Nefse en ağır gelen ve onu en fazla tahrip eden şey,
başkasından gelen hak söze evet diyebilmesi, o hak sözü kabul
etmesidir.
Nefse en hoş gelen şey de, mümin kardeşinin gıybetini
yapmaktır. Nefs, bundan haz duyar. Nefs, gıybet için, sabahlara
kadar değil kırk sene oturtur adamı uyku bile getirtmez. Gıybet
etmek, nefse öyle zevk verir ki, mümin kardeşini kötülemek,
ondan bahsetmek ve onu alt etmek için, uykuyu bile feda eder.
Böyle durumda ruh, mahvolur, perişan olur. Bunun için Din
büyükleri, gıybet konusunda çok titiz davranmışlar ve asla bu
konuda müsamaha etmemişlerdir.
Kalbe, ruha lezzet veren şeyler, nefse sıkıntı verir. Ruhun
lezzeti ile nefsin lezzeti, birbirinin zıddır. Birinin zevk
duyduğundan öteki elem, sıkıntı duyar.
Her insanın, kendine merhamet etmesi, aklından gaflet
perdesini kaldırması, bâtılın bâtıl olduğunu görerek, ondan
kurtulmaya çalışması ve Hakkın hak olduğunu görerek, ona tâbi
olması lazımdır. Zira insanın, bu konuda vereceği karar, çok
büyük ve çok mühimdir. Vakit ise, çok azdır. Dünyaya gelen her
insan, muhakkak ölecektir. Bunun için insan, öleceği vakti
düşünmesi ve öldükten sonra başına geleceklere hazırlanması
lazımdır. Bir kimse, Hakka tâbi olmadıkça, ebedi azaptan
kurtulamaz. Son pişmanlık ise, fayda vermez. Ayrıca son
nefeste Hakkı tasdik etmek de, kabul olmaz.
Ahmed bin Âsım Antâki hazretleri, kendisinden nasihat
isteyenlere hitaben şöyle buyurmuştur:
"Ey kardeşlerim! En faydalı korku, insanı günahlardan,
Allahü teâlânın beğenmediği şeylerden alıkoyan, ahiret işlerinin
elden çıkması ile üzüntüye sevk eden; kalan ömrü ve son
nefesindeki durumu hakkında düşünmeye sevk eden korkudur.
En faydalı ümit, salih amel yapmayı kolaylaştırandır. Hak olan
iş, insanlara adaletle muamele, insanın kendisi için istemediğini
başkaları için de istememesi, kendisinden aşağıda olanın hak
olan sözünü kabul etmesidir. En faydalı doğru söz, Allahü
teâlânın rızası için nefsinin ayıplarını kabul ve tasdik etmektir.
En faydalı ihlâs, riyâdan ve gösterişten kurtulmaktır. En faydalı
hayâ, hoşuna giden bir şeyi Allahü teâlâdan isteyip, sonra da
Onun rızasına uygun olmayan işi yapmamaktır. En faydalı
şükür, yapılan günahları Allahü teâlânın setredip, gizleyip hiçbir
kuluna bildirmediğini, bilmektir.”
Doğru sözü, itiraz etmeden kabul edebilmek, herkese nasip
olmaz. Çünkü Hakkı kabul etmek, nefse ağır gelmektedir.
Peygamber efendimizden beş asır sonra yaşayan İmam-ı
Gazâli hazretleri, kendi zamanında yaşayan insanlar için; "Bu
zaman, benim sözlerimi kaldıramaz. Bu zamanda bir hak söz
söyleyenin, kapı ve duvar bile aleyhine geçer" buyurmuştur.
Gerçekten de, o asırda İslam dünyasını saran bid’at, sapık
görüşler ve felsefi düşünceler sebebiyle insanlar, İmam-ı Gazâli
hazretlerinin naklettiği doğru sözleri kabul etmedikleri gibi, Ona
düşman olmuşlardı.
Peygamber efendimizden üç asır sonra yaşayan Ahmed bin
Âsım Antâki hazretleri de;
"Ben öyle bir zamana yetiştim ki, o vakit İslam,
başlangıcındaki gibi garip oldu. Hak söz de garip oldu”
buyurmuştur.
Hak sözü kabul etmek zor olduğu gibi, doğru sözü
söylemek de herkese nasip olmaz. Doğru olan, hak olan sözler
nefslere ağır geldiği için, hak sözü söyleyenlere karşı, insanların
nefsleri itiraz eder. Hatta itirazdan da ileri giderek, elleri ve dilleri
ile, doğru söylen kimseye eziyet ederler, sıkıntı verirler. Bunun
için bütün Peygamberler sıkıntı çekmişler, eziyet görmüşlerdir.
Peygamberlerin vârisleri de, aynı itirazlara maruz kalmışlar ve
eziyet, sıkıntı çekmişlerdir. Ancak doğruluktan hiçbir zaman
ayrılmamışlar ve kazanmışlardır. Çünkü doğrunun yardımcısı,
Allahü teâlâdır. Câfer-i Sadık hazretleri, oğlu Musa Kâzım
hazretlerine hitaben;
"Ey oğlum, lehinde veya aleyhinde de olsa, hakkı, doğruyu
söyle! Böyle yaparsan herkes seninle istişâre eder danışır,
fikrini alır" buyurmuştur.
Ebu Abdullah el-Kureşi hazretlerinin annesinden kendisine
bir ev miras kalmıştı. Bu evi elli altına sattı. Altınları bir keseye
koyup beline bağladı ve hacca gitmek üzere yola çıktı. Yolda
eşkıyâ yolunu kesip;
-Neyin var? dedi.
-Elli altınım var buyurdu. Eşkıyâ;
-Altınları ver! deyince; çıkarıp verdi. Eşkıyâ altınları eline
alıp bir müddet düşünceye daldı. Sonra geri verip, devesini
çöktürdü ve;
-Buyurunuz efendim, deveme bininiz! dedi. Ebu Abdullah
el-Kureşi hazretleri hayret edip;
-Sana ne oldu? buyurdu. O kimse;
-Siz, bu altınların bulunduğunu inkâr etmeyip doğruyu
söylediğiniz için kalbimde size karşı muhabbet hasıl oldu. Ben
şimdiye kadar yaptıklarıma pişman olup tevbe ettim. Sizinle
beraber gelmek istiyorum dedi. Beraberce hacca gittiler. O
kimse, hazret-i Ebu Abdullah ile olan bu beraberliği ve
sohbetinde bir müddet bulunmasıyla Allahü teâlânın veli
kullarından oldu.
İmam-ı Ebu Yusuf hazretleri, Hârun Reşid hazretlerine
yazdığı bir mektupta;
“Doğruluktan ayrılma, yoksa idare ettiğin kimseler de
doğruluktan ayrılır” buyurmuştur.
.
__________________
“gücümü, içimdeki güçsüzlükle boğuşurken tükettim.”
|