Havas Okulu - Tekil Mesaj gösterimi - Fil Suresi Açıklamalı Tefsiri
Tekil Mesaj gösterimi
  #3  
Alt 02.07.18, 11:32
Havasokulu Havasokulu isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Daimi Üye
 
Üyelik tarihi: 28.04.15
Bulunduğu yer: Nefes Aldığım Yerde
Mesajlar: 15,056
Etiketlendiği Mesaj: 884 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

Abduh, bu sûrenin tefsirinde evvela diyor ki: Bu güzel sûre bize şunu öğretiyor: "Allah sübhanehu Peygamberine ve onun peygamberliğinin ulaşacağı kimselere kudretinin büyüklüğünü ve her kudretin onun önünde ve onun saltanatına boyun eğdiğini ve onun kulları üzerinde hükmedici olup onları ondan hiç bir üstünlüğün men edemiyeceğini ve hiç bir kuvvetin ona karşı gelemeyeceğini anlatan işlerden bir büyük işini hatırlatmak, düşündürmek istiyor. O büyük iş de şudur: Bir kavim, fillerine güvenerek Allah'ın bazı kullarının emirlerine üstün gelmek ve kendilerine şer ve eza eriştirmek istemişlerdir. Allah Teâlâ o kavmi yok ederek, hilelerini red, tedbirlerini ibtal ediverdi. Hem sayılarının, hem hazırlıklarının çokluğuna güvenirlerken, onlar, kendilerine hiç bir fayda vermedi. İşte bu âyetlerden bu mânâ ile yetinip de bunun üzerine ona bir tafsilat ilave etmesek mümkün olurdu ve bu kadarı ibret ve vaaz için kâfi gelirdi. Nitekim "Uhdud Ashabı"nda bu kadarla yetinmiştik."

Hakikatte Abduh bu kadarla yetinmiş olsaydı çok iyi yapmış olur ve tefsirin hakkını vermese de, hiç olmazsa, yanıltmaya sebep olmamış ve bu büyük işi küçültmeğe gitmemiş olurdu. Fakat bu kadarla da yetinmeyip diyor ki: "Lakin bu sûrede bizim için tafsilata girmek caizdir. Çünkü fil olayı bu âyetlerde varid olduğu gibi, haddi zatında bilinen ve rivayeti mütevatirdir. Hatta onu tarih başlangıcı edinmişlerdi. Onunla olayların vakitlerini sınırlıyorlardı. Fil yılında doğdu, fil yılından iki sene sonra şöyle oldu, diyorlardı. Ve daha bunun gibi..."

Yukarıda arzettiğimiz vechile fil vakası hakkında bu söz de doğrudur. Ancak Abduh'un bu ifadesinden sanki tevatür olmasaymış, tefsirde tevatür derecesine varmayan sahih rivayetlerle genişçe anlatım caiz olmazmış ve sanki kendisinin vereceği tafsilat hep mütevatirmiş gibi bir mânâ da çıkıyor ki, bunun ikisi de doğru değildir. Zira iman ve itikat farz olmak için tevatür şart ise de, itikadın sıhhati ve amelin vücubu için tevatür şart olmayıp, sahih senet ile sabit olan haberler, ahad haber dahi olsa yeterli delil olabileceği; gerek ibret ve nasihat ve ahlâkî fazilet ve gerek pek çok tarihi olaylarda olduğu gibi yalnız bilgi kabilinden olan hususlarda sıhhati tam ve sabit olmasa bile yalan ve uydurma, mevzu olduğu sabit olmayan zayıf rivayetler dahi fikirleri aydınlatmak için zikir edilmek ve genişçe anlatılmak caiz ve sırf şahsi olan mütalaalardan daha iyi ve daha faydalı olduğu hakkında ittifak vardır. İkincisi göreceğimiz vechile Abduh yaptığı açıklamada mütevatirle kalmamış, tevatüre karşı zayıf ve şahsi görüşü ile delil getirmeye kalkışmıştır. Mütevatir olan kısmı şöyle özetliyor:

"Bu olayda mütevatir olan şudur: Yemen'e galip gelmiş olanlardan Habeş'li bir komutan şerefli Kâbe'ye tecavüz ve Araplar'ı ona hacdan menetmek için, yahut kahretmek ve zelil kılmak için Kâbe'yi yıkmak istemişti. Bunun için bir hazırlıklı ordu, yani çok kalabalık bir ordu ile Mekke'ye yöneldi. Fazlasıyla korkutmak ve kalblere korku ve dehşet doldurmak için beraberinde bir fil veya birçok filleri de yanına aldı. Önüne geleni mağlub ederek durmaksızın yürüdü ta Mekke'nin yakınında Mugammes'e kadar ulaştı. Sonra Mekkelilerle harbetmek için gelmeyip ancak Kâbe'yi yıkmak için geldiğini haber vermek üzere elçi gönderdi. Bunun üzerine ondan korktular, dağların tepelerine kaçtılar, ne yapacağına bakıyorlar".

Ne Ebrehe'nin, ne de Abdülmuttalip hazretlerinin isimlerini bile kâle almayan bu ifade eksik olmakla beraber doğrudur ve mütevatirdir. Lakin bu mütevatir cümlesinden göstererek ilave ettiği şu fıkralara gelince ki:

"İkinci gün ise Habeş askeri içinde çiçek hastalığı ve kızamık yayılıverdi", diyor. Buna mütevatir demek ise yalan olmuştur. Gerçi hadise ikinci gün olmuştur. Fakat bu telakki, bu ifade şekli Abduh'un sırf kendi koymasıdır. Gerek hitaplarda, gerek dillerde mütavatir olan ancak Kur'ân'ın beyan ettiği vechile kuşlarla taşlanarak helâk olduklarıdır. Abduh, Allah Teâlâ'nın kudretinin büyüklüğüne delâlet etmek üzere zikretmiş olduğunu söylediği ve büyük işlerden bir iş diye vasıflandırdığı büyük işin mütevatir olduğu vechile bir olağanüstü iş olduğunu nedense söylemek istememiş, kil taşından yuvalar yapan kırlangıçlara benzer birtakım kuşlara fındık, nohut, mercimek kadar ve kuzuları, tavşanları, yılanları ve diğerlerini pençelerine takıp takıp veya gagalarına alıp alıp göğe kaldıran kara kuşlara, kartallara, leyleklere benzer bir takım kuşlara da insan kafaları kadar ve daha büyük ve daha küçük taşlar attırabilecek hiçbir kudret güya yokmuş, güya gökten taş yağdığı görülmemiş gibi bir zanna düşürecek tarzda bir te'vile sapmayı, o büyük işi adi gibi göstermeyi bir fevkaladelik saymıştır. Abduh'un bunu burada tevatür sözleri arasında bir hile olarak uydurmuş olduğu şu sözleriyle de sabittir: Zira buna delil olarak şöyle diyor:

"İkrime demiştir ki, bu Arap beldelerinde ilk ortaya çıkan çiçek hastalığıdır. Yakub b. Utbe de verdiği haberde demiştir ki: Arap beldelerinde kızamığın ve çiçek hastalığının ilk görüldüğü o senedir."

Görülüyor ki Abduh ikinci günü Habeş ordusunda çiçek ve kızamık hastalığı yayıldı, lakırtısını bu iki sözden istidlal ve istihrac etmek suretiyle kendi fikrinden söylemiştir. Halbuki yukarda görüldüğü vechile evvela: Bunlar mütevatir değil, rivayetler içinde zayıf birer haberdirler, gösterilmek istenildiği gibi birbirlerini te'yid edecek şekilde rivayet edilmiş de değillerdir. İkinci olarak: Abduh bunları da rivayet olunduğu gibi söylememiş, her birinin muradını izah eden canlı fıkralarını kaldırıp birbirine uydurarak nakletmiştir. Gördük ki İkrime kuşları ve attıkları taşları söylemekle beraber, o taşlar kime isabet ettiyse çiçek hastalığı çıkarttığını ve bunun ilk görülen çiçek kastalığı olduğunu, söylemiştir. İkinci günü taşlar atılır atılmaz çiçek hastalığının ortaya çıkıp yayılıvermesi ise ayrıca bir garipliktir. Bunu söylemek başka, sadece orduda çiçek hastalığı salgın oluverdi, demek yine başkadır. Zira böyle salgının ortaya çıkması için mikropların hayli gün önce faaliyete geçmiş bulunması lazımdır.

Bir de İkrime, kızamıktan bahsetmemiştir. Hasbe yani kızamık Yakub b. Utbe'nin sözünde var. O da bunu: "Arap toprağında çiçek hastalığı ve kızamığın ilk görüldüğü o sene ve mirar-ı şecer (acı ağac), harmel (üzerlik otu), hanzal (Ebu Cehil karpuzu), uşerin ilk görüldüğü de o senedir, diye haber verildiğini söylemiştir. Bu ise fil vak'asından çok, fil senesinde ilk görülen hadiseleri anlatmış olmuyor mu? Üzerlik ve ebu cehil karpuzu gibi pis yerlerde çıkan zehirli ağaçlar Habeş ordusunun kırıldığı anda çıkıvermiş olmayıp o sene zarfında laşelerinin yerlerinde çıkmış olacağı gibi, bu karine (ipucu) ile çiçek ve kızamığın da bu kabilden olarak ikinci derecede hadiseler olduğunu anlamak gerekmez mi? Haydi çiçek hastalığı bu iki munkatı haberin müşterek (ortak) değeri göründüğü için bu noktada birbirini tefsir ediyor denilsin ve bu değerlendirme ile İkrime'nin sözü tefsir bakımından öbürüne tercih edilsin. O halde onun taşını kaldırıp, berikinin kızamığını onun yerine koymak nereden doğdu? Yoksa "hasbe" kelimesinin kızamıktan başka çakıl mânâsına da gelmesinden de bir mânâ çıkarılmak mı istenildi? Her ne de olsa mütevatirin yanında İkrime ve Yakub'dan ileri gitmiyen bu zayıf ve munkatı bir rivayetten zorlamacasına çıkarılan böyle bir mütalaanın bu şekilde bir hile ile konulması ile araya sokulup da mütevatir diye gösterilmesi ve özellikle mütevatirden başkasıyla tefsirin tafsilini caiz değil gibi kabul ettirmek isteyen başlangıçtan sonra böyle yapılması Abduh'un keskin dilini ve kalemini kirleten büyük bir hata olmuştur. Sonra da bunlara şunu ekliyor: "Ve bu veba onların cisimlerini öyle yaptı ki eşinin vuku bulması nadir olur. Etleri dağılıp düşüyordu. Ordu ve sahibi bundan son derece korktu, dönüp kaçtılar. O Habeşli de isabet aldı. Etleri devamlı olarak parça parça, parmak ucu kadar düşüyordu. Sonunda bağrı çatladı ve San'a'da öldü.

Burada veba tabir etmiş. Veba, taun, kolera demek ise de taun gibi umumi salgın, bela mânâsına kullanmış olacak. Fakat şüpheye davet edici olduğu için yerinde değildir. Bu veba tabiri, rivayetlerin hiç birinde yoktur. "Eşinin vukuu nadir olur." sözü de kendi ifadesidir. Bununla olayın normal çiçek hastalığı veya veba olmadığını söylemiş oluyor. Doğrusu bunun bütünüyle eşi görülmemiştir. Bir de rivayetlerde askerin etlerinin dağılıp düşmesi yoktur. Taşların tepelerinden inip arkalarından çıkmaya başladığı ve geldikleri yoldan kaçmak için yol aradıkları ve her yolda dökülüp düştükleri ve her durakta helak oldukları vardır.

Ancak Habeşli dediği Ebrehe hakkında söylediği gibi cesedinden isabet almış olup San'a'ya varıncaya kadar eti devamlı olarak parça parça parmak parmak düşe düşe bir kuş civcivi gibi kaldığı ve nihayet kalbi parçalanıncaya kadar ölmediği zikredilmiştir. Bunun ise gayet şiddetli bir çiçek hastalığı olması mümkün olduğu gibi, bir frengi veya eşi görülmedik bir hastalık olması da mümkündür. Bunun arkasından Abduh bir de şöyle diyor:

"İşte bu, rivayetlerin üzerinde ittifak ettiğidir ve bu itikad sahih olur." "İşte bu" dediği sözün gelişine göre yukardan beri buraya kadar verdiği tafsilatın hepsi demek oluyor ki, hiç doğru değildir. Bununla Abduh araya sıkıştırdığı çiçek ve kızamık lakırtısını da bütün rivayetlerde üzerinde ittifak olunmuş gibi göstermiş ve mütevatir olan kuş ve taş fıkraları kâle alınmaksızın bütün olayın, eşi nadir bir çiçek ve kızamık vebasından ibaret olduğuna hükmederek sahih itikad olacağı iddiasına kadar gitmiş ve sanki Kur'ân'ın dışındaki rivayetlerin açıklamasında kuşlarla taş atılması üzerinde ittifak edilmemiş de İkrime ile Yakub'un rivayetlerine bile uygun olmayan, "İkinci gün Habeşi'nin ordusunda çiçek ve kızamık hastalığı yayıldı." lakırtısı üzerinde ittifak olunmuş imiş diye itikad ettirmeye çalışmış, sonra da sûredeki "kuş" kelimesini te'vile kalkışmış bulunuyor.

Kendi kanaati öyle olabilir. Fakat kanaatini söylemek başka, rivayete isnat etmek yine başkadır. Halbuki tevatürü naklederken kendi uydurduğu şeyini hile ve oyun ile de kalmayıp "İşte bu, rivayetlerin üzerinde ittifak ettiğidir." diye herkese karşı isnadda bulunması açık bir yalan olmuştur.

Halbuki rivayetin belası, vas'ı (uydurma olması)dır. Her hangi niyetle olursa olsun metin veya sened bakımından hadis uyduranların da yaptıkları budur. Uydurmada gerek doğrudan doğruya metin uydurması olsun ve gerekse metni bozmak olsun, gerekse kuvvetliyi zayıfa, zayıfı kuvvetliye isnad etme şekliyle senette olsun, hepsi yalandır. Rivayetlerde söylediği şekilde mevcut bile olmayan bir sözü müttefekunaleyh (üzerinde ittifak edilmiş) göstermesi ise böyle bir uydurma olmuştur.

Gerçi ilminde yeni keşifler bulmak, yeni münakaşalar açmak, yeni yollar, kaynaklar aramak; teorilere teoriden, deneylere deneyden, nakillere de nakil ve rivayetten tetkik ve tahkik icra etmek; rivayetlerin ortak ölçüsünü bulmak, kökünü, aslını istihrac ve istinbat ederek zayıfı, kuvvetliyi ayırmak; çarpışma ve ihtilafların anlaşma çarelerini aramak; kuvvetine, zafına göre garip olanları seçmek ve onlardan yeni yeni neticeler elde etmeye çalışmak şüphe yok ki kötülenmiş değil, övülmüştür, asıl ilmin görevi odur. Fakat rivayette doğruluk da o görevin başında yer almak gerekir. Bütün rivayetlerin ittifak halinde kaydettiği ve yukarıda geçtiği üzere en inatçı düşmanların bile inkar edemediği "kuş gönderme" ve "taş atma" gibi üzerine ittifak edilen müşterek değer noktasını, "böyle şey olmaz" gibi yalnız nazariyecilikle atıp da hiç bir ittisal (bağlantı)i rivayet edilemeyen ve bundan dolayı tam bir haber-i vahid bile olmayan munkatı (kesik) bir tek haberin aklen de garip bir şekilde rivayet edilmiş bulunan çiçek hastalığı fıkrasını "bu, üzerinde rivayetlerin ittifak ettiğidir" diye akaidin doğuşuna hediye etmeye kalkışmak bir âlime yaraşacak şeylerden değildir. Ve böyle hatalar insan olmak dolayısıyla her âlimde bulunması tabii olan ictihada ait sürçmeler kabilinden de değildir. Şeyhlik güvenine engel olan ehliyet arızalarından olur. Kitabına:

"Ey Rabbimiz! Yalnız sana güvendik ve yalnız sana yöneldik. Son dönüş de yine sanadır. Ey Rabbimiz! Bizi inkâr edenler için bir imtihan vesilesi kılma, bizi bağışla. Ey Rabbimiz! Şüphesiz ki sen çok güçlüsün, hüküm ve hikmet sahibisin. Ey Rabbimiz! Bana ihsanının kapılarını açtın, kelâmının sırlarından dilediğini bana öğrettin. Hangi dil ile sana hamd edeyim? Hangi organla sana şükredeyim? Halktan kabule hazır olanları irşad için hak ve hakikati beyana senden yardım diliyorum. En yüce kelimeyi, senin apaçık kitabının kelimesi; en büyük saltanatı, peygamberlerin sonuncusu olan efendimiz Hz. Muhammed'in (Allah'ın salât ve selâmı O'na ve bütün peygamberlere ve dooğru yolda onlara uyanlara olsun) yolu kılmanı diliyorum. Ben de salih amellerde ve güzel davranışlarda onların izini takip ediyorum. Allahım! Bu mütevazi ve zayıf ümmete, kendileri için selamet ve afiyet olan yolu göster, onları doğru yolu gösteren ve kendileri de doğruya eren kimselere düşman yapma. Onları, sapmış ve başkalarını da saptıranlar için bir imtihan vesilesi kılma!" duasıyla başlayan ve nice güzel fikirler söyleyen Muhammed Abduh merhumun Allah'ını ve Resul'ünü sevdiğinde ve "kelime-i ulya" (yüksek kelime)nın Kur'ân-ı Mübin'de olduğunu bildiğinde ve ona iman ile hürmet ve hakkı açıklamaya hizmet ederek halkı aydınlatmak ve irşad etmek, günden güne Batı'nın sultasına düşerek ezilmekte bulunan ümmetini selamet ve afiyetini aramak için çalıştığında şüphe etmeye hak yok ise de, onca da "kelime-i ulya" (yüksek kelime) Kur'ân'da olduğu, bütün rivayetler de bunu tasdik edici olduğu için ona karşı "esrar şinas" (sırları bilici)lık iddiasıyla ortaya atmış olduğu büyük yanlışı hatırlatmak da hakkı bilenlerin vazifesi olduğunda şüphe yoktur. Onun bu konuda tek dayanağı olarak gösterdiği İkrime ve Yakub rivayetleri de söylediği şekilde olmadığı yukarıda olduğu gibi defalarca hatırlatıldıktan sonra burada açık bir yalan görünen iş bu "bu, rivayetlerin ittifak ettiği husustur" sözünü te'vil için söylenebilecek tek bir vecih vardır. O da, bu ism-i işareti sözünün başından sonuna kadar bütün tafsiline göndermeyip, yalnız sonundaki veba fıkrasından berisine ve daha doğrusu en sonunda Habeşi dediği Ebrehe'nin isabet alış şekli hakkındaki son fıkraya döndürmektir ki, onun eti devamlı olarak parçalana parçalana dökülerek nihayet San'a'da kalbi çatlayıp öldüğü hakkında ittifak vardır demek olur. Gerçi hepsinin helak olup, ancak bir kişinin Necaşi'ye kadar giderek haberi yetiştirdikten sonra orada öldüğü hakkında da bir rivayet varsa da, o da buna pek aykırı denemeyeceği cihetle bu son fıkra doğru olur. Bunun, biraz da zaman geçmiş olmak münasebetiyle bir çiçek hastalığı olması, muhtemel bulunur. Bununla beraber bu yorum önceki sözlerindeki yanlışlığı düzeltmeyeceği gibi sözün cereyanına göre maksadına da yeterli olmaz. Gerek sûrede ve gerek rivayetlerde üzerinde ittifak edilmiş olarak sabit ve mütevatir olan "kuş" ve "taş" fıkralarını hazfetmekle olayın yalnız çiçek ve kızamık salgınından ibaret olmak üzere sahih itikad olacağı hakkındaki davasına yeterli olmaz. Ve böyle yanıltıcı bir ifade ve te'vil ile, sûrenin açıkladığını çığırından çıkararak tefsir ve te'vil davasına kalkışmak doğru olmaz. Halbuki onun maksadı bütün açıklamalarının üzerinde ittifak edildiği iddiasıyle şu te'vile gelmek olduğu anlaşılıyor. Diyor ki: "Bu sûre-i kerime muhakkak olarak bize şunu açıklıyor ki, o çiçek yahut kızamık Allah Teâlâ'nın rüzgar ile göndereceği kuşlardan büyük fırkalar vasıtasıyla ordunun ferdleri üzerine düşen kuru taşlardan meydana gelmiştir".

__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..

Alıntı ile Cevapla
 

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147