Havas Okulu - Tekil Mesaj gösterimi - En-am Suresi Açıklamalı Tefsiri
Tekil Mesaj gösterimi
  #6  
Alt 03.07.18, 11:50
Havasokulu Havasokulu isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Daimi Üye
 
Üyelik tarihi: 28.04.15
Bulunduğu yer: Nefes Aldığım Yerde
Mesajlar: 15,056
Etiketlendiği Mesaj: 884 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

37-*} Ve: "ona Rabbinden bir âyet indirilse ya" dediler. İnen âyetleri duymadılar inkâr ettiler de, Peygamber'e kendi gönüllerince bir âyet ve alâmet, bir mucize indirilmesini hor görür bir itiraz şeklinde talep ve temenni ettiler. Ey Muhammed sen de ki: Allah bir âyet, bir alâmet, bambaşka bir mucize indirmeye şüphesiz kâdirdir. İndirmezse güçsüzlüğünden değil, hikmetindendir. Ve fakat onların çoğu bilmezler. İlim, şanlarından değildir. Âyeti, delili ve alâmeti farketmezler, ondan alınması gereken ilmi almazlar. İneni anlamadıkları gibi, ineceği de anlamazlar. İstediklerinin kendilerine faydalı ve peygamber göndermesinden kastedilen hikmeti, korkutma ve teklife uygun olup olmayacağını ve indirilmekte olan ve bunca akla uygun delilleri içeren âyetlerden istidlâl edemeyen ve faydalanamayanların tek olaylardan hiç istidlâl edemeyeceklerini, faydalanamayacaklarını; delil ve âyetin asıl önemi, olayları olmadan önce anlatmasında olmak itibariyle, istenilen tek olay ve harikanın bir delil değil, bir medlûl, bir sonuç olacağını ve bundan dolayı olayın kendisinin hadd-i zatında dağların başa geçmesi gibi bir musîbet ve bela olabileceğini ve özellikle inkârcıların bütün ihtiyarî güçlerini reddederek inkârlarını zorlayıcı bir şekilde söküp alacak ve giderecek olan bir olayın, bir kudret âyetinin kendilerini kahredecek ve yok edecek bir fiilî musîbetten başka bir şey olmayacağını ve bunun ise kendilerine değil, ancak başkalarına bir ibret ve âyet olacağını bilmezler de öyle cahilce temennîlerde bulunurlar ve dediklerinin yapılmasını Allah'ın kudretini inkâra ve hak âyetleri yalanlamaya vesile edinirler. "O Peygamber de ona şöyle bir mucize inse ya!" derler, dururlar. Gerçi içlerinde bilenler ve heveslerine uyup sırf inat ve serkeşlik için böyle diyenler de vardır. Fakat çoğu bilmezler. Peygamber ise cahillere, azgınlara uymak için değil, bildirmek ve haber vermekle Allah'ın azabından korkutmak ve irşad etmek için gönderilmiştir. Eğer onlar duysalar bilselerdi vuku bulan şeyde Allah'ın kudretine delalet eden fiilî alametler mi yoktur?

38- Ey inkâr edenler, yerde debelenen hiçbir hayvan, ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin benzeriniz ümmetler olmasın. Bu âyetin sevki iki şekilde düşünülür: Birisi ilmi ve ahirete imanı olmayıp, hayatı, bu dünya hayatından ibaret sananların genellikle hayvanlardan fazla bir meziyete sahip olmadıklarını anlatmaktır ki "İşte onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da sapık" (Ârâf, 7/179) âyetindeki gibidir. Nitekim ikinci âyet de bunu açıklar. Diğer bir şekil de: Allah Teâlâ'nın delillerinin gücünü anlamak için, diğer hayvanların yaratılışlarında ve hayat tarzlarında insanların istifade edeceği pek çok sırlar bulunduğunu hatırlatmaktır. Ki çoğunlukla tefsirciler bu şekli tercih etmişlerdir. Yani hepsi sizin gibi başlangıçta topraktan yaratılmış, bir hayat tarzına mazhar edilmiş, bir nizam altına alınmış; hepsi sizin gibi rızıkları, ecelleri biçilmiş, takdir edilmiş zamana kadar yer içer, gıdasını alır; hepsi sizin gibi birbirine çeşitli şekiller içinde bir benzeşme ve cinsiyet taşır. Hepsi sizin gibi toplanır, birbirleriyle tanışır, yanaşır veya kaçar, koklaşır veya döğüşür. Hepsi sizin gibi birbirinden doğar, ürer; hepsi sizin gibi bir asıldan çıkar, çoğalır, çeşitlenir. Yaratanın kudreti, hükmü ve tesiriyle tekden çıkan bu çeşitlenme ve ayrışma içinde hepsi sizin gibi bir hayvanî hayat yaşayan çeşitli bölükler ve farklı sınıflardır. Yerde sürünenleri, havada uçanları ile, her çeşit size, bir benzeme yönünü içererek, hepsi sizin denginizdir. Siz de sınıflarınız ve çeşitli özelliklerinizle onların bir benzerisiniz; hepsi, ilâhî takdir ve Allah'ın tedbiri dairesinde özel nizamlar ve hükmedici kanunlar altına konulmuş korunan haller, kurala bağlı işler, görünen ve yürüyen hususlar sizin gibi birer ümmet ve bundan dolayı size birer ibret dersidirler. Hepsi aslî yaratılışları ve varlık nizamlarıyle ilâhî kudretin birer deliller manzumesi ve hikmet kitabının âyetleridirler. Biz kitapta hiçbir şeyi geride bırakmadık ve kusur işlemedik, hiçbir şeyi eksik bırakmayıp, hepsini nizamına bağladık, kitaba yazdık. Bütün hilkat bir kitap ve bütün varlıklar o kitap muhtevasının kelimelerini ve delalet ettikleri şeyleri ifade eden nakışlar (süsler) ve yazılardır. Âlemde cereyan edecek olan bütün yaratıkların, iri ufak, yüksek ve alçak her şeyin durumları levh-i mahfûzda tamamen ve açık bir biçimde yazılmış, hiçbiri ihmal edilmemiştir. "Allah'ın ilk yarattığı kalem" ve "Olacak şeyleri kalem yazmış bitirmiştir" . Hak ilim kalblere o kitaptan nazil olur. Ve ilk kalemin yazdığı bu yazı, tesbit ettiği bu nizam sayesindedir ki varlıkları tetkik etmek ve incelemekle bilgiler, ilimler, fikirler edinilir, kitaplar yazılır ve tasnif edilir, geçmiş ve geleceğin kanunları sezilir. Hadiselerin gidişatından ezel ve ebedin kelimeleri ve âyetleri okunur. Ve hele yerde hareket eden hayvanların, kanat denilen iki basit yelpaze ile yerden kalkıp göğe doğru fırlayan, uçan kuşların hareketlerinde ve kaderlerinde etken olan kudret nizamının, hareket kanununun ve hayatın, bunların sonuçlarının inceleme ve tetkikinden bütün bunları temsil eden insanlığın ne gibi hayatlara aday olduğunu ve bu konuda ne kadar ilâhî hüküm ve tekliflerin cereyanına uymak zorunda bulunduğunu ve Allah'ın yazdığı yazıların kesinliğini ve sırf hayvanî hayat yaşamak isteyenlerin bunlardan ve kendi tabiat ve yaratılışlarından ne kadar gaflet ettiğini az çok anlamak mümkün olur. Bu böyle olduğu gibi Kur'ân'da da insanlığın muhtaç olduğu deliller ve ilâhî tekliflerden hiçbir önemli şey terk ve ihmal edilmemiş, hepsi kısaltmadan uzatmaya veya uzatmadan kısaltmaya giden bir güzel beyan ile muhkem ve müteşabih çeşitli şekiller, açık veya gizli deliller ve işaretler içinde hatırlatılmış ve ihtar edilmiştir ki "ancak sizin gibi birer ümmettirler." ihtarı da bu cümledendir. Bunlar gösterir ki Allah Teâlâ'nın gayb kudretinde, levh-i mahfuzunda bulunmayan ve bulunamayacak olan hiçbir âyet yoktur. O kâdir olan Allah yaratılışa, kanun koymaya ait, kavlî ve fiilî her âyeti indirebilir. O'nu da kitabına yazmış, nizamına bağlamış hiçbir ihmal ve kusur etmemiştir. Fakat âyetin faydalı olması, az çok bir benzerlik ifade ederek çeşitli şekiller içinde benzerden benzere delalet etmesinde ve dolayısıyla bir tafsilatı özetlemesinde ve bir bütünlüğe işaret etmesindedir. Olayları yalnız tafsilatından okumak ve her olayı tek tek düşünmek ve bilhassa yaşamak istiyenler hiçbir âyet okuyamazlar. Bizzat olayların içinde boğulmuş kalmış, kendileri başkalarına ibret olmuş olurlar. Mesela filanın başına dağ yıkılmış, filanı yıldırım çarpmış, bunu teker teker düşünmekte hiçbir mânâ yoktur. O, kalemin kuruduğu bir olaydır. Onun bir ibret olabilmesi, benzer dağların, benzer başlara yıkılıp düşebileceğini ve Allah'ın buna kâdir olduğunu ve bundan dolayı bundan sakınmak ve korkmak lazım geldiğini anlatması itibariyledir. Havada kuşun kanadıyla uçtuğunu görüp de ondan uçma kanunlarını ve o kanunları yazan Allah'ın kudretini anlamaya çalışanlar içindir ki, kuşların uçması bir âyet olur. Bütün hayvanların böyle birer âyet olduğunu anlamayan ve benzerliklerden sonuç çıkarmaya çalışmayanlara ne kadar âyetler indirilse boştur. İndirilen bu kadar âyetlere aldırmayıp da, "bir âyet indirilse ya" diyenler, âyeti anlar ve dinler olsalardı, gözleri önünde benzerleri olan hayvanlardan gereği gibi ibret dersi alırlar ve nasıl bir hayvanî hayat yaşadıklarını anlarlardı da, Allah Teâlâ'nın neler yaratmaya kâdir bulunduğunu ve hayatın içinde bulundukları dünya hayatından ibaret olmadığını takdir ederler ve öyle dünya hayatına sarılıp Allah'ın âyetlerini yalanlamaz ve inkâr etmezlerdi. Allah'ın kudretini anlamalı ki, ne yerde sürünen hayvanlar takdir edilmiş olan hayatlarını yaşamak için muhtaç bulundukları rızıktan mahrum kalırlar, ne de havada uçan kuşlar Allah'ın yazdığı sınırları geçebilirler. Hepsinin halleri ve hareketleri korunmuş, hayat serüvenleri bütün zamanlarıyla "Ümmü'l-kitab"da yazılmış ve zabtedilmiştir. Debelenir koşarlar, uçar sekerler. Sonra bütün bu ümmetler Rab'ları huzurunda toplanırlar. Ahirete sevkedilir, âlemlerin Rabbinin büyük huzurunda toplanırlar da o zaman birbirlerinden acılarını çıkarırlar. Nebevî hadiste geldiği üzere boynuzsuzlar boynuzlulardan öclerini alırlar. hiçbir hayvan yoktur ki hakkında bu yazılmamış bulunsun, bu sonuç başına gelmiyecek olsun.
39-Kitapta hiçbir şey eksik bırakılmadığı halde bizim âyetlerimizi yalanlayanlar ise, sağırdırlar. Onları duymazlar, gereği gibi düşünecek ve anlayacak şekilde işitmezler ve bundan dolayı "geçmişlerin masalları" derler. Ve âyetlerden saymazlar da başka âyet isterler. Ve dilsizdirler. Hakkı söyleyemezler. Ve onun için davetine icabet edemezler. Türlü türlü karanlıklar içindedirler. Küfür, cahillik, inat, taklit, nefsin isteği ve ihtiras karanlıkları içinde önlerindekini görmezler, karanlıkta yuvarlanır giderler. Evet Allah kimi dilerse onu sapıklıkta bırakır. Onda dalâlet yaratır. Kendi yolundan sapıtır. Sapıklık onun devamlı tabiatı olur kalır. Allah'ın duyurmadığına kimse bir şey duyuramaz. Allah'ın söyletmediğine kimse bir şey söyletemez. Allah'ın göstermediğine kimse bir şey gösteremez, Allah'ın şaşırttığını kimse yola getiremez. Ağız, dil, göz, kulak verdikten sonra da Allah dilerse o dili söyletmez, o göze göstermez, o kulağa işittirmez. Gerçi yukarda geçtiği üzere Allah kendine rahmeti yazmış, hidayet fıtratı üzere yapmıştır. Önce bizzat, O'ndan zorla saptırmak gelmez. Allah'ın saptırması, kulun sapıklığı istemeye yönelik bir kötü seçimi ile ilgilidir. Fakat yerde sürünen hayvanlar ile havada uçan kuşların farklılığı kabilinden fıtratın derecelerinin farklılığı, sırf onun istemesinin eseri olduğu gibi, kulun istemesinin yerine gelmesi ve onun basması ve mühürlemesi de sırf onun istemesinin eseridir. Bazısında yüzlerle talebten sonra basmadığı sapıklığı, diğer bazısında bir kaç talep ile basar. Ve her kimi dilerse onu doğru bir yola koyar ki, üzerinde yürüyen doğruca gider, maksadına erer.

Allah'ın âyetlerini yalanlayan, doğru yolundan kaçınan ve Allah'dan başka mabudlara tapınan müşriklere, yaratılışta zorunlu olarak tespit edilmiş bulunan birlik âyetini tasdik ile, kendi nefislerindeki yalan çelişkilerini açıklamak ve sonuçlarını göstermek için, ey Muhammed:

Meâl-i Şerifi

40- De ki: "Kendinizi hiç düşündünüz mü, Allah'ın azabı size gelse veya kıyamet vakti gelse, Allah'tan başkasına mı yalvarırsınız? Eğer sözünde doğru kimselerseniz cevap verin".

41- Hayır, yalnız o Allah'a yalvarırsınız. O da dilerse kaldırılmasını istediğiniz belayı kaldırır ve o zaman ortak koştuğunuz şeyleri unutursunuz.

42- Şüphesiz ki senden önceki ümmetlere de peygamberler gönderdik. Bize yalvarsınlar diye onları darlık ve sıkıntı ile yakalayıp cezalandırdık.

43- Hiç olmazsa kendilerine baskınımız geldiği zaman olsun, yalvarmalı değiller miydi? Fakat kalbleri katılaştı ve şeytan yaptıklarını kendilerine güzel gösterdi.

44- Kendilerine hatırlatılanları unuttuklarında, onlara her şeyin kapısını açtık. Nihayet kendilerine verilen o nimetlerle sevinip zevke dalınca onları azabımızla ansızın yakalayıverdik. Hemen ümitsizliğe kapılıp şaşkına döndüler.

45- Böylece zulmeden kavmin kökü kesildi. Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun.

40- Bu deyim Arap dilinde benzeri bulunmayan bir soru ve teaccüb kelimesidir ki, derin bir hayret ortaya koymak sûretiyle "bana haber veriniz" mânâsını ifade eder. Kâideye göre bunun tam mânâsı: "sen kendinizi gördün mü söyle" demek gibi görünürse de, Nahiv ilminde bu şekilde fail ve mef'ûl olmayıp, kıyasa uymayan bir terkip olduğu beyan edilir. Ve "sen seni gördün mü? "sen, sizi gördünüz mü?" yerinde bir tekit ve tefsir mânâsında bulunduğu ve tümüyle "acaib, haydi haber ver veya haber veriniz" meâlinde kullanıldığı gösteriliyor. de "hemze" soru içindir ki, teaccüp (şaşma) ve ihbar (haber verme) bunun gereğidir. Bu fiil, gözle görmeden veya "görmeye isabet etmek, ciğere nüfuz etmek" mânâsına re'y ve itikaddan veya iki mef'ûlüne teaddî eden ef'âl-i kulûbdan, bâbında bâkî ilim mânâsına görüş veyahut babında bâkî olmayıp haber verme mânâsına olan ilmî görüş olmak üzere dört iştikak (türeme) ile kullanılır. İlk üçünde kelimenin aslından olan ikinci hemze ya tahkik veya beyne beyne teshil ile okunur ve hazfi caiz olmaz. Ve muhatabın değişmesine göre gibi, tâ harfi (fâil zamiri) değişir ve fâili gösterir, buna gibi, kâf 'ın bitişmesi caiz olmaz. Fakat haber verme mânâsına ilmî görüşten olduğu zaman hemzenin tahkiki ve beyne beyne teshili, hazfi ve elife ibdâl ile meddi de caiz olur. Nitekim çoğunluk (cümhur) kırâetlerinde tahkîk ile, Nâfi ve Ebu Cafer'de teshil ile, Kısâî'de ıskât ile ve Verş'de ibdâl (hemzenin elife çevrilmesi) ile okunmuştur ki, bu ibdâl Sarf ilmi kâidesine aykırı olmakla beraber Arap kelâmında vardır. Sonra iş bu "bana haber verin" mânâsında muhatabın değişmesine göre gibi tâ 'nın, önceki gibi değişmesi caiz olduğu gibi, tâ müfred müzekkerdeki hâli üzere meftûh (üstünlü) kalmakla beraber, muhatabın değiştiğine işaret için sonuna gibi çeşitli şekilde bitişik kâf 'ın katılması da caiz olur ki, bu durum, bu fiile mahsustur. Buna göre kelimesi yerinde olarak "bana haber veriniz" demektir. Yani zamiri, mef'ûl değil, fâilin değiştiğine delalet eden bir harftir. Basralıların izahı budur. Fakat Kisâî bunun birinci mef'ûl makamında olduğuna kâni olmuştur. Bu şekil ile mânâ yine "bana haber verin" olmakla beraber ile , ile arasında esas itibariyle ince bir zevk farkı vardır. Kalbin vâki'de kendine ve kendinde meydana gelen şeylerle ilgili vicdanından, yani bir şuûra şuurdan; ise mutlak bir şuur vicdanından sormak ve soruşturmak demek olur. Nitekim bu âyette sorusu bu subjektif fiil olan dua ile ilgili vicdana yönelmiş. "Allah'tan başkasına mı dua ediyorsunuz?" buyurulmuştur. Gelecek olan âyetinde de "Allah'tan başka bunları size geri verecek tanrı kimdir" (Enâm, 6/46) buyurulmuş, nefislere dışlarından vâki olacak gelmelerle ilgili vicdana yöneltilmiştir ki, Kısâî mezhebi hem Nahve ait kıyasa uygun, hem de bu ince farkı açığa çıkarmış olması bakımından bizce daha çok dikkate şayandır.

Ey Muhammed, müşriklere de ki: Genellikle her biriniz kendinizi gördünüz, anladınız mı? Kendinize, vicdanınıza gerçekten şuurunuz var mı? Varsa şunu bana söyleyiniz, haber veriniz bakayım! Eğer size Allah'ın -dünyada yıkılıp gitmiş ümmetlere gelen- azabı gelirse, veya geleceği kesin olan saat gelir, başınıza kıyamet koparsa, Allah'tan başkasına mı dua eder ve sığınırsınız? Yani vicdanlarınızın derinliklerine inerek kendinizi iyice yoklayınız, tartınız bakayım, böyle yok edici dert ve felaket karşısında bulunduğunuz veya içine düştüğünüz acıklı ve müthiş bir zamanda nasıl bir ruh hali içinde bulunursunuz? Bütün ümitleriniz silinir, ölmüş gibi tamamen ümitsizliğe mi düşersiniz? Yoksa henüz canınız çıkmadıkça yine bir kurtuluş ümidi besler, derinden derine bir kurtarıcıya sığınma hissiyle inler misiniz? Eğer inlerseniz, o zaman samimi kalbinizden kime sığınır, kime çağırır yalvarırsınız? Allah'a mı, yoksa Allah'tan başka tanrı tanıdığınız putlarınıza mı? Eğer siz doğru kimselerseniz gerçekte Allah'tan başka ilâhlar vardır iddiasında yalancı değilseniz söyleyiniz, öyle bir zamanda Allah'tan başkasından ümit bekler, Allah'tan başkasına dua ve niyaz eder misiniz?

41- Hayır, ancak Allah'a dua edersiniz, her ne umarsanız O'ndan umar ve yalnız O'na niyaz edersiniz, O da dilerse dua ettiğiniz azabı, sıkıntıyı açar, başınızdan defeder, ve o zaman siz Allah'a ortak tuttuğunuz şeyleri unutur, evvelce tapındığınız diğer ilâhlarınızı o müddet içinde terkeder, hatırınıza bile getirmezsiniz. Çünkü zararı açmaya gücü yeten tek merci ancak Allah olduğu akılların yaratılışında ve vicdanın derinliklerinde mevcuttur. İşin ciddiliği ve korkunun dehşeti diğerlerini siler süpürür ve o zaman Allah'tan başkasının hiç olduğunu vicdanlar açıktan açığa duyar, akıllar idrak eder, yeter ki akıl kalmış, vicdan donmamış bulunsun.

42-Ey Muhammed, sen emin ol ki senden önce bir çok ümmetlere biz peygamberler gönderdik. Böyle tanımadılar, küfrettiler de biz de onları şiddetli fakirlik, geçim darlığı ve hastalıklar ve âfetlerle sıktık, fakirlik ve zaruretle tuttuk baskı yaptık. Ki tazarru etsinler, düşüklüklerini anlayıp isyanlarına tevbe etsinler, affımıza sığınsınlar, yani bu hâl içinde tevbe ve tazarru etmeleri mümkün ve muhtemel idi.

43- Şimdi baskımız kendilerine geldiği sırada boyun eğip, sığınsalardı ya, ve fakat sığınmadılar, gittikçe kalpleri katılaştı. Uyanma kabiliyetlerini kaybettiler, fakirliğe ve zarurete alıştılar. Şeytan da yapıp durduklarını alladı pulladı kendilerine hoş gösterdi. Yaptıklarını fena diye değil, iyi yapıyoruz diye yapmaya, şerri hayır, günahı sevap saymaya başladılar. Artık tevbe ve dönüş ihtimali kalmadı, vicdanlar dondu, akıllar tutuldu, azıttılar da azıttılar.
__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..

Alıntı ile Cevapla
 

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147