hanımı, Yusuf aleyhisselamın soyundandır. Yusuf aleyhisselam, devlet işlerinde bütün yetkileri eline alınca, gelecek kıtlık senelerini düşünerek, çeşitli tedbirler almaya başladı. Ülkenin her tarafına haber gönderip, insanların ziraatle meşgul olmasını istedi. Ekilmedik hiçbir yerin bırakılmamasını ve her tarafın ekinlerle doldurulmasını emretti. Bu hal tam yedi sene devam etti. Elde edilen mahsulün beşte birini devlet hesabına vergi olarak topladı. Bunun için kaleler ve depolar yaptırdı. Bolluk senelerinde topladığı yiyecekleri, ekinleri, başakları ile buralarda depoladı. İnsanlara çok iyilik ve ihsanlarda bulundu. Mısır halkı Hazreti Yusuf’tan çok memnundu. Onlara hep adaletle muamele ederdi. Bolluk seneleri böylece geçip gitti. Peşinden bütün şiddetiyle kıtlık başladı. O zamana kadar böyle kıtlık görülmemişti. Bir damla yağmur düşmediği gibi, yerden bitki namına hiçbir şey bitmez oldu. Herkes bu bolluk yıllarında, kıtlığı hatırlarına bile getirmek istemiyorlardı. Yedinci bolluk senesi bitmeye yakın insanlar, acaba Firavunun rüyası gerçekleşecek mi diye bekliyor, kıtlığın gelmesini hiç arzu etmiyorlardı. Ancak sekizinci sene yağmur mevsimi geldiği halde bir damla bile yağmur düşmüyordu. O zaman Firavunun rüyasının gerçekleştiğini herkes anladı. Ancak Firavun bu rüyayı görmeseydi kıtlık olmazdı, diyen nasipsizler de vardı. Nil nehri neredeyse kuruyacak hale gelmişti. Kıtlığın ilk senesinde, insanlar biriktirdikleri yiyecekleri bitirdiler. Yusuf aleyhisselamdan para ile yiyecek satın almaya başladılar. Yusuf aleyhisselam, kim olursa olsun kimseyi kayırmadan, ilerde sıkıntı olmaması için, yiyecek almaya gelene, bir deve yükünden fazla yiyecek vermezdi. Bu hususta adaletten asla ayrılmazdı. Yusuf aleyhisselamın bizzat kendisinin köle olarak satıldığı Mısır’da, herkes onun eline bakar olmuştu. İnsanlar, akın akın gelip, yiyecek bir şeyler almak için çırpınırlardı. Aç insanlar, Yusuf aleyhisselamın mübarek yüzünü görünce, açlıklarını unuturlardı. Yusuf aleyhisselam Firavuna da, yiyeceği halka verdiği gibi verir, insan olarak herkesin hakkını gözetir ve başkalarından fazla vermezdi. Bununla beraber Firavuna çok iyi muamele ederdi. Çünkü kendisini hazinelerinin başına geçirerek bunca insanın sıkıntıdan kurtulmasına vesile olan Firavun idi. Yusuf aleyhisselam, Firavunun Allahü tealaya ve kendisinin peygamberliğine inanması için, gayret ederdi. Hazreti Yusuf’un bu güzel muamelesi sayesinde, Firavun ve daha pek çok insan imanla şereflendi. Mısır’da halk, kıtlık yıllarından önce biriktirdiği mahsulü yerken, civar yerlerde böyle bir tedbir alınmadığı için büyük sıkıntı çekiliyordu. Kıtlık, Kenan iline ve Şam taraflarına da isabet etmişti. Başkaları gibi, Yakub aleyhisselamın evindekiler de kıtlığın sıkıntısını çekiyordu. Mısır’da buğdayın bulunduğu, başka yerlerde buğdayın eserinin bile bulunmadığı haberi civar yerlere yayılmıştı. Bunu öğrenen insanlar, akın akın Mısır’a gelmeye başladılar. Ne kadar kıymetli mal ve elbiseleri varsa buğdayla değiştiler. Yusuf aleyhisselam insanların halini, dertlerini iyi anlamak için karnı doyasıya yemek yemezdi. Kıtlığın hüküm sürdüğü yedi sene boyunca adeti böyle olmuştu. Ona derlerdi ki: - Sen acıkmıyor musun ey Yusuf? - Elbette acıkıyorum. - O halde neden yemiyorsun? Mısır hazineleri senin emrinde değil mi? - Kendim doyarsam, aç kalanların halini unutacağımdan, dertlerini anlayamayacağımdan korkuyorum. Böylece o Peygamber, her insan için geçerli olan, “Tok açın halinden anlamaz” gerçeğine işaret ediyordu. Kardeşleri Mısır’da Mısır’da tedbir alındığı için kıtlık fazlasıyla hissedilmiyor, ancak civar memleketlerde ziyadesiyle hissediliyordu. Mısır’da buğday olduğunu işitenler, mal ve para olarak neleri varsa alıp geliyorlar ve bunları verip buğday alıyorlardı. Hazreti Yusuf bu işi bizzat kendisi kontrol ediyordu. Böylece buğday sıkıntısı çekenler, buğdaya kavuşup sevinç içinde dönüyor, Mısır hazinesi de altın vb. şeylerle doluyordu. Firavun da bu durumdan çok memnun idi. Bu amansız kıtlık Kenan ilinde Yakub aleyhisselamın evinde de hissediliyordu. Buğday ve ekmek namına bir şey kalmamıştı. Mısır’da buğday bulunduğu haberi buraya da gelmişti. Yakub aleyhisselam oğullarına dedi ki: - Mısır’a gidip biraz buğday getirin! İşittim ki Mısır sultanının bir hazinedarı varmış ve tahıl ambarlarının hepsi onun elinde olup, dedemiz İbrahim aleyhisselamın dini üzere imiş. Nasıl bir kimse olduğunu gidip görün ve “Biz İbrahimoğullarındanız!” deyin. Belki İbrahim aleyhisselamın soyundan olduğunuzu bilir de size kolaylık gösterir. Bünyamin haricindeki diğer on oğlunu Mısır’a gönderdi. Bünyamin, Hazreti Yusuf ile aynı anneden kardeş olup, Hazreti Yakub onu yanından hiç ayırmazdı. Hazreti Yusuf’un ayrılık acısını onunla teskin ediyordu. Hazreti Yusuf, huzuruna giren on kişilik bir grubu gördüğü vakit gözlerine inanamadı. Evet, bunlar kendi kardeşleriydi. İçlerinde sadece Bünyamin yoktu. Onlara sordu: - Ne istiyorsunuz? - Buğday istemeye geldik. - Hangi beldenin insanlarısınız? - Kenan ilinden geliyoruz. - Orası Mısır’a çok uzak değil midir? - Öyledir efendim. Ancak araya açlık girdiği zaman uzaklar yakın oluyor. - Yurdunuzu ne halde bıraktınız? - Kıtlıktan başka bir şey yoktur. Sadece kurak hava, sadece aç insanlar vardı. Sizin, gelenleri boş çevirmediğinizi duyduk, ümitle geldik. Lütfen bizi eli boş çevirmeyin. - Siz buğday alıcılarına değil, casuslara benziyorsunuz. - Doğru söylüyoruz. İhtiyar bir babanın on evladıyız. Babamızın ismi Yakub’dur. Beldemizde kıtlık var. Mısır’dan başka yerde buğday bulunmadığını ve senin iyi bir kimse olduğunu duyan babamız, bizi gönderdi. Kardeşleri Hazreti Yusuf’u tanımamışlardı. Zira Yusuf aleyhisselam makamında heybetli olduğundan, huzuruna gelenler mübarek yüzüne bakamazlardı. Bir de Hazreti Yusuf bir devletin başında bulunmakta idi. Onlar, Yusuf aleyhisselamdan ayrıldıktan sonra hiç haber alamamışlar, hatta onun, böyle bir devlete kavuşacağını hatırlarından bile geçirmemişlerdi. Ayrıca, Yusuf aleyhisselam daha çocuk iken ayrılmıştı. Şimdi ise yüzü, boyu ve şekli de değişmişti. Yusuf aleyhisselam ise onları hemen tanımıştı. Zira onlar hiç değişmemişti. Hazreti Yusuf kardeşleri için sofra serdirdi. Çeşitli ikramlarda bulundu. Kardeşleri ziyadesi ile memnundu. Daha sonra Hazreti Yusuf’un emriyle develer getirildi. Hizmetçiler çuvalları doldurmaya başladılar. Biraz sonra Hazreti Yusuf kardeşlerine sordu: - Siz on kişisiniz. Halbuki deve sayısı onbir. Hani bu bir devenin sahibi? - Efendim, şu anda biz onbir kardeşiz. Memlekette kalan bir kardeşimiz daha vardır. Ancak babamız onu yanından pek ayırmak istemiyor? - Babanız neden onu yanından ayırmak istemiyor? - Babamızın, o küçük kardeşimizin annesinden bir oğlu daha vardı. Adı Yusuf olan o oğlunu çok severdi. Kırda telef oldu. Onun üzüntüsünden dolayı babamız, ismi Bünyamin olan küçük kardeşimizi yanından hiç ayırmaz. Yusuf’a çok üzüldüğünden dolayı gözleri de görmez oldu. Bir ev yaptırdı. Yusuf’a olan üzüntüsü sebebiyle o eve Beyt-ül-ahzan dedi. Her gün o eve girer, Yusuf diye ağlar. Babamız bütün bu üzüntülerini bu kardeşimizle teskin eder. Yusuf aleyhisselam, adeti olduğu üzere şahıs başına bir deve yükünden fazla buğday vermezdi. Onlara da birer deve yükü verip paralarını aldı. Ayrıca Bünyamin için de bir deve yükü verdi. Sonra şöyle buyurdu: - Sizin sözünüzden, babanızın, yanında bıraktığı kardeşinizi daha çok sevdiği anlaşılıyor. Bu ise, insanı hayrette bırakıyor. Çünkü sizin bu kadar cemal ve olgunluk sahibi olmanıza rağmen, babanızın o kardeşinizi daha çok sevmesi, onun akıl, fazilet ve edep bakımından kamil birisi olduğunu gösteriyor. Bu yüzden onu görmek istiyorum, onu bana getiriniz! Eğer getirmezseniz bir daha size zahire vermem. Görüyorsunuz ki, size de, babanızın yanında kalan kardeşiniz adına da zahire veriyorum. Ben misafirperverlerin hayırlısıyım. Eğer onu da getirmezseniz, artık benim yanımda size hiçbir zahire yoktur! Yanıma da gelmeyiniz, diyarıma da girmeyiniz! Hazreti Yusuf bu sözleri amirane söylemişti. Kardeşleri korka korka cevap verdiler: - Onu babasından isteyecek ve emrinizi yerine getirmeye çalışacağız. Daha sonra Hazreti Yusuf hizmetçilerine, “Onlardan alınan parayı gizlice yüklerinin içine koyun! Olur ki, ailelerine döndükleri zaman bunun farkına varırlar da, belki yine kardeşleri Bünyamin ile beraber buraya dönerler.” emrini verdi. Böylece onların tekrar gelmelerini teşvik etmek istedi. Hazreti Yusuf’un kardeşleri gördükleri ikramdan son derece memnun olmuşlardı. Getirdikleri çuvallar tıka basa doldurulmuş ve çok fazla da bir ücret alınmamıştı. Hazreti Yusuf’tan gördükleri ikramı ara sıra dile getirmekten kendilerini alamıyorlardı. Konuşa, gülüşe yollarına devam ediyorlardı. Ancak onları düşündüren bir şey vardı. Maliye Nazırı kesin konuşmuştu. Kardeşlerini bir dahaki gelişlerinde getirmezler ise, o zaman hiç buğday alamayacaklardı. Şimdi nasıl edip de babalarından izin alacaklarını düşünüyorlardı. Yusuf aleyhisselamın kardeşleri, Yakub aleyhisselamın yanına varınca, daha yüklerini açmadan, babalarına, Mısır’da gördükleri izzet ve ikramı, kendilerine gösterilen iyi muameleyi etraflıca anlattıktan sonra dediler ki: - Mısır Maliye Nazırını çok iyi bir insan olarak gördük. Bize ikramda bulundu. Akrabamız olsa, o kadar ikramı bize yapamazdı. - Eğer bir daha giderseniz, ona benden selam söyleyin ve “Babamız sana dua ediyor!” deyin! Bunun üzerine oğulları, Yakub aleyhisselama şöyle dediler: - Baba, bizimle beraber Bünyamin’i de göndermedikçe bize verilecek zahire yasaklanmıştır. Bizimle birlikte kardeşimizi de gönder ki, tekrar buğday ve yiyecek alalım. Hiç şüphen olmasın ki, biz onu mutlaka koruruz. - Onu koruyacağınıza ve muhafaza edeceğinize dair size nasıl güvenirim? Yusuf’un başına nelerin geldiğini sizler daha iyi bilirsiniz. Ancak Allahü teala en hayırlı koruyucudur ve tevekkül edip, işlerimi Ona bıraktım. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir. Yakub aleyhisselamın bu sözünden, onun gitmesinde fayda gördüğü için, oğullarının Bünyamin’i götürmelerine izin verdiği anlaşılmaktadır. Yakub aleyhisselamın oğulları yüklerini açınca, zahire karşılığında verdikleri bedellerin kendilerine iade edildiğini gördüler. Karşılaştıkları bu manzara, babalarına Mısır Azizi hakkında arz ettiklerini teyit eder mahiyette olduğu için sevindiler. Babalarının huzuruna varıp nazik ve hürmetkar bir ifade ile durumu bildirdiler: - Ey babamız! Daha ne istiyoruz, bundan ziyade iyilik olur mu? Işte sermayemiz de bize iade edilmiş. Biz onunla tekrar ailemize zahire getiririz. Kardeşimizi de koruruz. Kardeşimiz Bünyamin’i götürmekle bir deve yükü zahire de fazla alırız. Bu getirdiğimiz az bir zamanda tükenecektir, bizi idare etmez. - O akçeyi geri götürün, belki yanılmışlardır veyahut bizi denemişlerdir. “Peygamber oğullarıdır. Görelim, helali haramı seçerler mi?” demiş olabilirler. Yakub aleyhisselam sözlerine şöyle devam etti: - Bünyamin’i bana sağ salim getireceğinize dair Allahü teala adına yemin edip teminat vermedikçe asla sizinle göndermem. Ancak etrafınızın çevrilip çaresiz kalmış olmanız durumunda izin veririm. Oğulları yemin ederek teminat verince, Hazreti Yakub izin verdi ve dedi ki: - Allahü teala bizim söylediğimiz şu sözlere vekildir. Burada ibret alınacak bir husus vardır: Hadis-i şerifte; (Bela [bazen] insanın konuştuğu söze bağlıdır.) buyurulduğu gibi, Yakub aleyhisselam daha önce oğullarına; “Yusuf’u kurt yemesinden korkuyorum.” buyurmuş, kendisine musibet bu cihetle gelmiş, oğulları; “Yusuf’u kurt yedi!” demişlerdi. Burada da; “Etrafınızın kuşatılıp çaresiz kalmış olmanız...” buyurdu. Yine bu yönden musibete duçar oldu. Yakub aleyhisselam, oğullarının Yusuf aleyhisselama yaptıklarını bilmesine rağmen, Bünyamin’i onlarla beraber gönderdi. Çünkü, onlarda Yusuf aleyhisselama karşı gördüğü hasedi, Bünyamin’e karşı görmemişti. Onların, ona karşı iyi niyet sahibi olduklarını görüyordu. Bir de kıtlık bütün şiddeti ile sürüyordu. Mısır Azizinden zahire alabilmek için buna mecburdu. Oğulları ikinci sefere hazırlanırken, Yakub aleyhisselam, evlatlarına yolculuğa çıkmadan önce bazı tavsiyelerde bulundu. Çünkü oğulları, yakışıklı, cemal ve kemal sahibi, boylu boslu ve kuvvetli olup, hepsi de bir babanın oğlu idiler. Yusuf aleyhisselamın onlara ikramda bulunduğu, Mısır halkı tarafından da biliniyordu. Bu sebeple orada şöhretleri vardı. Yakub aleyhisselam, Mısır’a hep birlikte girerken, nazar değmesinden endişe ettiği için onlara dedi ki: - Ey oğullarım! Mısır’a varınca, hepiniz bir kapıdan girmeyin! Her biriniz ayrı ayrı kapılardan girin! Bununla beraber bu sözümle Allahın kazasından hiçbir şeyi sizin üzerinizden gideremem. Hüküm ve kaza ancak Allahü tealadandır. Ben ancak Ona güvenip dayandım. Tevekkül edenler de Ona güvenip dayanmalıdır. Bu sözüyle onlar üzerine nazar isabet edeceğinden korktu. Halbuki Mısır’a ilk gidişlerinde böyle bir tavsiyede bulunmamıştı. Çünkü o zaman kimse onları tanımıyordu. Yakub aleyhisselamın oğulları, Mısır’a vardıkları zaman, babalarının emrine uyarak ayrı ayrı kapılardan şehre girdiler. Yusuf aleyhisselamın yanına giderek, ihsanlarına teşekkür ettiler. Ayrıca babalarının selam ve dualarını bildirerek dediler ki: - İşte o küçük kardeşimiz budur, onu da getirdik. Yusuf aleyhisselam onlara gereken ikram ve iltifatta bulundu. Hatta öncekinden daha çok ikramda bulundu. Onları yemeğe davet etti. Her bir sofraya ikişer kişi oturttu. Onbir kişi olduklarından, Bünyamin yalnız kaldı. Bu sırada kardeşi Bünyamin, Yusuf aleyhisselamı hatırlayıp ağladı ve kendi kendine, “Kardeşim Yusuf sağ olsa idi, Sultan beni de onunla beraber oturturdu.” diye söylendi. Bu esnada Yusuf aleyhisselam kardeşlerine dedi ki: - Bu kardeşiniz yalnız kaldı. - Onun bir kardeşi vardı, öldü. Bunun üzerine Yusuf aleyhisselam, “Öyleyse onu yanıma oturtayım!” diyerek, Bünyamin’le aynı sofraya oturdu. Bünyamin, sofrada hem yemek yer, hem de sık sık Yusuf aleyhisselama bakardı. Yusuf aleyhisselam sordu: - Niçin bana böyle dikkatli dikkatli bakıyorsun? - Vefat eden kardeşim size çok benzerdi de onun için... Akşam olunca, yatıp istirahat etmek için iki kişiye bir oda gösterildi. Fakat Bünyamin yine tek kaldı. Bunun üzerine ağladı ve dedi ki: - Kardeşim Yusuf sağ olsa idi, ben de onunla aynı odada kalırdım. Bu hali gören Yusuf aleyhisselam, “Gel, sen de benim odamda misafir ol!” dedi. Fakat Bünyamin, Yusuf aleyhisselamın kardeşi olduğunu hala anlayamamış ve kardeşlerinden ayrı kaldığına bile üzülmüştü. Bunun farkına varan Hazreti Yusuf, bulundukları odada kimseyi bırakmadı ve Bünyamin’e dedi ki: - Benim sana kardeş olmamı ister misin? - Senin gibi eşsiz bir insanla kardeş olmayı kim istemez ki? Ama senin baban Yakub aleyhisselam ve annen Rahil değil ki... Bu defa Hazreti Yusuf’un gözleri dolmuştu. - Neler oluyor sana ey Aziz? Seni üzdüm mü? - Ben senin kardeşin Yusuf’um. Artık huzurlu günlere kavuştun demektir. O halde kardeşlerinin yaptıklarından dolayı mahzun olma! Bünyamin bir anda şaşırmış, neye uğradığını bilemez olmuştu. Yıllardır özlenen, ardından gözyaşı dökülen ağabeyi hiç umulmayan bir zamanda karşısına çıkmıştı. Bu ancak rüyalarda görülebilecek bir mutluluktu. Hazreti Yusuf kardeşine sarılmış, hasret gideriyordu. Yusuf aleyhisselam Bünyamin’e; “Sana söylediklerimi kardeşlerine söyleme!” diye tembih etti. Bünyamin ayrılmak istemediğini söyleyince, Hazreti Yusuf dedi ki: - Fakat babamızın benim yokluğuma ne kadar üzüldüğünü bilirsin. Sen de, bir sebep olmadan burada kalırsan, üzüntüsü daha da artar. Buna başka bir yol bulalım. - Karar senindir. İstediğini yap! İbrahim aleyhisselamın dininde, bir kimsenin bir şeyi çalınsa, mal sahibi de malını hırsızın elinde yakalasa, malı çalan, mal sahibine kölelik ederdi. Musa aleyhisselam zamanına kadar, bu hüküm aynen devam etmişti. Yusuf aleyhisselam da bunu bildiğinden, altından yapılmış bir su tasını, kimsenin haberi olmadan kardeşi Bünyamin’in yükünün içine koydurttu. Yusuf aleyhisselamın kardeşleri, her şey hazır olunca, vedalaşarak yola koyuldular. Keyiflerine diyecek yoktu. Yine oldukça yüklü bir erzak almışlar, ayrıca büyük bir izzet ve ikram görmüşlerdi. Şehirden henüz ayrılmış sayılırlardı ki, arkalarından yükselen bir ses onları durmaya mecbur etti: - Ey kafile ehli! Durun! Muhakkak siz hırsızlarsınız! Aynı zamanda kendilerine doğru dolu dizgin gelmekte olan bir grup insan gördüler. Münadinin; “Ey kafile ehli, muhakkak siz hırsızlarsınız!” sözünü söylemelerinin sebebi, altın tası arayıp bulamayınca; “Burada şu kafiledekilerden başkası yok idi. Demek ki tası bunlar aldılar.” diye düşündükleri içindi. Yusuf aleyhisselamın kardeşleri, şanlarına yakışmayan böyle bir suçun üzerlerine atılmasına çok üzüldüler. Gelenlere dönerek dediler ki: - Ne kayboldu? Aradığınız nedir? - Azizin su kabını aramaktayız. Onu bulup getirene bir deve yükü bahşiş var. Yusuf aleyhisselamın kardeşlerinin, münadiye; “Hayır biz çalmadık!” yerine, “Ne kayboldu? Aradığınız nedir?” demeleri; “Bizim hırsız olmamız şöyle dursun, sizden zaten bir şey çalınmamıştır. Bu bir kayıp olabilir” demek istemelerindendir. Münadi ve yanındakiler, onların sözündeki inceliği anladıklarından, ikinci defa olarak; “Azizin tasını çaldınız!” yahut “Azizin su kabı çalındı!” demeyip; “Azizin su kabını zayi ettik. Onu arıyoruz!” demeye mecbur oldular. Kardeşlerin yüzlerinde hiçbir korku ve endişe sezilmiyordu. Kendilerinden emin bir tavırları vardı. Bunca iyiliklerini gördükleri bu zata karşı bir de ihanet etmeyi düşünmüş olamazlardı. Kardeşlerin biri söz aldı: - Vallahi siz de bilirsiniz ki, biz buraya fitne ve fesat çıkarmak için gelmedik. Biz hırsız da değiliz. - Eğer “Hırsız değiliz!” sözünüzde yalancı çıkarsanız, eşyamızı sizde bulursak, sizin dininizde hırsızlığın cezası nedir? - Su kabı kimin yükünde bulunursa, cezası onun köle yapılmasıdır. Biz hırsızlık yaparak zulüm yolunu tutanları böyle cezalandırırız. - Böyle bir cezaya biz de razıyız. Dönün, arayacağız! Suçsuz olduğunuz anlaşılıncaya kadar sizleri yanımızda tutacağız. Ondan sonra yolunuza devam edersiniz. Yusuf aleyhisselamın adamları, onları Yusuf aleyhisselamın huzuruna getirdiler. Yusuf aleyhisselam aratmaya kardeşi Bünyamin’in yükünden başlatmadı. Onun yükünü sonraya bıraktı. Böylece, diğer kardeşlerinin kalbinde herhangi bir şüphe doğarak itiraz edilmesini önlemek istedi. Yoksa işin hakikati ortaya çıkacak, maksat hasıl olmayacaktı. Arama, Bünyamin’in yüküne gelince, Yusuf aleyhisselam dedi ki: - Bunun bir şey almış olacağını zannetmem. Kardeşleri de, “Böyle olursa, hem siz, hem biz vicdanen rahat oluruz.” dediler. Bunun üzerine Bünyamin’in yükü de arandı ve su kabı oradan çıktı. Bunu gören kardeşleri utançlarından başlarını önlerine eğdiler. Bünyamin’e dönerek onu ayıplamaya ve kınamaya başladılar: - Bizim başımıza sen neler getirdin? Bizi rezil ettin! Yüzümüzü kara çıkardın! Yusuf aleyhisselamın maksadı; kardeşi Bünyamin’i yanında alıkoymaktı. Bu ise, ancak babası Yakub aleyhisselamın dinine göre mümkündü. Allahü teala Yusuf aleyhisselama bu tedbiri vahiy ile öğretti. Firavunun hırsız hakkındaki kanunu, hırsızın dövülüp, çaldığı malın iki katı ile ödetilmesi şeklinde idi. Bu kanuna göre, Yusuf aleyhisselamın kardeşini yanında alıkoyması mümkün değildi. Bünyamin’i yanında alıkoyması Su kabı, umduklarının aksine Bünyamin’in yükünden çıkınca, diğer on kardeş telaşlandılar. Hepsi hiç hoşa gitmeyen bu manzara karşısında ne yapacaklarını şaşırdılar. Bunun üzerine on kardeş; “Su kabının Bünyamin’in yükünden çıkması hayret edilecek bir şey değildir. Nitekim onun kardeşi de daha evvel hırsızlık yapmıştı.” diyorlardı. Böylece kardeşler, içlerinde sakladıklarını dışarı vuruyorlardı. Yusuf aleyhisselama nisbet ettikleri hırsızlık, Yakub aleyhisselamın kız kardeşinin Yusuf aleyhisselamı yanında alıkoymak için başvurduğu çare idi. İbrahim aleyhisselamın kemerini Yusuf aleyhisselamın üzerine bağlayarak onu yanında alıkoymuştu. Gerek Yusuf aleyhisselamın ve gerekse Bünyamin’in durumlarında hırsızlık yoktu. Ancak hırsızlığa benzer bir görünüş bulunduğu ve başlarına gelen bu hadiseden canları sıkıldığı için kardeşleri böyle söylemişlerdir. İçlerinden biri yine kendini tutamayarak Bünyamin’in üstüne yürüdü: - Yazıklar olsun sana ey Bünyamin! Bizi zor durumda bıraktın. Demek ki anan Rahil sadece iki hırsız doğurmuş... - Vallahi ben hırsızlık yapmadım. - Peki bu tas senin çuvalında ne arıyor? - Kimin koyduğunu da, nasıl konulduğunu da bilmiyorum. Artık olan olmuştu. Kabı çuvala kim koyarsa koysun netice aynı kapıya çıkıyordu. Bünyamin’e söylenen sözlerin hepsi, diğer kardeşlerin içini boşaltmalarına yarıyordu. Onların bir korkuları da, artık Mısır topraklarına girmelerinin yasaklanması idi. İçlerini şiddetli bir sıkıntı basmıştı. Ne yapacaklarını, ne söyleyeceklerini bilmiyorlardı. Hırslarını yenemiyorlar, aynı şeyleri tekrar tekrar söylüyorlardı. Yusuf aleyhisselam kardeşlerinin durumunu izliyor, bir şey söylemiyordu. Ne sözle ve ne de fiille bu işin hakikatini, onlara açıklamadı. Kendi kendine; “Sizin durumunuz daha kötüdür. Siz benim gibi masum bir kardeşinizi çaldınız, babasından ayırdınız, götürüp kuyuya bıraktınız. İşin hakikatinin sizin söylediğiniz gibi olmadığını Allahü teala çok iyi bilmektedir.” diye düşündü. Yakub aleyhisselamın oğulları, yükleri aranmadan önce kendi dinlerinde hırsızlığın hükmü sorulduğunda, sadece çalanın mal sahibine köle olacağı hükmünü beyan etmişlerdi. Tabii ki onlar, kendilerinden böyle bir şeyin vaki olacağını tahmin etmiyorlardı. Ancak beklediklerinin aksine su kabı Bünyamin’in eşyası arasından çıkınca; bu defa affetmenin de, fidye almanın da caiz olduğunu beyan ettiler. Yusuf aleyhisselamın şefkat ve merhametini celbetmek için de dediler ki: - Ey Aziz! Çok muhterem bir babamız vardır. Kaybolan kardeşimizin acısını Bünyamin’le unutur ve onu bizden çok sever. Biz onun yerini dolduramayız. Onun yerine birimizi alıp onu azat eyle! Biz muhakkak seni ihsan edenlerden görüyoruz, bu ihsanını tamamla! Babaları Yakub aleyhisselamın peygamber olduğunu, Bünyamin’i geri getirmek üzere babalarına söz verdiklerini söylediler. Ancak Yusuf aleyhisselam onlara şöyle cevap verdi: - Eşyamızı bulduğumuz kimseden başkasını alıkoymaktan Allahü tealaya sığınırız. Çünkü bu takdirde, biz de elbette zalimlerden oluruz. Başkasından meydana gelen bir suçtan dolayı bir kimseye eza edersem, verdiğiniz fetvaya göre zulüm yapmış olurum. Bu sebeple teklifinizi kabul edemem. Yusuf aleyhisselamın, babasına bulunduğu yeri haber vermeyip, kendisini gizlemesinde; babasının pek çok üzüleceğini bildiği halde, Bünyamin’i yanında alıkoymasında ve kardeşlerine bu şekilde muamele etmesinde çeşitli hikmetler vardır. Bunlardan en mühimi şudur: Yusuf aleyhisselam, bütün bunları kendiliğinden değil, Allahü tealanın emri ile yaptı. Onun, kullarından hiç kimsenin bilmediği sırları vardır. Yarattıkları hakkında dilediği şekilde tasarruf sahibidir. Allahü tealanın Yakub aleyhisselamın mihnet, acı ve sıkıntılarını artırması, sıkıntılara karşılık, derecesini daha da yükseltmek içindi. Böylece, Yusuf aleyhisselamın durumunu Yakub aleyhisselamdan gizledi. Yakub aleyhisselamın oğulları, kardeşleri Bünyamin’i kurtarmaktan ümitlerini kesince bir kenara çekilip, kendi aralarında konuşmaya başladılar. Bir müddet aralarında meseleyi konuştuktan sonra, en doğrusunun, babalarına dönüp, hadiseyi aynen anlatmak olduğuna karar verdiler. Büyükleri dedi ki: - Babamızın bizden Allahü tealanın adıyla teminat almış olduğunu, daha evvel de Yusuf hakkında işlediğimiz kusuru bilmez misiniz? Muhakkak bilirsiniz. Artık ben, babam bana izin verinceye, yanına çağırıncaya, Allahü teala kardeşimi kurtararak iadesine hükmedinceye kadar Mısır’dan ayrılmam. Babamıza hadiseyi olduğu gibi anlatıp deyin ki: “Ey babamız! Muhakkak ki oğlun Bünyamin bizim gördüğümüze göre hırsızlık yaptı. Biz ancak gördüğümüze şahitlik ederiz. Zira su kabının Bünyamin’in yükünden çıktığını gördük. Biz gaybı yani onun gerçekten çalıp çalmadığını bilmeyiz. Zaten gaybı Allahü tealadan başkası bilmez.” Kardeşlerin büyüğü babalarının inanması için, kardeşlerine şöyle söylemelerini de tembih etti: - Yine babamıza, “Eğer bize inanmazsan, içinde bulunduğumuz Mısır halkına ve aralarında geldiğimiz kervana da, su kabının onun yükünde nasıl bulunduğunu sor. Biz, hakikaten doğru söyleyicileriz.” deyin! Büyüklerini ve Bünyamin’i Mısır’da bırakan dokuz kardeş, babalarının yanına döndü. Mısır’da kalan büyüklerinin talimatı üzerine, başlarından geçenleri ve olup bitenleri babalarına anlattılar. Yakub aleyhisselam, bu anlatılanları üzüntü içinde dinledi ve dedi ki: - Hayır! Doğrusu nefsleriniz size bu işi süsleyerek güzel gösterdi. Yoksa Mısır Azizi, bizim dinimizde hırsızın esir edileceğini ne bilsin? Artık bana düşen sabr-ı cemildir. Umulur ki, Allahü teala oğullarımın hepsini birden bana getirir. Şüphesiz Allahü teala alimdir, hakimdir. Yakub aleyhisselamın üzüntü ve kederi son aldığı haberle daha da artmıştı. Zaten uzun zamandan beri üzüntü ve elem içerisindeydi. Fakat, Allahü tealanın kendisini bu sıkıntıdan yakında kurtaracağını da biliyordu. Çünkü bela ve sıkıntı pek şiddetlenip son hadde geldiği vakit, ondan kurtulmak daha çabuk olur. Yakub aleyhisselam bu üzüntüsünü şöyle dile getirdi: - Yusuf’un firakıyla beni kaplayan şiddetli hüzün ve hasretim! Gel, işte şu an senin tam gelme zamanındır. Yakub aleyhisselam, Bünyamin’in hayatta ve yerinin belli olmasına karşılık Hazreti Yusuf hakkında bir bilgi alamaması sebebiyle sadece Hazreti Yusuf’a olan hasretini dile getirmişti. Yakub aleyhisselam; başına gelen ağır ve büyük bir musibete rağmen, daima sabırlı oldu. Asla feryat ve figan etmedi. İnsanlara da şikayette bulunmadı. “Ben kalbimde tutamadığım hüzün ve kederimi, yalnız Allahü tealaya arz ediyorum.” diyerek halini Allahü tealaya arz etti. Bir defasında Azrail aleyhisselam Yakub aleyhisselamın yanına gelmişti. Azrail aleyhisselama sordu: - Yusuf’umu görmeden benim ruhumu almaya mı geldin? - Hayır, senin hüzün ve kederine iştirak etmek için geldim. Bu arada Hazreti Yakub hastalanmış ve bacağında siyatik hastalığı da meydana gelmişti. Bu ağrıları da çok sıkıntı veriyordu. Bir gece ağrıları dayanılmaz hale gelince, şayet Allahü teala bu hastalıktan şifa verirse, en sevdiği yemekleri yememeyi nezretti. Bir zaman sonra şifa buldu. Bunun üzerine en sevdiği deve eti ve deve sütünü yemedi ve içmedi. Bundan sonra Allahü teala, onun kendine haram kıldıklarını İsrailoğullarına haram kıldı. Nitekim Kur’an-ı kerimde mealen buyuruldu ki: (Tevrat’ın indirilmesinden önce İsrail’in [Hazreti Yakub’un] kendine haram ettiğinden başka bütün yiyecekler İsrailoğullarına helal idi.) [Al-i Imran 93] (Yahudilere her tırnaklıyı haram ettik. Koyunun ve sığırın iç yağını da haram ettik. Aşırı gitmelerinden ötürü onları bu şekilde cezalandırdık.) [Enam 146] Yakub aleyhisselam, Hazreti Yusuf’tan ayrıldığı andan itibaren gözünün yaşı hiç dinmedi. Döktüğü gözyaşı hiçbir şeyle kıyaslanamazdı. Neticede gözüne ak düştü. Bütün bunlar onun bir an olsun Allahü tealayı anmasına mani olmadı. Çünkü sıkıntıda olan, üzülen kalbler Allahü tealaya daha yakındır ve onunla meşguldür. Böyle acı ve sıkıntılar, Allahü tealadan başka düşünceleri kalbden çıkarır. Neticede kul, Allahü tealaya daha çok yönelir, daha çok dua eder. Yakub aleyhisselamın çok ağladığını gören oğulları, torunları ve hizmetçileri dediler ki: - Yusuf’u anmaktan geri durmuyor, onun sevgisinde gevşeklik göstermiyorsun. Vallahi sonunda ya kederinden hastalanıp eriyeceksin, yahut helak olacaksın. - Ben kalbimde tutamadığım hüzün ve kederimi, ancak Allahü tealaya arz ediyorum. Size ve başkasına şikayetim yoktur. Beni şikayetim ile başbaşa bırakın. Şikayetimi Rabbime arz edeyim. Ben, sizin bilemeyeceğiniz nice şeyleri, Allahü teala tarafından vahiyle biliyorum. Ey oğullarım, Mısır’a gidin! Yusuf ile kardeşlerinden haber sorun! Allahü tealadan ümit kesmeyin! Çünkü, kafirlerden başkası, Allahü tealadan ümit kesmez. Yakub aleyhisselam Hazreti Yusuf’un sağ olduğunu vahiy yoluyla biliyordu. Ayrıca Yusuf aleyhisselamın çocukluğunda gördüğü rüyasının doğru çıkacağına inanıyordu. Çünkü, Yusuf aleyhisselamda rüşd ve kemal alametlerini görmüştü. Bunun için çocuklarına Hazreti Yusuf’u aramak için gitmelerini söyledi. Yakub aleyhisselamın oğulları, babalarının tavsiyesi üzerine Mısır’a döndüler. Yusuf aleyhisselamın huzuruna varınca dediler ki: - Ey Aziz! Bize ve ailemize darlık, kıtlık, fakirlik ve açlık ulaştı. Çok az ve ehemmiyetsiz bir sermaye ile geldik. Bize daha önce tam bedelle verdiğin gibi tam ölçek ver ve hakkımızda lütufkar davran! Zira Allahü teala, lütufkar davrananları dünyada ve ahirette en güzel şekilde mükafatlandırır. Yusuf aleyhisselam onlara sordu: - Siz sonunun neye varacağını bilmeden Yusuf’a ve kardeşine yaptığınız işin kötülüğünü anlayıp, ondan tevbe ettiniz mi? Yusuf aleyhisselam, onların yalvarışlarını, çaresiz kaldıklarını ve açlık içinde bulunduklarını görünce, merhametinden dolayı onlara kendisini tanıtmak istedi. Ancak Allahü tealanın hakkını kendi hakkına tercih etti. Onlara, gerek kendisine yaptıkları zulmü ve gerekse kardeşi Bünyamin’i kendilerinden ayırmanın, onu aralarında hor ve hakir tutmanın çirkinliğini sordu. Bunu, şefkatinden dolayı, onlara din hususunda nasihat etmek maksadıyla yapmıştı. Böyle yapmakla, onların günahlarını ikrar ederek, tevbe ve istigfarda bulunmalarını sağlamak istiyordu. Yoksa maksadı, onları paylamak ve kınamak değildi. Yusuf aleyhisselamın, kendisine yapılan şeyleri sorması üzerine, kardeşleri dikkatle ona baktılar. Sonra şaşkınlık içinde dediler ki: - Yoksa sen gerçekten Yusuf musun? - Evet, ben Yusuf’um ve bu kardeşim Bünyamin’dir. Allahü teala bizi birbirimize kavuşturmakla bize ihsanda bulundu. Muhakkak ki, kim farzları yerine getirmek, günahlardan sakınmak suretiyle Allahü tealadan korkar ve belalara sabrederse, Allahü tealadan mükafatını alır. Çünkü Allahü teala ihsan sahiplerinin mükafatlarını zayi etmez. Yusuf aleyhisselam, böyle söylemekle kardeşlerinin kendisine yaptığı zulmün ve buna karşılık Allahü tealanın lütfettiği zafer ve nusretin büyüklüğünü açıkladı. Sanki şöyle demek istedi: “Ben, zulümlerin en büyüğü ile zulmettiğiniz, buna karşılık da Rabbimin en yüksek makam ve mertebeyi verdiği kimseyim. Beni öldürmeye teşebbüs ettiğiniz ve kuyuya attığınızda aciz bir kimseydim. Şimdi ise, gördüğünüz gibiyim.” Artık ayaklar suya ermişti. Hazreti Yusuf’u küçük bir çocukken kuyuya atan, vicdan azabı çekmek bir yana, ondan kurtuldukları için huzur duyan kardeşler, o günden bu yana hiç pişman olmamışlardı. En son Bünyamin olayında da yine kardeşlerine suç isnadında bulunmaları, Hazreti Yusuf’a duydukları öfkeyi içlerinden atamadıklarını göstermişti. Ama Ilahi takdir her defasında onları Hazreti Yusuf’un ayağına getirmiş ve yalvarma durumuna düşürmüştü. Artık Yusuf aleyhisselamın fazilet ve meziyetini ve günahkar olduklarını itiraf ederek dediler ki: - Vallahi Allahü teala zikrettiğin yüksek sıfatlar, güzel ahlak, ilim, hilm ve saltanatla muhakkak seni bizden üstün kıldı. Muhakkak ki, biz sana yaptığımız muameleden dolayı günahkar olduk. Yusuf aleyhisselam onların itirafları üzerine şöyle cevap verdi: - Bugünden sonra günahınızı zikretmek suretiyle benim tarafımdan size bir kınama ve ayıplama yoktur. Allahü teala sizi bağışlasın. O merhametlilerin en merhametlisidir. Bundan sonra Hazreti Yusuf kardeşlerine geçmişi ile ilgili hiçbir kelime söylemeyecek ve onları utandırma yoluna gitmeyecekti. “Allahü teala sizi bağışlasın!” sözüyle, tevbe ederlerse, Allahü tealanın onları bağışlayacağını da onlara müjdeledi. Onlar da yaptıkları işin kötülüğünü ve günahkar olduklarını da itirafla, tevbe ve istigfarda bulundular. Yusuf aleyhisselam kardeşlerine çok izzet ve ikramda bulundu. Onlar da dediler ki: - Siz bizi sabah akşam yemeğe davet ediyorsunuz. Biz ise yaptıklarımızdan ve kusurumuzdan dolayı utanıyoruz. - Mısırlılar, şimdiye kadar hakkımda; “Az dirheme satılmış bir köleyi, bu mertebeye kavuşturan Allahü tealayı tenzih ederiz!” diyorlardı. Şimdi ise sizin sayenizde şeref buldum. Herkesin nazarında yükseldim. Çünkü onlar, sizin benim kardeşlerim olduğunuzu, benim de İbrahim aleyhisselamın torunlarından Yakub aleyhisselamın oğullarından olduğumu öğrendiler. Yusuf aleyhisselamın kendisine zulmeden kardeşlerine gösterdiği bu asil davranış; Resulullah efendimizin Mekke-i mükerremenin fethinde, kendisini ve eshabını yurtlarından çıkaran Mekkelilere gösterdiği alicenaplığa benzemektedir. Resulullah efendimiz Mekke’nin fethedildiği gün, Kabe-i muazzamanın kapısının iki tarafından tutarak, Kureyş müşriklerinin ileri gelenlerine buyurdu ki: - Benden ne umarsınız, size ne yapacağımı zannedersiniz? - İstediğini yapabilirsin. Fakat biz senden hayır umarız. Bunun üzerine alemlere rahmet olarak gönderilen Resulullah efendimiz şöyle buyurdu: - Size kardeşim Yusuf’un söylediğini söylerim. Yani, “Bugünden sonra günahınızı zikretmek suretiyle benim tarafımdan size bir kınama ve ayıplama yoktur!” Yusuf aleyhisselam, kardeşlerine kendisini tanıttıktan sonra, babası Yakub aleyhisselamın halini, kendisinin yokluğundan sonra onun ne durumda olduğunu sordu. Onlar da; “Senin için üzüldü ve çok ağladı. Bu sebeple gözleri görmez oldu.” diye cevap verdiler. Bunun üzerine Yusuf aleyhisselam, hemen gömleğini çıkarıp onlara verdi ve dedi ki: - Bunu babama götürün, yüzüne sürsün. O, benim kokumu koklasın ve gömleğimi gözlerine sürsün. O artık rahatlıkla görmeye başlar. Sonra babam ve siz, bütün çoluk çocuğunuzla birlikte geri bana gelin! Bundan sonra Yusuf aleyhisselam, kardeşlerinin bütün sefer ihtiyaçlarını hazırladı. Ayrıca, babası Yakub aleyhisselama verilmek üzere, onun bütün hanedanı ile birlikte Mısır’a teşriflerini isteyen bir mektup da verdi. Kardeşleri gömleği de alarak yola çıktılar. Diğer taraftan Yakub aleyhisselam, gömleğin yola çıkarıldığı saatte, derinden derine çektiği birkaç nefesten sonra yanındakilere dedi ki: - Eğer bana yaşlılık sebebiyle noksan akıllılık nisbet etmezseniz, ben muhakkak Yusuf’un kokusunu duyuyorum. - Vallahi sen Yusuf’a olan aşırı muhabbetinde devam ediyorsun. Onu unutamıyor, hala ona kavuşacağını umuyorsun. Allahü teala Yusuf aleyhisselamın latif ve has kokusunu Hazreti Yakub’a mucize olarak ulaştırmıştır. Müjdeci gelip de Hazreti Yusuf’un gömleği Hazreti Yakub’un yüzüne sürülünce, Yakub aleyhisselam eskisi gibi görmeye başladı. Bu hadise Kur’an-ı kerimde mealen şöyle beyan buyuruldu: (Vaktaki müjdeci geldi. Yusuf’un gömleğini [Yakub aleyhisselamın] yüzüne sürdü. Gözleri açılıverdi.) [Yusuf 96] Müjdeyi getiren Yehuda idi. Daha yola çıkmadan önce demişti ki: - Babama; “Yusuf’u kurt yedi” diye kanlı gömleğini götürerek, üzülmesine sebep olmuştum. Şimdi de onun gömleğini ben götürüp sevindireyim. Yakub aleyhisselamın gözleri açılınca, oğullarına dedi ki: - Ben size, “Sizin bilmeyeceğiniz şeyleri, Allahü teala tarafından biliyorum!” demedim mi? Onların bilmediği şeyden muradı, Yusuf aleyhisselamın hayatta olduğu ve Allahü tealanın birbirlerine kavuşturacağıdır. Yakub aleyhisselam, müjdeyi getiren Yehuda’ya sordu: - Yusuf [aleyhisselam] ne durumdadır? - Mısır Azizidir. - Mülk ve saltanatı ben ne yapayım? Ben hangi din üzere olduğunu soruyorum. - Elhamdülillah İbrahim aleyhisselamın dini üzeredir. - İşte şimdi nimet tamam oldu! Yaptıkları hatadan artık pişman olan oğulları babalarına dediler ki: - Ey bizim babamız! Allahü tealadan bizim için günahlarımızın magfiretini iste! Gerçekten biz günahkarlardan olduk. Yakub aleyhisselam da bu şekilde suçlarını itiraf edip af dileyen oğullarına şöyle cevap verdi: - Sizin için, Rabbime, sonra istigfar ederim. Hakikat şudur ki, çok günah örtücü, çok merhamet edici ancak Odur! Yakub aleyhisselam, oğulları için istigfarı hemen o sırada yapmadı. Bilakis, sonra Allahü tealadan onlar için af ve magfiret dileyeceğini vadetti. Bunun birçok sebepleri bildirilmiştir: Yakub aleyhisselam, istigfarı seher vaktine tehir etti. Çünkü seher vakti duaların kabul olması için en uygun zamandır. Yakub aleyhisselam, oğulları için magfiret dilemeyi Cuma gecesine bıraktı. Zira Cuma gecesi, dua ve tevbelerin kabulü için en uygun zamandır. Yakub aleyhisselam; oğullarının hakikaten günahlarına pişman olup, tevbe edip etmediklerini ve tevbelerinin ihlasla olup olmadığını anlamak için istigfar etmeyi geciktirmiştir. Yakub aleyhisselam; “Sizin için sonra istigfar ederim!” dedi. Bu, mazlumun affetmesi şartını bildiğinden; “Ancak Hazreti Yusuf’la görüştükten sonra sizi affederse, istigfar ederim” demektir. İstigfarı, Hazreti Yusuf’la görüştükleri vakte kadar tehir etti. Yakub aleyhisselam, dua edeceği gece, seher vaktinde kalkıp namaz kıldı. Namazını bitirince; “Allahım Yusuf için üzüldüğüm, onun için tahammülsüzlük gösterdiğim için beni ve Yusuf’a yaptıklarından dolayı da oğullarımı af ve magfiret eyle!” diye dua etti. Allahü teala, Yakub aleyhisselama onları af ve magfiret ettiğini vahiyle bildirdi. Hazreti Yakub’un Mısır’a gitmesi Yusuf aleyhisselam, kardeşleri ve babasından başka öteki akrabalarını da Mısır’a getirmek üzere yüz binek ve ayrıca sefer için gerekli şeyleri eksiksiz yollamıştı. Kardeşleri Kenan iline varınca, bir müddet, Mısır yolculuğu için hazırlık yaptılar. Yakub aleyhisselam aile fertlerini topladı. Hazırlıklarını bitirip yola çıktılar. 8 veya 10 gün süren bir yolculuktan sonra Mısır’a yaklaştılar. Yusuf aleyhisselam Hazreti Yakub’un Mısır’a yaklaştığı haberini alınca, Mısır sultanı Reyyan’a babasının ve akrabalarının, Mısır’a yakın bir yerde olduklarını söyledi. Yusuf aleyhisselam ve Reyyan, beraberlerinde askerleri ve Mısır halkından da pek çok kişi olmak üzere Yakub aleyhisselam ve yanındakileri karşılamaya çıktılar. Süslü devesine binmiş olan Hazreti Yakub, evlatları ve kalabalık maiyeti ile yaklaşıyordu. Bu sırada Cebrail aleyhisselam gelerek, Hazreti Yakub’a dedi ki: - Semaya bak, nice zaman sizin elem ve üzüntünüz sebebiyle hüzünlü olan melekler, sürur ve sevincinizi görmek üzere seyre çıkmışlar. Hazreti Yakub, Hazreti Yusuf’u görünce, devesi üzerinde duramayarak yere indi. Yehuda’nın omuzuna dayanarak yürümeye başladı. Yakub aleyhisselam gelenlere baktı. En önde bulunan, kıyafeti ile dikkatini çeken Yusuf aleyhisselamı işaret ederek, yanında bulunan Yehuda’ya; “Bu kim dir?” diye sordu. Yehuda; “Yusuf aleyhisselamdır.” diye cevap verdi. Birbirlerine iyice yaklaşınca, Yusuf aleyhisselam önce selam vermek istedi. Cebrail aleyhisselam dedi ki: - Önce Hazreti Yakub’un selam vermesi münasiptir. Hazreti Yakub; “Esselamü aleyküm, ey hüzün ve kederleri gideren Yusuf!” diye selam verdi. İkisi de birbirlerine sarıldılar. Yıllarca süren hasretlerini giderdiler. Hazreti Yakub torunlarını da kucaklayıp kokladı. Yusuf aleyhisselamın saltanat tahtı vardı. Babası ile üvey annesini tahtına çıkarıp oturttu. Babası ile üvey annesine yaptığı ikram, kardeşlerine yaptığından daha fazlaydı. Çünkü, tahta sadece o ikisini çıkarmıştı. Sonra Yusuf aleyhisselam, babasına, nail olduğu lütuf ve ihsanları anlattı ve bu ihsanlardan birinin de zindandan kurtulması olduğunu belirterek dedi ki: - Rabbim bana ihsan etti. Çünkü beni zindandan çıkardı. Yusuf aleyhisselam, zindana düşmeden önce kuyuya atılmıştı. Bu sırada, Allahü tealanın kendisini sağ salim olarak kuyudan çıkarmasından bahsetmedi. Çünkü orada kardeşleri de vardı. Onları utandırmak istemedi. Bundan sonra Yusuf aleyhisselam babasına şöyle dedi: - Ey babacığım! İşte bu, evvelce gördüğüm rüyanın açıklamasıdır. Hakikaten Rabbim, o rüyayı tahakkuk ettirdi. Beni zindandan çıkarıp mülk ihsan etti. Şeytan benimle kardeşlerimin arasını haset ile bozduktan sonra, Allahü teala sizi Kenan diyarından Mısır’a getirdi. Muhakkak ki, Rabbim dilediği şeyleri çok güzel ve çok ince tedbir edendir. Şüphesiz ki kullarının menfaatlerine olan şeyleri hakkıyla bilen, her şeyi hikmetinin icabettirdiği şekilde vaktinde yapan Odur. Böylece Hazreti Yusuf, çocukken görüp, babasının, “Kardeşlerine anlatma!” dediği rüyasının gerçekleştiğini ifade etti. Hazreti Yusuf’un mucizeleri Yusuf aleyhisselam sohbet esnasında, babasına dedi ki: - Babacığım, benim ayrılığım sebebiyle, gözlerini kaybedinceye kadar ağladın. Allahü tealanın bizi, kıyamette buluşturacağını bilmiyor muydun? - Biliyordum oğlum, fakat senin dinine bir zarar getireceklerinden ve bu suretle senin ile benim aramı açacaklarından korktum. Bütün korkum, dinine zarar gelmesiydi. Bu bakımdan, Allahü tealadan bizi devamlı imanımızda sabit kılmasını diliyorum. Yusuf aleyhisselam, sonunun iyi ve akıbetinin güzel olması için Allahü tealadan hüsn-i hatime isteyerek şöyle dua ederdi: - Ya Rabbi! Bana mülkten, Mısır sultanlığından bir nasip verdin, rüya tabirini öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan Rabbim! Sen, dünyada da ahirette de yardımcım ve işlerimin velisisin. Benim canımı Müslüman olarak al! Beni salihler zümresine kat! Yakub aleyhisselam Yusuf aleyhisselamın yanında 24 sene yaşadı. Babası İshak aleyhisselamın yanına defnedilmesini vasiyet etti. Yusuf aleyhisselam babasının vasiyetini yerine getirdi. Cenazesini tabutla Halilürrahman’a götürdü. Bu sırada Yakub aleyhisselamın kardeşi İys de vefat etti. Yusuf aleyhisselam her ikisini de defnederek Mısır’a döndü. Yusuf aleyhisselam, babasının vefatından bir müddet sonra vefat etti. Musa aleyhisselam, kabrini bulup, mübarek cesedini oradan alarak Yakub aleyhisselamın da metfun bulunduğu Halilürrahman’daki yere defnetti. Yusuf aleyhisselamın da birçok mucizeleri görüldü. Bunlardan bazıları şunlardır: Yusuf aleyhisselamın lisanı çok tatlıydı. Sözünü duyanın kalbi ona meylederdi. Onun tatlı dili sebebiyle birçok kimse imanla şereflendi. Yusuf aleyhisselamın mübarek yüzünde, güneş gibi nur parlardı. Huzuruna gelen bir amanın Yusuf aleyhisselamın yüzünün nuru ile görmeye başladığı bildirilmiştir. Hazreti Yusuf’un huzuruna gelen nüfuzlu bir kimse, yaprakların bir araya gelerek kumaş olmasını mucize olarak istedi. Yusuf aleyhisselam da dua etti. Allahü tealanın izniyle, ağaçların yaprakları birleşerek paha biçilmez bir kumaş oldu. Yusuf aleyhisselamın da kendisine mahsus bazı hususiyetleri vardı. Bu hususiyetler birçok şekillerde imtihan edilmesinden sonra onda tebarüz etti. İmtihanların hepsinde Allahü tealanın izniyle muvaffak oldu. Allahü teala, ona kullarının idaresini verdi. İnsanların ihtiyaçlarını güzel bir şekilde karşıladı. Mısır kadınları tarafından çirkin işler yapması teklif edildi. Fakat o, zindanı tercih etti. Kendisine iyilikte bulunan Mısır Azizinin hakkını gözeterek, küfran-ı nimetten kaçındı. Züleyha’nın tekliflerini reddedip, iyilik gördüğü kimseye ihanet etmedi. Hiçbir menfaat ve zarar, onun doğruyu söylemesine mani olamadı. Allahü teala onu, yüce kitabı Kur’an-ı kerimde Sıddik=Çok doğru sözlü” olmakla övdü. |
EYYUB ALEYHİSSELAM
Nesebi ve gençliği Hazreti Eyyub, Hazreti İshak’ın oğlu Iys evladındandır. Babası Mus bin Ravil veya Razıh bin Iys’dir. Annesi, Hazreti Lut’un neslinden idi. Hanımı Rahime, Hazreti Yusuf’un oğlu Efrahim’in kızıdır. Eyyub aleyhisselam uzun boylu, kıvırcık saçlı, güzel gözlü, geniş göğüslü, kısa boyunlu ve adaleli kollu idi. Allahü teala Hazreti Eyyub’a, dedesi Hazreti İshak’ın duası bereketiyle çok mal ve servet verdi. Sürü sürü hayvanlar, bağlar, bahçeler ve çok evlat ihsan etti. Şam civarında Beseniyye mevkiindeki çiftliklerinde binlerce insan çalışırdı. Hizmetçilerinin, tarla ve hayvanlarının çokluğu bakımından asrında bir benzeri yoktu. Servetinin çokluğu, onu, Allah yolundan hiçbir zaman alıkoymadı. Çok ibadet ederdi. Yetimlere dullara bakar, misafirsiz sofraya oturmaz, yoksullara yardımda bulunurdu. Çıplakları giydirir, dulları korurdu. Eyyub aleyhisselama, Şam civarında yaşayan insanlara peygamber olduğu bildirildi. Onları Allahü tealaya iman ve ibadete çağırdı. Bu uğurda pek çok zahmet çekti. İlahi vahye mazhar bir peygamber olduğu, Kur’an-ı kerimde mealen şöyle bildirilmektedir: (Biz, Nuh’a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. Nitekim İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, torunlarına, İsa’ya, Eyyub’a, Yunus’a, Harun’a ve Süleyman’a da vahyetmiştik.) [Nisa 163] (Biz ona, İshak ile Yakub’u ihsan ettik ve her birini hidayete, nübüvvete erdirdik. Daha evvel de Nuh’u ve onun neslinden Davud’u, Süleyman’ı, Eyyub’u, Yusuf’u, Musa’yı ve Harun’u hidayete, nübüvvete kavuşturduk. Biz, iyi hareket edenleri işte böyle mükafatlandırırız.) [En’am 84] Hazreti Eyyub’un imtihanı Eyyub aleyhisselam, Allahü tealayı andığı zaman, göklerde bulunan melekler ona salat ve selam ederlerdi. Cenab-ı Hak, Hazreti Eyyub’u imtihan etmeyi murad etti. Eyyub aleyhisselamın imtihana çekilmesinin sebeplerinden birini ibni Esir ve ibni Asakir şöyle bildirirler: Şam tarafında kuraklık, kıtlık olur. Mısır Hükümdarı Eyyub aleyhisselama, bize gel! Bizim yanımızda senin için bolluk, genişlik vardır, diye yazı gönderince Eyyub aleyhisselam malları ve ailesi ile birlikte Mısır’a gider. Firavn onlara yiyecekler, elbiseler verip kalacak yer temin eder. Eyyub aleyhisselam Hükümdarın yanında bulunduğu bir sırada Şuayb aleyhisselam gelip içeri girer ve hükümdara şöyle seslenir: -Gök, yer, denizler ve dağlar halkı kızınca Allahü tealanın da gazaba geleceğinden korkmaz mısın? Eyyub aleyhisselam ise susar ve konuşmaz. Şuayb ve Eyyub aleyhisselam hükümdarın yanından çıkınca Allahü teala Eyyub aleyhisselama: -Ey Eyyub! Sen, hükümdarın ülkesine gittiğin için sustun, öyleyse imtihana hazırlan, diye vahy eder. Böylece Allahü teala Hazreti Eyyub’u imtihana tabi tutar. Önce Hazreti Eyyub’un mallarını çeşitli vesilelerle elinden aldı. Koyunları sel ile, ekinleri rüzgar ile telef oldu. Şeytan da çoban suretinde, ağlayarak Eyyub aleyhisselamın yanına geldi. Eyyub aleyhisselam o esnada insanlara vaaz ve nasihatle meşgul idi. “Ey Eyyub! Şaşılacak bir afet oldu. Allahü teala malını mülkünü helak etti!” dedi. Hazreti Eyyub, bu haber karşısında hiçbir şikayette bulunmayarak, Allahü tealaya hamd ve şükürde bulundu. Şeytan onun hamd ve şükretmesi karşısında tekrar dedi ki: - Hani hudutsuz araziler, hani sayısı bilinmeyen hayvanlar, hani meyve bahçeleri, hani evler, ocaklar? Bunca mal ve mülk elden gitti. Bir daha bunlar ele geçer mi? Hazreti Eyyub yine şükredip şöyle cevap verdi: - O malı mülkü bana Rabbim vermişti. Şimdi de aldı. Çünkü malımın da benim de sahibim Odur. Dilerse verir, dilerse alır, Ona yaptığı işten dolayı sual sorulmaz! Hazreti Eyyub’un bu hali ve sözleri, şeytana müthiş bir şamar oldu. Bu kadar malı mülkü gitmiş olmasına rağmen, sabır ve şükründe ve tevekkülünde zerre kadar bir değişiklik olmaması, onu çileden çıkarıyordu. Ancak Eyyub aleyhisselam Allahü tealanın bir peygamberi idi. O bütün bu malların sevgisini kalbine hiç getirmemiş ve bunları Allahü tealanın rızasını kazanmaya vesile kılmıştı. Kalbinde zerre kadar mal sevgisi bulunmayan kimse, geçici olan mal ve mülke hiç aldanır mıydı? Allahü teala, Eyyub aleyhisselamın bütün malını aldıktan sonra, hocaları ile ders okuyan çocuklarının da zelzele ile canlarını aldı. Bunu gören şeytan, hoca şekline girip, feryat ve figan ile Hazreti Eyyub’un yanına geldi. Başına topraklar serpip, gözlerinden kanlı yaşlar akıtarak dedi ki: - Ey Eyyub! Allahü teala evini zelzele ile yıktı. Çocukların öldü. Her biri parça parça oldular. Bağrışmaları, inlemeleri dayanılacak gibi değildi. Şeytan öyle anlattı ki, Hazreti Eyyub’un mübarek gözlerinden yaş geldi. Şeytan; Hazreti Eyyub’un feryat ve figan etmesini bekliyordu. Fakat ondaki sabır ve tevekkülü görünce, hiddetlendi ve tam konuşmaya başlayacağı sırada Hazreti Eyyub dedi ki: - Ey mel’un! Sen İblissin. Beni Rabbime isyana teşvik etmek istiyorsun. Şunu bil ki, evladım bir emanet idi. Rabbime niçin incineyim? Ben her halükarda Rabbime hamd ederim. Hazreti Eyyub Allahü tealanın takdirine razı olmuş idi. Oğullarının vefat etmeleri üzerine, “Eceli gelen bu dünyadan gider. Birgün ben de gideceğim!” diye düşündü. Bundan sonra Allahü teala, Eyyub aleyhisselamı, bedenine hastalık vererek imtihan etmeyi murat etti. Eyyub aleyhisselamın vücuduna hastalık verdi. Hazreti Eyyub’un hastalığı gün geçtikçe şiddetlendi. Akrabaları, komşuları ve başkaları yanına uğramaz oldu. Yalnız, sadakat ve şefkat timsali hanımı Rahime Hatun onu terketmedi. Ona hizmetine devam edip, ihtiyaç için neyi varsa sarfetti. El işi yaparak, başka evlere hizmet için giderek maişet teminine çalıştı. Bu arada şeytan yine vesvese vermek için elinden geleni yapıyordu. Kah Eyyub aleyhisselama mal ve mülkünü hatırlatıyor, bazen çocuklarını, bazen de hastalığını hatırlatıyordu. Ama her seferinde sabır, hamd ve şükürle karşılık buluyordu. Hazreti Eyyub’un hasta olması ve hastalık sebebi, Kur’an-ı kerimde Sad suresi 41. ayet-i kerimesinde mealen şöyle bildirilmektedir: ([Ey Habibim!] Kulumuz Eyyub’u hatırla! O, Rabbine; şeytan beni yorgunluğa, meşakkate ve azaba, hastalığa uğrattı, sebep oldu, diye dua ve nida etti.) Burada Hazreti Eyyub edebi gözeterek, duasında yorgunluğu ve hastalığı, şeytana nisbet etti. Çünkü şeytan, zenginliğine, evladına ve çok ibadet edişine haset edip, musallat olmak istemişti. Gerçekte Eyyub aleyhisselam her şeyin Allahü tealadan olduğunu bilirdi. Şeytan bu defa da Hazreti Eyyub’un bulunduğu şehir halkına vesvese vererek; “Aman Rahime ile görüşüp, ona yardımcı olmayın! Eyyub’un hastalığı size de geçer. Onu şehrinizden kovun!” dedi. Şehir halkı, Rahime’ye haber gönderip; “Eyyub’u alıp, buradan beraberce gidiniz! Yoksa sizi taşla öldürürüz!” tehdidinde bulundular. Rahime Hatun, Hazreti Eyyub’u alıp oradan ayrıldı. Şehre uzaklığı fazla olmayan bir yere götürdü. Küçük bir kulübe yaparak hizmetine devam etti. O, bütün bu zor şartlara rağmen Hazreti Eyyub’a hizmet etmekten geri durmadı. Zira ona hizmetin karşılığını ahirette kat kat göreceğini biliyordu. Hazreti Eyyub şehir dışındaki kulübesinde, rahatsız olmasına rağmen, gelip geçen insanlara Allahü tealayı hatırlatıyor, sabrı ve şükrü tavsiye ediyordu. İş ve üzüntüden bitap düşmüş olan hanımı Rahime de, şehirdeki hanımlara iplik eğirmekle meşgul idi. Hazreti Eyyub yedi yıl dert ve bela içinde bu şekilde kaldı. Halinden hiç şikayet etmedi. Bir ara Rahime Hatun, efendisine dedi ki: - Cenab-ı Hakka dua etsen de bu dertleri senden alsa... - Ey Rahime! Sıhhat ve mes’ut günlerimiz ne kadar zamandı? - Seksen yıl idi. - Şiddet ve bela zamanı, sıhhat ve safa süresi kadar olmadan, bela için cenab-ı Mevlaya, şikayetten haya ederim. Tahammül gücünün üstünde bir sabır gösteren Hazreti Eyyub, Kur’an-ı kerimin Sad suresi 44. ayet-i kerimesinde methedildi. Hadis-i şerifte de buyuruldu ki: (Hazreti Eyyub, insanların en uysalı, en sabırlısı ve en çok gadabını, öfkesini yenen idi.) Hakka rızası tam ve kusursuzdu. Şu şiir, onun halini çok güzel ifade ediyor: Hoştur bana senden gelen, Ya gonca gül yahut diken, Ya hil’at yahut kefen, Narın da hoş, nurun da hoş. Şeytan, Hazreti Eyyub’a ve Rahime’ye musallat olmaya devam ediyordu. Birgün, Rahime Hatun yiyecek almaya gitmişti. Şeytan, insan suretinde karşısına çıkıp sordu: - Ey Rahime! Sen Yusuf’un oğlu Efrahim’in kızı değil misin? Burada ne arıyorsun? - Evet, Efrahim’in kızıyım! Efendim, Allahü tealanın peygamberi Eyyub, belalara müptela oldu. Onun hizmetçisiyim. - Kendine yazık ediyorsun. Hastalığı sana da geçer. - Onun üzerimdeki hakkını ödeyemem. Nimet ve rahat vaktinde onunla yaşadım. Bu hastalık halinde onu yalnız bırakamam. Rahime Hatun böyle söyledikten sonra yoluna devam etti. Dönünce; başından geçenleri Hazreti Eyyub’a anlattı. O da; “Ey hanım! O gördüğün, İblistir. Seni vesvese ile benden ayırmak ister!” buyurdu ve dikkatli olup sakınmasını tembih etti. Şeytan, başka birgün de tabip suretinde Rahime’nin karşısına çıkarak, “Sen, hasta olan Eyyub’un hanımı mısın?” diye sordu. Rahime de; “Evet” deyince, “Ben onu yakalandığı hastalıktan kurtarmayı düşünürüm. Lakin şartlarım var!” dedi. Rahime Hatun, şartlarını sorunca, şeytan şöyle cevap verdi: - Kolay! Eyyub şarap içecek ve benim için de, şifayı sen yarattın, diyecek. Rahime Hatunun olanları kendisine anlatması üzerine, Eyyub aleyhisselam, “O şeytandır, bizi Rabbimizden ayırmak istiyor. Ondan sakın!” buyurdu. Rahime Hatunda Yusuf aleyhisselamın güzelliğinden biraz olup, o civarda ondan güzeli yoktu. Birgün yine şeytan, yakışıklı bir kişi suretine girip, Rahime’nin yolunu keserek dedi ki: - Sen kimsin? Senin gibi güzel kadın buralarda görmedim. Ben yakın köydenim. Servetimin hesabı yoktur. Rahime Hatun da; “Hasta olan Eyyub aleyhisselamın hanımıyım. Ona hizmet ederim. O, Allahü tealanın peygamberidir. Ondan başkasına meyletmem!” dedi ve yürüdü. Şeytan da ümidi kesip oradan uzaklaştı. Hazreti Eyyub’un duası Hazreti Eyyub’un hastalığı çok şiddetlendi. Onun bu hali, beden, kalb ve lisanıyla yaptığı kulluk ve peygamberlik vazifelerini iyice zorlaştırıyordu. O zaman Allahü tealaya şöyle dua ve niyazda bulundu: - Ya Rabbi! Bana gerçekten hastalık isabet etti. Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin. Hazreti Eyyub’un bu şekilde dua etmesinin birkaç sebebi vardı. Bazıları şunlardır: Şeytan ona gelip; “Bana secde edersen seni bu beladan kurtarırım” demesi karşısında, şeytanın zararından dolayı mübarek kalbi hüzünlenip coştu ve; “Beladan sızlanmıyorum. Ama düşmanın haris olmasından rahatsız oluyorum” deyip; “Bana hastalık isabet etti” buyurdu. Hazreti Eyyub’a iman eden birkaç kişinin; “Eğer bunda hayır olsaydı, bu belaya müptela olmazdı!” demeleri, onun mübarek gönlünü mahzun etti. Onun için böyle dua etti. Kavminden birkaç kişi zaman zaman gelip, Hazreti Eyyub’un halini görüp, acırlardı. Birgün yine onun yanına gelip, birbirlerine dediler ki: - Bu kişiye bu dertler geleli beri Rabbinden bir merhamet yetişmedi. Bu belanın sona ermesi lazımdı. Halbuki günden güne çoğalıyor, şiddetleniyor. Hazreti Eyyub bu sözlerden incindi ve dedi ki: - Ya Rabbi! Yıllardır bu mihneti çektim. Senin muhabbetinin arzusu beni öyle kapladı ki, bu beladan hiç incinmedim. Nice zaman bu derdi çekmeye razı idim. Fakat bu sözler bana güç geldi. Ya Rabbi! Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin! Birgün Hazreti Eyyub’a Cebrail aleyhisselam gelip, onu zor konuşur bir halde buldu. Ona dedi ki: - Neden böyle durursun? - Sabırdan başka çare nedir? - Hak tealanın hazinesinde bela çoktur. Sen ona takat getiremezsin. Allahü tealadan afiyet iste! Bunun üzerine Eyyub aleyhisselam yukarıdaki şekilde dua etti. Eyyub aleyhisselam bedenindeki hastalık sebebiyle, insan olması bakımından inlemiş; ruhen de Allahü tealanın cemaline yönelmiştir. Cismen dili; “Bana gerçekten hastalık isabet etti” derken, manen de; “Sen merhametlilerin en merhametlisisin” diye zikretmiştir. Bir kimse, Resulullah efendimizin mescidine girdi ve Eyyub aleyhisselam ile ilgili bazı sualler sordu. Peygamber efendimiz ağladı ve buyurdu ki: (Allahü tealaya yemin ederim ki, Eyyub [aleyhisselam] beladan inlemedi, sızlanmadı. Lakin yedi sene, yedi ay, yedi gün, yedi saat o belada kaldı. Ayakta namaz kılmak istedi, duramadı, düştü. Hizmette kusur görünce; “Bana gerçekten hastalık isabet etti” dedi.) Hazreti Eyyub’un hastalıktan kurtulması Birgün hanımı Rahime Hatun yiyecek aramaya çıkmıştı. İkindi vakti, Allahü tealadan Eyyub aleyhisselama lütuf müjdesi ulaştı. Cebrail aleyhisselam çıkageldi ve Allahü tealadan; “Ey Eyyub! Bela verdim sabrettin. Şimdi ben sana sıhhat ve nimet vereceğim. Ey Eyyub, ayağını yere vur! Çıkan su ile guslet ve soğuğundan iç!” emrini getirdi. Bu emr-i İlahi üzerine Hazreti Eyyub ayağını yere vurdu. İki su pınarı fışkırdı. Biri sıcak olup, yıkanmak için, diğeri soğuk olup, içmek için idi. Sıcağından guslettiğinde bedenindeki rahatsızlıklardan; soğuğundan içince de içindeki hastalıklardan şifa buldu. Kuvveti geri geldi. Taze bir genç oldu. Cebrail aleyhisselam Hazreti Eyyub’a elbise giydirdi. Lütuf bulutu, üzerine geldi. Üstüne altın parçacıkları saçıldı. Bir müddet sonra Rahime şehirden döndü. Hazreti Eyyub’u tanıyamadı. Kaybolduğunu zannetti. Sahraya koştu, feryat edip ağlayarak dedi ki: - Bu kadar sıkıntı çektim, hazineyi elden kaçırdım, hastayı kaybettim. Ey Eyyub! Bilmem seni hangi canavar götürdü, hangi hayvan yedi? Cebrail aleyhisselam Hazreti Eyyub’a dedi ki: - Ey Eyyub! Rahime’yi çağır, gönlünü hoş eyle! Eyyub aleyhisselam da hanımına seslendi: - Ey hanım! Kimi çağırırsın, kimi ararsın? - Bir hastam vardı, hayat arkadaşım idi, onu kaybettim. - İsmi ne idi? - İsmi sabırlı Eyyub idi. - Nasıl bir kimse idi? - Sağlıklı iken sana benzerdi. - Ey Rahime! O hasta olan Eyyub, benim. Allahü teala bana sıhhat verdi. Hazreti Eyyub’un kendisini tanıtması üzerine Rahime Hatun endişelerinden kurtuldu ve her ikisi birlikte Allahü tealaya şükrettiler. Bu halden sonra hanımıyla beraber oradan ayrılıp şehre doğru yola çıktılar. Şehrin kapısına gelince, bütün şehir halkının, kendilerini karşılamaya çıktıklarını gördüler. Eyyub aleyhisselam onlara sordu: - Bu ne haldir, nereye gidiyorsunuz? - Bir ses duyduk. Diyordu ki: “Ey insanlar! Eyyub aleyhisselam size geliyor, onu karşılayınız!” Eyyub aleyhisselam şehre gelince, eski, köhne evini yenilenmiş gördü. Bundan başka; elinden alınmış malları geri gelmiş ve yüz çeviren dostları, kendisine muhabbetle yönelmişlerdi. Nitekim Allahü teala, Sad suresi 43. ayet-i kerimesinde mealen buyurdu ki: (Tarafımızdan bir rahmet, akıl sahipleri için bir ibret olmak üzere, Eyyub’a bütün ehlini ve onlarla beraber daha bir mislini bağışladık.) Altınlardan topladı Abdullah ibni Abbas diyor ki: “Resul-i ekreme, (Eyyub’a bütün ehlini ve onlarla beraber daha bir mislini bağışladık.) ayetinin manasını sordum. Buyurdu ki: - Ey İbni Abbas! Allahü teala, Eyyub’a hanımını verdi ve onu gençleştirdi. Yirmi altı oğlu dünyaya geldi. Hak teala, Eyyub’a bir melek gönderdi. Melek ona, belalara sabrettiği için Allahü tealanın selam ettiğini bildirdikten sonra, kendisine, “Harman yerine çıksın!” buyurduğunu söyledi. Bunun üzerine Eyyub harman yerine çıktı. Allahü teala, üzerine kızıl renkli bir bulut gönderdi. Eyyub’un üzerine altın çekirge yağdı. Eyyub [aleyhisselam] eteğini açıp bu altınlardan topladı.” Hazreti Eyyub’un hastalığı afiyet haline dönüşünce, o gece seher vaktinde bir ah eyledi. Sebebini sorduklarında buyurdu ki: - Her gece seher vaktinde; “Ey bizim hastamız nasılsın?” diye ses duyardım. Şimdi o vakit geldi ve; “Ey sıhhatli kulumuz, nasılsın?” sesini duymadım. Bunun için ağlıyorum. Yine Eyyub aleyhisselama, “Bu uzun hastalık müddeti içerisinde, sana en zor ne geldi?” diye sorduklarında; buyurdu ki: - Dost ve düşmanların serzenişi, her şeyden daha zordur. Her peygamber gibi Hazreti Eyyub’un da mucizeleri oldu. Bunlardan bazıları şöyledir: Eyyub aleyhisselamın kavmi çok fakirdi. Eyyub aleyhisselama gelip koyunlarının çoğalması için dua etmesini istediler. Hazreti Eyyub da dua etti. Koyunları çoğaldı ve kırktıkları yünler ibrişim haline geldi. Eyyub aleyhisselam kavminin hakimini imana davet ettiği vakit, o, “Evimin direksiz olarak durmasını sağlarsan iman ederim” dedi. Hazreti Eyyub da dua etti. Evin direkleri düşerek, ev direksiz olarak durdu. Hakim bunu gördüğü halde yine de iman etmedi. Onun maksadı iman etmek değildi. Zira o, Eyyub aleyhisselamın, bu isteğini yapamayıp, davasından vazgeçeceğini zannediyordu. Fakat Allahü tealanın her şeye gücünün yeteceğini hesaplamıyordu. Eyyub aleyhisselam ömrünün sonunda, en olgun evladı olan Havmel’i vasi tayin etti. Techiz ve tekfin hususlarını ona ısmarladı. Zülkifl lakabı ile bilinen Bişr adlı oğlunun peygamberliğinde ihtilaf olunmuştur. Hazreti Eyyub’un kabrinin, Şam’da Beseniyye denilen yerde olduğu bildirilmiştir. ŞUAYB ALEYHİSSELAM Nesebi ve gençliği Şuayb aleyhisselam, Medyen ve Eyke ahalisine gönderilen peygamberdir. Hazreti İbrahim veya Hazreti Salih’in neslinden olduğu; anne tarafından Hazreti Lut’un kızına ulaştığı ve Hazreti Eyyub’la da teyzeoğulları oldukları rivayet edilir. İsminin Arapçada Şuayb, Süryanicede ise Yesrub olduğu bildirilmiştir. İsmi ve nesebi şöyledir: Şuayb bin Mikail bin Yeşcur bin Medyen’dir. Şuayb aleyhisselam Arabi konuşurdu. Arabistan’da, Akabe Körfezi’nden Humus vadisine kadar uzanan Medyen bölgesinde doğup büyüyen Hazreti Şuayb, o kavmin asil bir ailesine mensuptu. Hatta; dedelerinden olan Medyen’in etrafında toplanan insanların kurduğu şehre, Medyen ismi verilmişti. Hazreti Şuayb’ın gençliği, Medyen kavminin arasında geçti. Bu bölge halkı sapıtıp azıtmış olduğundan; onların kötülüklerinden uzak yaşar, babasından kalan koyunları ile meşgul olur ve çok namaz kılardı. İnsanlara güzel huyları ve nasihatleri ile örnek oldu. Medyen halkı Medyenliler, atalarının doğru yolundan ayrılmışlar ve kötü yollara sapmışlardı. Bu sebeple, bir olan Allahü tealaya ibadet etmeyi bırakmışlar; kendi yaptıkları putlara, heykellere tapmaya başlamışlardı. Medyen’in kervan yolları üzerinde bulunması, bölge halkını ticarete yöneltmişti. Bu insanlar, yaptıkları alış verişte muhakkak hile yaparlardı. Yiyecek maddelerini alırlar, yer altına doldururlar, pahalanınca fahiş fiyatla satarlardı. Ölçü ve tartı için iki değişik ölçek kullanıyorlar, alırken büyük ölçekle alıyorlar, satarken küçük ölçekle veriyorlardı. O zamanlar, para, ya sayılarak adet olarak veya tartılarak işlem görürdü. Medyenliler, alış veriş yaptıkları şahıslardan parayı tartı ile alıyorlar, kenarından kırptıktan sonra sayı ile başkasına veriyorlardı. İnsanların yollarını keserler, onların mallarından belli bir kısmına el koyarlardı. Yol üstünde dururlar, bilhassa yabancı ve gariplerin mallarını çeşitli hilelere başvurarak ellerinden alırlardı. Sıhhatlerinin, boş vakitlerinin, yiyecek, içecek ve giyecekteki bolluk, fiyatlardaki ucuzluk ve emniyet içinde yaşamak gibi nimetlerin kıymetini bilip şükretmezler, ayrıca bütün bu nimetlere, nankörlük ederlerdi. Hazreti Şuayb’ın Peygamberliği Medyenliler böyle zulüm ve sapıklık içinde hayat sürerken, Allahü teala, onları doğru yola davet etmek için, Hazreti Şuayb’ı peygamber olarak gönderdi. Şuayb aleyhisselam, onlara, Allahü tealaya şirk koşmamalarını ve yalnız Ona ibadet etmelerini; alış verişte, ölçü ve tartıda haksızlıkta bulunmamalarını, ahiret gününe inanmalarını, yeryüzünde bozgunculuk yapmamalarını söyledi. Eğer sözlerini dinlemez ve Allahü tealanın emir ve yasaklarına riayet etmezlerse, dünyada ve ahirette acı azaplarla karşılaşacaklarını da haber verdi. Azgın Medyen ahalisi Hazreti Şuayb’ın sözlerini dinlemeyip, azıttıkça azıttı. Kabilesinin kuvvetli olduğunu ileri sürerek, Hazreti Şuayb’a kötülük yapmak istemediklerini söylediler. Fakat, ona inananları tehditten de hiç geri kalmadılar. Hazreti Şuayb, kavminin sıkıntı ve eziyetlerine rağmen, kavmini doğru yola davet etti. Hazreti Şuayb son derece düzgün ve etkili konuşurdu. Bu bakımdan peygamberlerin hatibi diye meşhur olmuştu. Onun böyle düzgün ve etkili konuşmasının ve son derece sabırlı davranmasının tesiri, az da olsa halk arasında kendini gösteriyordu. Hazreti İbrahim’e indirilen suhuflarda bildirilen hususları, yani Hanif dininin hükümlerini tebliğ eden Hazreti Şuayb’ın peygamberliği, Şam’a kadar duyulmuştu. Allah aşkı ile yanan nice gönül sahipleri, akın akın onu görmek ve bildirdiklerine imanla şereflenmek için Medyen’e geliyorlardı. Allahü tealanın, felaketlerine sebep olarak verdiği mal ve sıhhatleri sebebiyle kendilerini kuvvetli zanneden müşrikler, Şuayb aleyhisselama iman etmeye ve ziyaretiyle şereflenmeye gelenlere mani olmaya çalışıyorlardı. Hatta, içlerinde en doğru kimse olduğunda hiç şüphe etmedikleri Hazreti Şuayb’ı, yalancılıkla suçlayarak, iman etmek için gelenleri ondan uzaklaştırmaya çalışıyorlardı. Hazreti Şuayb’ı ve ona inananları, yurtlarından çıkarmakla da tehdit ettiler. Buna rağmen Şuayb aleyhisselam kavmine karşı bıkmadan tebliğine devam ediyordu. Kavmine dedi ki: - Ey kavmim! Allahü tealaya ibadet edin! Ondan başka ilahınız yoktur. Alış verişinizde, ölçü ve tartıda hile yapmayın! Ben sizin zenginlik ve refah içinde olduğunuzu, bu zenginlik ve bolluğa şükretmediğiniz takdirde, bu nimetlerin elinizden çıkacağını görüyorum. Bu hıyanetiniz sebebiyle, kıyamette cehennem azabının ve dünyada iken şiddetli bir azabın, sizi kuşatarak, hiçbirinizin kurtulamayacağından korkarım! Şuayb aleyhisselam; kavmini, “Ondan başka ilahınız yoktur!” buyurarak tevhide davet ettikten sonra, onları, en mühim hususiyetleri olan alış verişteki hileden vazgeçmeye davet etti. Sonra bu davet, ehemmiyet sırasına göre devam etti. Medyen halkının, ölçü ve tartıyı eksik ve hileli yapmak adetleri olduğu için, Şuayb aleyhisselam tevhidden sonra onlara; “Alış verişinizde ölçeği ve tartıyı noksan etmeyin!” buyurdu. Şuayb aleyhisselam bu kötü huylarını terketmezlerse, Allahü tealanın, ihsan ettiği rahat ve zenginliği onlardan alacağını anlattı. Allahü tealanın azabını kendilerine tebliğ etti. “Bu hıyanetiniz sebebiyle, kıyamette cehennem azabının sizi kuşatarak, hiçbirinizin kurtulamayacağından korkarım!” dedi. Şuayb aleyhisselam, sözlerine devam ederek mealen şöyle buyurdu: - Rabbiniz tarafından size açık mucize geldi. Artık ölçüyü, teraziyi tam tutun! Insanların haklarını yerine getirmekte noksanlık yapmayın! Peygamberler ve onlara tabi olanların vasıtasıyla ıslah olmuş olan yeryüzünü, küfür ve hilelerinizle fesada vermeyin! Eğer benim sözümü tasdik ederseniz, bu söylediklerim sizin için hayırlıdır! Hazreti Şuayb’ın davet esasları Şuayb aleyhisselam, kavmine, peygamberliğinin ve bildirdiklerinin doğruluğunu gösteren birçok mucize göstermiştir. Bu mucizeleri gördükleri halde iman etmemekte direnen kavmine, yine de imanı anlatmakta devam eden Şuayb aleyhisselam, “Artık ölçeği, teraziyi tam tutun!” diyerek, gördüğü en bariz kötü hallerini, diğer kötülüklerden daha önce nehye çalıştı. Az bir şey için eksik ve hileli tartarak hıyanet etmek, ahlaken de çok çirkin bir iştir. Bunun için Allahü teala, haram olduğunu bildirdi ve hiçbir özür bırakmadı. Böylece insanlara ölçü ve tartıyı tam yapmalarını emretti. Şuayb aleyhisselamın davet ettiği hususlar iki esasta toplanmaktadır: Birincisi, Allahü tealanın emirlerini büyük bilmek. Bu esasa, tevhid ve peygamberleri tasdik de dahil olmaktadır. İkincisi ise, Allahü tealanın yarattıklarına acımaktır. Buna, eksik ve hileli tartma ile fesat çıkarmayı terketmek, kisaca insanlara eziyeti bırakmak girmektedir. Herkese faydalı olmak ve yardım etmek zordur. Fakat, herkese kötülük yapmaktan geri durmak mümkün ve lazımdır. Şuayb aleyhisselamın bildirdiği bu hususlar Kur’an-ı kerimde mealen şöyle bildirilmektedir: (Ey kavmim! Ölçekte ve terazide adaleti yerine getirin! İnsanlara, hakkı olan şeyleri noksan vermeyin! Günah işlemek suretiyle yeryüzünde fesat çıkarıcı olmayın! Eğer mümin kimseler iseniz [yani benim söylediklerimi kabul edip, tasdik ediyorsanız], Allahü tealanın helalinden bıraktığı kar, sizin için [Ölçü ve tartıda hile yaparak elde ettiğiniz fazlalıktan] daha hayırlıdır. Ben sizin üzerinize bir muhafız değilim.) [Hud 85-86] Şuayb aleyhisselam böyle demekle, “Sizi kötü işlerden alıkoyacak gücüm yok ve yaptığınız kötü işlerden dolayı, ceza veremem. Yaptığınız kötülükler sebebiyle, üzerinizde bulunan nimetlerin elinizden çıkmasına da mani olamam. Ben ancak tebliğ edici, nasihat verici ve başınıza gelecekleri vadedilen azapla korkutucuyum!” demek istemiştir. Şuayb aleyhisselamın bu daveti karşısında kavmi yine iman etmemekte direndi ve çok namaz kılan Hazreti Şuayb’ı ibadet ederken gördükleri için, hakaret etmek niyetiyle bir saygı ifadesi bile kullanmadan dediler ki: - Ey Şuayb! Bizim babalarımızın ibadet ettiği putlardan ve kendi mallarımızdan dilediğimizi eksik ölçüp tartmamızdan vazgeçmemizi, sana namazın mı emretti? Şuayb aleyhisselam senelerce kavmini bıkmadan, usanmadan Allaha iman etmeye, ölçü ve tartıyı tam yapmaya, insanların hakkını tam vermeye davet etti. Ayrıca; yollara oturup insanları tehdit etmekten, eziyette bulunmaktan, Allahü tealaya iman edecek kimselere mani olmaktan, iman edecek veya iman etmiş olanları şüphe ve tereddüde düşürmekten, eğri yola gitmelerini istemekten men ederek, onlara demiştir ki: - Sizin sayınız ve malınız az iken, sizi mal ve evlat ile çoğaltan Allahü tealayı zikredin! Sizden önceki ümmetlerden bozgunculuk edenlerin akıbetlerinin ne olduğuna bakın ve ibret alın! Şuayb aleyhisselam, kavmine, Allahü tealanın onlar üzerindeki nimetlerini, geçmiş ümmetlerden iman etmeyenlerin başına gelenleri haber vererek, onları imana, taate, günahtan uzaklaşmaya teşvik etmesine karşılık, kavmi, iman etmemekte direndiler ve Şuayb aleyhisselamla alay etmek için dediler ki: - Halbuki biz seni rüşd ve hilm sahibi bir kişi olarak biliyorduk. Böyle iken sen atalarımızın dininden bizi nasıl uzaklaştırmaya çalışırsın? Şuayb aleyhisselam, kavminin cahil, inatçı ve alaylı sözleri karşısında şöyle cevap verdi: - Ey kavmim! İyice düşünüp bana cevap verin! Eğer ben, Rabbim tarafından ilim, hidayet, din ve nübüvvet ile gelmişsem veya Rabbim beni helal nimetler ile rızıklandırmış ise, yine hakkımda böyle isnatlarda bulunur musunuz? Ben, Allahü tealanın pek çok lütfuna kavuşmuş iken, Onun emrine karşı gelemem. Rabbimin emir ve yasaklarını size tebliğ etmekten de asla vazgeçmem. Siz benim bu halimi niçin anlamıyorsunuz? Halbuki, sizin yapmanızı bildirdiğim hususları, ben de yerine getiriyorum. Sizin sakınmanızı bildirdiğim kötülüklerden en evvel kendim kaçınıyorum. Ben, yapmanızı ve yapmamanızı istediğim hususları gücüm yettiği kadar tebliğ ederek, sizin ıslah olmanızı isterim. Benim söylediklerim, sizin faydanızadır. Size bildirdiklerimi zorla yaptıracak güçte değilim. Muvaffakiyetim Allahü tealanın yardımı iledir. Ben, yalnız Ona tevekkül edip, bütün işlerimde Ona güvendim ve Ona sığındım. Çünkü her şeye kadir olan Odur. Ben ancak Ona dönerim. Onun lütuf ve inayetine, yardımına güvenirim. Ey kavmim! Nuh kavminin suda boğulduğunu, Hud kavminin şiddetli rüzgarla savrulduğunu, Salih kavminin bir sayha, bir zelzele ile helak edildiğini bilmiyor musunuz? Bana olan düşmanlık ve muhalefetiniz, böyle bir belaya uğramanıza sebep olmasın! Ey kavmim! Lut kavminin başlarına gelenleri, zaman ve mekan bakımından yakınlığınız sebebiyle bilirsiniz. Onların başına gelenleri düşünüp, küfür ve isyandan vazgeçmeniz lazım gelmez mi? Ey kavmim, artık uyanın! Rabbinizden magfiret dileyin! Ona iman edin! Sonra tövbe ederek günahlarınızın affedilmesi için yalvarın! Başka şeylere tapınmaktan vazgeçip, yalnız Ona ibadet edin! Önceden yaptığınız günahlardan da pişman olup af dileyin! Şüphesiz ki, benim Rabbim çok merhametlidir. Tövbe edenlere merhamet ve inayeti pek çoktur. Fakat azgın Medyen halkı söz dinlemedi. Şirretliklerini gittikçe artırıp, ona dediler ki: - Ey Şuayb! Söylediklerinden birçoğunu iyice anlayamıyoruz. Bunu alay maksadıyla söylüyorlardı. Çünkü Şuayb aleyhisselam iyi bir hatip idi. Açık ve net konuşurdu. Anlaşılmayacak hiçbir şey bırakmazdı. Kavmine, kendi dillerinde açık bir lisanla nasihat veriyordu. Kavminin insanları, Şuayb aleyhisselama düşmanlıklarından dolayı, onun açık ve net anlattığı şeyleri bile anlamadıklarını söylüyorlardı. Böylece; “Senin peygamberliğin ve Allahü tealanın birliği hakkında söylediklerinin doğruluğu bizce meçhuldür” demek istiyorlardı. Hatta diyorlardı ki: - Şüphe yok ki, biz seni aramızda cidden zayıf görüyoruz. Eğer senin aşiretin olmasaydı, elbette seni taşlayarak öldürürdük. Sen bize karşı bir izzet ve üstünlük sahibi değilsin. Üstelik sen, bizim sana yapacaklarımıza karşı koyacak güç ve kuvvete de sahip değilsin. Ama biz, akrabalarının hatırı için, sana bir şey yapamıyoruz. Şuayb aleyhisselam; onlardan korkmadığını, kavminden gelebilecek bir kötülüğe mukabelede bulunmaktan çekinmeyeceğini, zillete sebep olan azabın kimlere geleceğinin ve kimlerin yalancı olduğunun yakında anlaşılacağını açıkça söyleyerek buyurdu ki: - Ey kavmim! İlmiyle, kudretiyle bütün yaratılmışları kuşatmış olan Rabbimi ve peygamberi olarak benim de Onun himayesinde bulunduğumu düşünmüyor da, aciz birer yaratık olan akrabalarımın hatırı için bana saldırmadığınızı söylüyorsunuz. Halbuki sizin yaptığınız işleri, ilmiyle çepeçevre kuşatmış olan Allahü tealayı hiçe sayıp unuttunuz. Ona ortak koşup, peygamberlerine ihanette bulundunuz. Onu, haşa, unutulmuş, arka tarafa atılmış bir şey gibi telakki ettiniz. Böyle kafirane bir kanaatte bulunmuş olduğunuzun farkında değilsiniz. Ey kavmim! Bütün kuvvetinizle dilediğinizi yapın! Ben de vazifemi yapıcıyım. Yakında Allahü tealadan azap gelince, kim zelil ve rüsva olur, yalancı kimdir, bileceksiniz. Şimdi azaba hazır olun! Ben de sizinle beraber, sizin azabınızı gözeticiyim. Hazreti Şuayb’ın, onların tehditlerine aldırış etmeyerek, herkese Allahü tealanın dinini anlatmaya çalışması karşısında, müşrikler; azgınlıklarına ziya desiyle devam ettiler. Allahü tealaya iman edenleri korkutarak, inançlarından vazgeçirmeye çalıştılar. İnanmak için gelenlere, Hazreti Şuayb’ı kötülediler. Kavminin ileri gelenlerini, Hazreti Şuayb’a tabi olmaması için tehdit ederek dediler ki: - Şuayb’a uyarsanız, o takdirde muhakkak en büyük zarara uğramış kimseler olacaksınız! Fahreddin-i Razi hazretleri buyurdu ki: - Allahü teala, Medyen ahalisinin Şuayb aleyhisselamı yalanlayarak düştükleri sapıklığın büyüklüğünü bildirdi. Sonra, onların kendileri saptıkları gibi, başkalarını da saptırdıklarını beyan etti. Şuayb aleyhisselama uyanları kınadıklarını açıkladı. Medyen halkı dünyada ölçü ve tartıda hile yapmak suretiyle sapıklıkta son noktaya geldiler. Bu sebeple azaba, felakete uğramaya müstahak oldular. Bu kavmin insanları, puta tapmak esasına dayanan dinlerini ve insanların aldatılmasıyla elde ettikleri kötü kazançlarını terk etmeyi, büyük bir zarar zannediyorlar, başkalarını da böyle bir duruma düşmekten men ediyorlardı. Şuayb aleyhisselam kavmini davetten geri durmuyor, onlara nasihati hiç bırakmıyordu. Kavmi, iman etmedikleri gibi, imana gelenlere de mani oluyordu. Bu duruma çok üzülen Şuayb aleyhisselam onlara şöyle diyordu: - İman etmek için gelenlerin yolları üzerine oturup, onları eziyet tehdidi ile korkutarak, Allahü tealaya iman etmelerine mani olmayın! Eğri yola gitmelerini talep etmeyin! Sizin sayınız ve malınız az iken, sizi mal ve evlat ile çoğaltan Allahü tealayı zikredin! Sizden önceki ümmetlerden bozgunculuk edenlerin akıbetlerinin ne olduğuna, Allahü tealanın onları nasıl helak ettiğine bakın ve ibret alın! Eğer içinizden bir kısmı benimle gönderilen şeye iman eder ve bir kısmınız inkar ederse, Allahü teala aramızda hakkı ortaya çıkarmak için, batıl yolda olanları helak etmek suretiyle hükmedinceye kadar sabredin! O, hakimlerin en hayırlısıdır. Şuayb aleyhisselam sözleri ile kafirlere gelecek azabı bildirmiş ve müminlerin de sabretmesini istemiştir. Kafirler, Hazreti Şuayb’ın bu güzel nasihatlerini yine dinlememişler; kibirlenerek bildirdiklerine inanmayı hakaret saymışlar; kendi dinlerine uymadıkları takdirde, Hazreti Şuayb’ı ve ümmetini memleketlerinden kovacakları tehdidini savurmuşlardı. Hazreti Şuayb’ın kavmi, iman etmeyi kibirlerine yediremeyen reisleri aracılığıyla dediler ki: - Ey Şuayb! Seni ve sana iman edenleri, seninle beraber beldemizden çıkarırız veyahut kat’i surette bizim milletimize dönersiniz. Şuayb aleyhisselam şöyle cevap verdi: - Kerih gördüğümüz dine nasıl döneriz? Muhakkak ki, Allahü teala bizi hak dinle şereflendirip, batıl dininizden kurtardıktan sonra, sizin milletinize dönersek, Allahü tealaya yalan yere iftira etmiş oluruz. Dininize dönmek bize mümkün olmaz. Rabbimizin ilmi her şeyi ihata etmiş, kuşatmıştır. Bizi imanda sabit kılması, yakine ulaştırması hususunda ancak Allahü tealaya tam tevekkül ettik. Ya Rabbi, bizimle kavmimiz arasında hak ile hüküm ver! Sen hükmedicilerin hayırlısısın! Tefsir alimlerinin bildirdiklerine göre, Hazreti Şuayb’ın bu hususları söylemekten kasdı şuydu: O sapık dine dönüldüğü takdirde, Allahü tealanın ortağı ve benzeri olduğunu iddia etmiş olmak lazım gelir. Allahü tealanın dininin hak din olmayıp batıl olduğuna ve o müşriklerin dinlerinin de, hakka yakın olduğuna inanmış olmak icap eder. Bu ise, en büyük yalan, muazzam bir iftiradır. Hakiki olan İslam dini terkedilip de batıla nasıl itikad edilir? Şuayb aleyhisselam, kavminin iman etmesinden ümidini kesince, Allahü tealaya dua etti. Hazreti Şuayb’ın duası, Kur’an-ı kerimde şöyle bildirilmektedir: (Ya Rabbi, bizimle kavmimiz arasında hak ile hüküm ver! Sen hükmedicilerin hayırlısısın...) [A’raf 89] Şuayb aleyhisselam bu sözlerini, Allahü tealaya tevekkül ve kavmine azab-ı ilahi gelmesi için beddua ile bitirdi. Medyen halkının helaki Hazreti Şuayb’ın kavmi olan Medyen ahalisi, Hazreti Şuayb’a ve ona inananlara karşı düşmanlıklarını çoğalttılar. Şuayb aleyhisselamı ve ona tabi olanları öldürmeyi düşündüler. Onlar, zihinlerindeki kötülükleri fiiliyata dökmek için çalışırlarken, Hazreti Şuayb’ın duasından sonra Cebrail’in sayhası ve bir zelzele, onları hakir ve zelil kıldı. Hepsi yok oldular. Sanki onlar, o beldede yaşamamışlardı. Şuayb aleyhisselam ve ona iman edenler, kötülüklerden korundukları gibi, onların maruz kaldığı azaptan da kurtarılarak saadete erdirildiler. Allahü teala, bu azgın kavmin helak oluşunu Kur’an-ı kerimde mealen şöyle beyan buyurmaktadır: [Cebrail aleyhisselamın] sayhasıyla, onları zelzele alıp, evlerinde yüzleri üzerine düşerek helak oldular.) [A’raf 91] (Azap emrimiz gelince, Şuayb’a ve onunla olan müminlere rahmetimizle necat verdik ve küfürle nefslerine zulmedenleri Cebrail’in (aleyhisselam) sayhası yakalayıp, evlerinde helak oldular. Sanki onlar, orada ikamet etmemiş, yaşamamışlardı. Semud kavmi, rahmet-i İlahiyeden nasıl uzaklaştırıldıysa, Medyen kavmine de öylece bir uzaklık verildi.) [Hud 94-95] Medyen ahalisi, böylece Hazreti Salih’in peygamber olarak gönderildiği Semud kavmine gelen azabın bir benzeri ile cezalandırılmıştır. Yalnız Semud kavmini altlarından, Medyen ahalisini ise üstlerinden gelen bir sayha helak etmiştir. Kavminin durumunu gören Hazreti Şuayb, onların iman etmeyerek buhale düşmelerine üzüldü. Sonra kendisini teselli etti. Bu husus Kur’an-ı kerimde mealen şöyle bildirildi: (“Ey kavmim! Ben, Rabbimin gönderdiklerini size tebliğ ettim ve sizin için nasihatte bulundum. Artık ben kafir olan bir kavme karşı nasıl fazlaca mahzun olurum?” dedi.) [A’raf 93] Elbette Medyen halkı, kendisinin bildirdikleri Allahü tealanın emir ve yasaklarına inanmamakla azaba müstahak olmuşlar ve küfürde ısrarlarının karşılığını görmüşlerdir. Eyke halkı Şuayb aleyhisselam, kavminin helakinden sonra Medyen’e yakın; yeşillik, ağaçlık ve bolluk içinde bir şehir olan Eyke’deki insanlara, doğru yolu göstermekle vazifelendirildi. Eyke halkı, Medyen ahalisinin bütün hususiyetlerini taşıyordu. Her türlü azgınlık ve kötülük onlarda da vardı. Onlar da bolluk içindeydiler. Teraziyi onlar da doğru kullanmazlar, ölçüde hile yaparlardı. Alış verişlerinde karşı taraftakine muhakkak zarar vermeye, onu aldatmaya çalışırlardı. Alırken ucuz ve fazla fazla alırlar, satarken pahalı ve eksik verirlerdi. Yurtlarının, ticaret yolları üzerinde bulunmasından istifade ederek, yolcuları soyarlardı. Hepsinden kötüsü; puta taparlar, Allahü tealanın peygamberine iman etmek için gelenleri, niyetlerinden vazgeçirmek için Hazreti Şuayb’a yalancı derlerdi. İstekleri olmazsa, tehditte bulunup eziyet yaparlardı. Başkalarının geçeceği yerlerde dururlar ve insanlara sıkıntı verirlerdi. Aslında Medyen halkı çoğalıp, şehirlerine sığmaz olunca, bir kısmı oradan ayrılıp Eyke’ye yerleşmişler, orayı imar edip, yurt edinmişlerdi. Medyen ahalisinin küfürde inat ederek helake uğramasından sonra, Şuayb aleyhisselam, Eyke halkını hak yola davet ederek dedi ki: - Allahü tealadan korkmaz mısınız ki, Ona isyan edersiniz? Ben sizin için emin bir peygamberim. Allahü tealadan korkun! Yasakları terk edip bana itaat edin! Ben sizden bir ücret de istemiyorum. Benim ücretim alemlerin Rabbindendir. Kileyi, ölçeği tam ölçün, eksik tartarak insanların haklarına zarar verenlerden olmayın! Doğru terazi ile tartın! Yeryüzünde adam öldürmek, zina etmek ve yol kesmek suretiyle bozgunculuk yapmayın! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Allahü tealanın azabından korkun! Eykeliler, bugün bile ticaret hayatında geçerli olan ve herkesin uyması gereken, en azından toplumların sosyal yapılarının temelini oluşturan bu nasihatlere kulak asmadılar, iman etmediler ve karşı çıktılar. Hatta Hazreti Şuayb’a dediler ki: - Sen defalarca sihre uğramış olanlardansın. Sen ancak bizim gibi bir insansın. Biz senin davanda yalancılardan olduğunu zannediyoruz. Eğer davanda sadık isen, üzerimize gökten bir parça azap düşür. Şuayb aleyhisselam, kavminin iman etmesinden ümidini kesince, Allahü tealaya dua etti. Bu duadan sonra, aniden Allahü tealanın emriyle sıcak rüzgarlar esti. İnsanlar evlerine kaçtılar. Fakat sıcak rüzgarların şiddetini artırması üzerine, kafirler çaresiz kaldılar. Belki serinleriz ümidiyle insanlar akarsu bulunan yeşillik ve gölgelik yerlere koşuştular. Fakat günden güne artan hararet, akarsuları kaynatırcasına ısıtmaya; kızgın bir hale gelmiş olan taş ve toprak, insanların ayaklarını yakmaya başladı. Yüzleri rüzgarın tesirinden kıpkırmızı oldu. Fakat kafirler yine de küfürlerinde ısrar ettiler. Böylece ebedi felakete uğradılar. İnananlar ayrı yere çekilip, kafirlerin bu halini ibretle seyrettiler. Cebrail aleyhisselam bir bulut getirip şehrin dışında tuttu. Bulut sanki güneşi kaplamış, serinlik veriyor gibi idi. Kafirler bunu görünce, ötekilere de haber verip bulutun altına koşuştular. “Bir serinlik bulduk, altında gölgeleniriz!” diyorlardı. Çünkü sıcaktan iyice bunalmışlardı. Hep birlikte orada toplanınca; “Ey Eykeliler! Peygamberinizi yalanladığınız gibi, Rabbinizin acı azabını da tadın! Önünde secde ettiğiniz putlarınıza söyleyin, eğer güçleri yeterse sizi kurtarsınlar!” diye nida gelip, kafirlerin üstüne ateş ve kıvılcımlar yağmaya başladı. Bütün kafirler ve onlara ait şeyler, ağaçlar, taşlar bile yandı. İhtiyarlık ve acizlik sebebiyle bulutun altına gelemeyen kafirler, hararetin sıkıntısıyla bir miktar da olsa, serinlemek için evlerine kapandılar. Fakat onlar da Cebrail aleyhisselamın sayhasıyla helak oldular. Sanki orada yaşamamışlar gibi onlardan da bir eser kalmadı. Hazreti Şuayb’ın hususiyetleri Peygamberlerin hepsi, Allahü tealanın emirlerini ve yasaklarını bildirirken, aynı usulü kullanmışlardır. Bu usulde peygamberler, insanlara takvayı, Allahü tealanın emirlerine itaatı, ibadetleri ihlas ile yapmayı emretmişler; davetleri hususunda onlardan bir ücret talep etmemişler, ecirlerinin Allahü tealanın katında olduğunu bildirmişlerdir. Medyen halkı ile eshab-ı Eyke’nin peygamberlerini yalanlamaları ve inkarda aşırı gitmeleri üzerine, Şuayb aleyhisselam onların helak olmaları için dua etti ve Medyen ve eshab-ı Eyke helak oldu. Şuayb aleyhisselamın peygamber olduğu kavimlerden Medyen halkı Cebrail aleyhisselamın sayhası ve zelzele ile, eshab-ı Eyke de gölge ile helak oldu. Şuayb aleyhisselam, kavminin helak olmasından sonra, tekrar Medyen’de yerleşti. İnananlardan birinin kızı ile evlendi. İki kızı oldu. Kızlar büyüdü. Kızlarından biri Hazret-i Musa aleyhisselam ile evlendi. Kendisi iyice yaşlandı. Bir müddet sonra Mekke-i mükerremeye gidip, oraya yerleşti. Daha sonra orada vafat edip, Zemzem kuyusu ile Makam-ı İbrahim arasında, Kabe’nin altınoluk tarafına defnedildi. Her peygamber gibi Şuayb aleyhisselamın da kendisine mahsus bazı hususiyetleri vardı. Bunlardan biri, insanları kırmadan, tatlı ve güzel bir lisanla onlara emr-i maruf yapmasıdır. Nitekim Resulullah efendimiz, güzel konuşmasından dolayı, ondan; Hatib-ül-Enbiya diye bahsetmiştir. Şuayb aleyhisselamın bir başka özelliği de, çok namaz kılıp, Allah korkusundan pek fazla ağlamasıdır. Allah korkusundan ve Onun rızasını kazanabilmek düşüncesinden o hale geldi ki, ağlamaktan neredeyse gözleri görmez hale gelecekti. Şuayb aleyhisselamın hususiyetlerinden biri de, alış verişte Allahü tealanın emir ve yasaklarına titizlikle uyması idi. Bu sebeple, başkalarının haklarının kendi üzerinde kalmamasına çok dikkat eder ve azami gayreti gösterirdi. Halbuki onun kavmi terazi ve ölçüde hile yapmadan duramazlardı. Zamanın geçer akçesi olan altın ve gümüş paraların kenarlarından kırparlar, alış veriş yaptıkları kimselere muhakkak zarar verirlerdi. Hazreti Şuayb’ın mucizeleri Her peygamber gibi Şuayb aleyhisselam da peygamberliğini ispatlamak ve sözünün doğru olduğunu göstermek için mucizeler izhar etti. Bunlar karşısında, inananların imanı kuvvetlendiği gibi, bazı inanmayan kimseler de imana geldiler. İnatçı kafirler ise, onu, sihirbazlıkla itham ettiler. Hazreti Şuayb’ın mucizelerinden bazıları şunlardır: Birgün kavmi, Hazreti Şuayb’a dediler ki: - Gerçekten peygamber isen siyah olarak doğmuş olan kuzularımızı beyaz hale getir! Şuayb aleyhisselam dua edince, duası kabul olunup; “Ya Hayy, ya Kayyum, ya Rahman, ya Samed, ya Sebbuh” ism-i şerifleri ile dua etmesi emredildi. Hazreti Şuayb böyle dua edince, kuzuların hepsi beyaz oldu. Yine bir defasında kavmi, Hazreti Şuayb’a gelip dediler ki: - Hak peygamber isen dua et de, şu dağlar ve taşlar kalkıp, yerleri dümdüz ovalık olsun! Şuayb aleyhisselam dua edince, cenab-ı Hak kabul buyurup, elini dağ ve taşlar üzerine koymasını emreyledi. Elini koyduğu her taş, toprak oldu. Oradaki dağ ve taşlardan eser kalmayıp, kavminin istediği gibi bir ova meydana geldi. Şuayb aleyhisselam, peygamber olduğunu Allahü tealanın emriyle açıklayınca; kavmi, koyun sahibi olmayan Hazreti Şuayb’ın, kendilerinin koyunlarını ellerinden almak için böyle bir yola başvurduğunu iddia ettiler. Şuayb aleyhisselam bunu duyunca, üzüldü. Kendisine koyun ihsan eylemesi için Allahü tealaya dua etti. Orada bulunan taşlara eliyle işaret etmesi emrolundu. Hazreti Şuayb emredildiği şekilde taşlara işaret edince, o anda hepsi koyun oldu. Hazreti Şuayb’ın koyunları, kavminin koyunlarının birkaç misli fazla oldu. Şuayb aleyhisselam, bir defasında bir yerde bulunan taşların etrafında döndü. O taşlar bakır oldu. Bakırları işleten insanlar çok zengin oldular. Hazreti Şuayb’ın kavminin bulunduğu yerde büyük kum tepeleri vardı. İnsanlar onlardan çok sıkıntı çekiyorlardı. Hazreti Şuayb’dan bu kum tepelerini kaldırmasını istediler. Şuayb aleyhisselam da dua etti. Sonra eliyle işaret edince, Allahü tealanın izniyle tepeler, uçan kuşlar gibi kalkıp, kimsenin rahatsız olmayacağı bir yere kondular. Şuayb aleyhisselam bir dağa çıkacağı zaman, dağ küçülür; adeta bir deve gibi çökerdi. Şuayb aleyhisselam istediği yere çıkınca, yine eski halini alırdı. Hazreti Şuayb’ın mucizelerinden biri de doğru yoldan sapmış olan Eykelilerin, “Eğer peygamber isen, bizim üstümüze gökten bir parça düşür!” demeleri ve Hazreti Şuayb’ın bu hali Allahü tealaya arz etmesi üzerine, gökten azap inmesidir. Önce sıcaklık artmış, daha sonra da serin bir bulut görünmüştü. İnsanlar, bulutun altına toplanınca, üzerlerine ateş yağarak hepsi helak oldular. Onların halini seyreden müminler ise hiç rahatsız olmadılar. Halbuki onlarla aralarındaki mesafe fazla değildi ve onları seyrediyorlardı. Hazreti Şuayb’ın peygamberliğine inanmayan Eyke halkı, ondan mucize istediler. Şuayb aleyhisselam da çevredeki putlara hitap edip dedi ki: - Rabbiniz kimdir? Ben kimim? Söyleyin! Taş ve ağaçtan yapılmış, cansız birer mahluk olan putlar, dile gelip dediler ki: - Rabbimiz ve yaratıcımız Allahü tealadır. Ya Şuayb! Sen ise Allahü tealanın peygamberisin! Bu sözleri söyleyen putların hepsi, yerlere düşüp paramparça oldular. Bu sırada şiddetli bir rüzgar esti. Kafirler kaçıp evlerine saklandı. Birçok kimse, bu mucizeler karşısında imanla şereflenip, Müslüman oldu. İnanmayanlar, azgınlıklarını daha da artırdılar. İnananlara eziyet etmeye kalkıştılar. |
Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 03:01. |
Powered by vBulletin® Version 3.8.5
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
HavasOkulu.Com