Yusufiyeli |
14.05.21 11:33 |
Tasavvuftaki rabıtanın amacı gafleti kovup kalbin zulmetini defederek şeytanın vesveselerinden kurtulmak suretiyle ‘’Rabıta-i huzur’’ ermek; salikin daima Allah’ın huzurunda bulunduğu duygusuna ulaşmasını sağlamaktır. Her an Allah’ı karşımızda görür gibi yaşamaktır.
Her an Allah’ın huzurundaymış gibi yaşamak zor bir iştir. Çünkü Allah müşahhas bir varlık değildir. Bunu kavramak için kulun zihnen ve manen yoğunlaşmasını sağlayacak müşahhas bir objeye ihtiyaç vardır. Tasavvufta bu obje Allah’ın en mükemmel tecellilerinin mazharı olan ‘’İnsan-I kâmil’’ konumundaki şeyhtir. Salik önce İnsan-ı kamile, ardından Hz. Resul’e ve onun ardından Rabb-Müteal’e kalbini raptetmeli ve bu suretle huzur-i kalbe erip fena-fillah’a varmalıdır.
Neticede Allah ile insan arasında sevgi, saygı, güven ve şükran temelinde bir sivil ilişki kurmak gerçekten istenen arzu edilen bir şeydir. Ancak İslam’ın inanç boyutuyla ilgili kelamdan, iman amel boyutuyla ilgili fıkıhtan ibadet ve ubudiyet çıkmadığı için, bu iki ilmi disiplin çerçevesinde böyle bir ilişkinin tesisi pek mümkün olmasa gerektir. Tam bu noktada Muhammed Hamidullah’ın şu itiraflarını aktarmak çok manidar olacaktır:
‘’Benim yetişme tarzım rasyonalisttir. Hukuki çalışma ve incelemeler bana inandırıcı bir şekilde tarif ve ispat edilemeyen her şeyi reddettirmiştir. Muhakkak ki ben namaz, oruç vesaire gibi İslami vazifelerimi tasavvufi sebeplerle değil, hukuki sebeplerle ifa ediyorum. Kendi kendime diyorum ki, Allah benim rabbimdir, sahibimdir. O bana bunları yapmamı emretmiştir. O halde yapmalıyım. Bundan başka hak ve vazife birbirine bağlıdır. Allah bunları ben istifade edeyim diye bana emretmiştir. Şu hâlde ben O’na şükretmekle vazifeliyim. Batı toplumunda, Paris gibi bir muhitte yaşamaya başladığım zamandan beri hayretle görmekteyim ki Hristiyanların İslamiyet’i kabulü, onları İslam’ı kabule sevk eden ne Ebu Hanife ne de İmam Maturidi’dir. Fakat Muhyiddin Arabi’dir. Bu konuda benimde şahsi müşahedem olmuştur. İslami bir konuda benden bir izah istendiği zaman benim verdiğim akli delillere dayanan cevap soranı tatmin etmiyordu: fakat Tasavvufi izah meyvesini vermekte gecikmiyordu. Bu konuda tesir gücümü gittikçe kaybettim. Şimdi inanıyorum ki Hulagu’nun yakıp yıktığı istilalardan sonra Gazan Han zamanında olduğu gibi bugün en azından Avrupa ve Afrika’da İslam’a hizmet edecek olan ne kılıç ne de akıldır, fakat kalp ve tasavvuftur.’’ (Mustafa Kara, Metinlerle Günümüz Tasavvuf Hareketleri, İstanbul 2002 sayfa 542)
Bu samimi itiraftan da anlaşılacağı gibi, tasavvuf ve irfan geleneği Tanrı-İnsan ilişkisinde sivillik bağlamında ciddi bir imkân alanı olarak gözükmektedir.
|